da hayat insana bir soru sormuş oluyor. İnsan bu so
ruyu her an yanıtlamak zorundadır. Yalnız zihniyle,
yalnız gövdesiyle değil ama o düşünen, düş gören, uyu
yan, karnını doyuran, ağlayan ve gülen adam — bir
bütün olarak insan— bu soruya bir yanıt bulmalıdır.
Hayatın ortaya koyduğu bu soru nedir? Soru şudur :
Bu ayrılık, bölünmüşlükten gelen yalnızlık yaşantısının
acısından, mahpusluğundan, utancından kendimizi na
sıl kurtarabileceğimiz, kendi kendimizle çevremizdeki
insanlarla ve doğayla nasıl birlik kurup bütünleşebile
ceğimiz? Şu yolda ya da bu yolda insan bu sorulara bir
yanıt bulmak zorundadır; hatta deliler bile benlikle
rinin kabuğuna çekilerek böylece ayrıklığın, bölünmüş
lüğün korkusunu yenmeye çalışarak, kendilerinin dı
şındaki gerçeği silip yokederek, bu soruya bir yanıt bul
muş oluyorlar.
Soru her zaman aynıdır. Gerçi birçok yanıt vardır
ama yanıtlar temel olarak ikiye indirgenebilir. Birin
cisi bu ayrıklıktan, bölüklükten kurtulmak, bütünleş
meyi sağlamak için ayrıklığın, bölüklüğün ayırdmda ol
madığımız döneme, yani doğum öncesine kadar gerile
mektir. İkinci yanıt tam anlamıyla doğmaktır. İnsa
nın, bilmek, farketmek yeteneğini, aklını, sevme gücü
nü, kendi bencilliğinin dar çemberini aşana kadar, ken
disiyle ve dünyayla yeni bir uyuma, bir bütünleşmeye
ulaşana kadar geliştirmektir.
Doğumdan söz ettiğimiz zaman genellikle tohum
lanmadan dokuz ay kadar sonra oluşan fizyolojik olayı
anlatmak istiyoruz. Ama bir çok bakımdan bu doğu
mun önemi abartılıyor. Doğumdan bir hafta sonra be
beğin yaşamının önemli bir çok yanları yetişkin bir er
kek ya da kadının yaşamından çok, ana karnındaki
doğum öncesi duruma daha yakındır. Gerçi doğumun
28
/
bütünüyle kendine özgü bir yanı var: göbek bağının ko
parılması ve bebeğin ilk kez nefes almaya başlaması...
Ama bundan böyle bağların koparılması ancak gerçek
ten yeni bir etkinlik kazanıldığı oranda olabilecektir.
Doğum tek bir olay değil, bir süreç, bir olaylar di
zisidir. Hayatın amacı tam olarak doğmaktır. İşin asıl
acıklı yanı şu: çoğumuz böyle tam olarak doğmadan
ölüyoruz. Yaşamak doğumu her dakika sürdürmektir.
Doğum tamamlanınca ölüm gelir. Fizyoloji açısından
bizim hücre sistemimiz sürekli bir doğum süreci için
dedir. Ruhbilim açısından gerçek şu; çoğumuzun
doğumu bir yerde sona eriyor. Bazıları tam ola
rak
ölü doğmuşlardır. Fizyolojik olarak yaşamayı
sürdürürler ama kafa bakamından özlemleri ana
larının
karnına,
toprağa,
karanlığa,
ölüme
geri
dönmektir. Bunlar delidir, ya da aşağı yukarı öyle sa
yılabilirler; ötekiler hayat yolunda ilerlemeyi sürdü
rürler. Ama gene de göbek bağını tam olarak kesemez
ler. Yaşamlarını sürdürebilmek için analarına, baba
larına, soylarına, ırklarına, milletlerine, toplumsal du
rumlarına, paraya, Tanrıya ve bunlar gibi şeylere göbek
bağıyla bağımlı kalmak zorundadırlar. Bu yüzden de
tam olarak doğmuş olmazlar (7).
(7)
İnsanın ana baba bağımlılığından tam bağımsızlığa ve ay
dınlanmaya ulaşana kadar geçirdiği evrim Meister Eckhart’in «Bene-
dictus Kitabı» adlı yapıtında pek güzel bir şekilde açıklanmıştır. «İlk
aşamada içine açılan insan ya da yeni insan St. Augustine’in dediği
gibi, iyi, dinine bağlı kimselerin izinden gider. O henüz ana kuca
ğında bir yavrudur.»
«İkinci aşamada. O hatta iyi insanların örneklerini bile körü kö
rüne izlemez. Doğru öğretilerin, Tanrı öğütlerinin, kutsal bilgeliğin
peşini bırakmaz. Sırtını insanlara ama yüzünü Tanrı’ya çevirmiştir.
Ana kucağını bırakıp göklerdeki Babasına gülümser.»
«Üçüncü aşamada giderek anasından uzaklaşır, onun koynundan
kendini koparır. Ana gözetiminden kaçar, korkuyu yener. İnsanlara
29
Varoluş sorununa bir yanıt bulmak için gerileme
girişimleri değişik biçimler alabilir; hepsinin ortak ya
nı hiçbirinin başarılı bir sonuca ulaşmaması ve acı çek
meye yol açmasıdır. İnsan bir kere doğayla insanlık
öncesi bu cennet benzeri beraberlikten ayrıldı mı bir
daha geri dönemez; ateşten kılıçlarını çekmiş iki melek
bu dönüşü engeller. Ancak ölümle ya da delilikle bu
dönüş gerçekleştirilebilir. Hayatta ve akıllı kaldıkça
geriye dönüş yoktur.
İnsan gerileme sonucu elde edebileceği bütünleş
meyi çeşitli düzeylerdeki derecelemelerde elde etmeye
çalışır. Bu düzeyler, derecelemeler aynı zamanda ruh
sal bozukluğun, akıl hastalığının da derecesini gösterir.
Ana karnına, ana toprağa, ölüme dönmek tutku dere
cesinde bir saplantı olabilir. Eğer bu tutku denetim al
tına almamıyacak, bütün varlığı kaplayacak dereceye
yapacağı kötü davranışların, haksızlıkların cezasız kalacağını bilse
de böyle davranışlar ona zevk vermez. Çünkü Tanrı aşkı öylesine
içini kaplamıştır ki içinde iyilik yapmaktan başka bir düşünceye yer
kalmamıştır. Tanrı öylesine içini sevinçle, kutsallıkla, aşkla doldur
muştur ki Tanrı’yla. uyumsuz, Tanrı’ya yabancı olan her şey ona
değersiz gelir, tiksinti verir.»
«Dördüncü aşamada Tanrı sevgisi daha da büyümüş, köklenmiş-
tir. Artık her türlü savaşımı, her türlü deneyimi, her türlü karşı
çıkışları, acı çekmeyi içtenlikle, memnunlukla, kıvançla üstlenmeye
hazırlanmıştır.»
«Beşinci aşamada iç barışa ulaşmıştır. Sözlere sığdırılması ola
naksız en yüce bilgeliğin bütünlüğünün tadını çıkarmaktadır.»
«Altıncı aşamada Tanrı’mn öncesiz ve sonrasız olma durumu onu
yeniden biçimlemiştir. Artık eksiksizliğe, kusursuzluğa ulaşmıştır. Ha
yatın geçiciliğine karşı kayıtsız, kendini Tanrı’nm bir imgesine dö
nüştürmüş, gerçekten Tanrı’mn çocuğu olmuştur. Bundan daha
ileri, bundan daha yukarı bir aşama yoktur. Bu sonsuz huzur, son
suz mutluluk katıdır. Böylece içine açılan yeni insanın ulaştığı son
aşama, öncesiz ve sonrasız hayata erişmektir.» Meister Eckhart, Çe
viri : C. de B. Evans (Londra, John M. Watkins, 1952) II, 80-81.
30
Dostları ilə paylaş: |