ve bir kültürden ötekine daha da büyük değişiklikler
gösterir. Gerçek şu : Bir yaşantının bilince ulaşabilmesi
ancak o yaşantının bir düşünce sisteminin ve onun ka
tegorilerinin düzeniyle bağdaşması, onlarla bağıntılı ol
ması durumunda algılanabiimesiyle olabiliyor (12) . Dü
şünce sistemi toplumsal gelişimin oluşturduğu bir şey^
.Her toplumun yaşama çabası içinde, hayat biçimine
bağımlı olarak bir duygulanma ve algılama y o lu g e -
liştirmiş olması, nelerin bilince ulaşacağını, nelerin bf-
lince ulaşmayacağım belirleyen bir kategoriler siste~
minin oluşmasına neden oluyor. jBu sistem sanki «iop-
lumun koşulladığı bir süzgeç» gibi görev yapıyor; bu
süzgeçten geçemeyen yaşantılar bilince ulaşamıyor.
Öyleyse asıl sorun daha somut olarak bu toplum
koşullarının zihnimize yerleştirdiği süzgecin nasıl ça
lıştığı, bazı yaşantıların geçmesine izin verirken öte
kileri nasıl süzüp bilince girmesini engellediği soru
nudur.
Öncelikle birçok yaşantıların kolay kolay algılanıp
bilince ulaşamadığına dikkatlerimizi çevirelim. Ağrılar
(12)
Aynı düşünceler E. Schachtel’in «Memory and Childhood
Amnesia» (Bellek ve Çocukluk Unutkanlığı) adlı çok aydınlatıcı ya
zısında da açıklanmıştır (Psychiatry, cilt X, No. 1, 1947.). Adından
da anlaşıldığı gibi çocukluk anılarının unutulmasını konu edinen
bu yazıda özelikle çocukların kullandıkları kategorilerle «Schematas»
yetişkinlerin kulandıkları kategoriler arasındaki aykırılıklar üzerin
de duruluyor. İlk çocukluk yaşantılarının yetişkinlerin belleğinin dü
zeni ve kategorileriyle uyumsuz oluşu büyük ölçüde ...yetişkinle
rin belleğinin esas alınmış olmasından ileri geliyor. Benim görüşü
me göre çocukların da, yetişkinlerin de belleği konusunda söyledik
leri çok yerinde ancak bu aykırılıklar yalnızca çocukların katego
rileriyle yetişkinlerinkiler arasında değil, değişik kültürlerin insan
ları arasında da var. Bundan başka sorun yalnız bellek sorunu da
değil, genel olarak bilinç sorunu.
47
belki de gövdeyle ilgili yaşantılar içinde en kolay algıla
yabilip fark edebildiklerimizdir; cinsel istek, açlık vb.
bunlarda kolaylıkla algılanabilirler; hiç kuşkusuz bire
yin ya da toplumun yaşamının sürdürülmesiyle ilgili
duyumlar da kolayca farkedilir. Ama örneğin sabah er
kenden güneş yavaş yavaş doğarken, havada sabah aya
zı varken, üzerinde bir çiğ taneciğiyle bir gül goncası
görmek ve kuş sesi duymak gibi daha ince daha karma
şık yaşantılara gelince bu yaşantılar bazı kültürlerde,
diyelim ki Japonya’da kolaylıkla bilince ulaşır da buna
karşın aynı yaşantılar bizim çağdaş Batı kültürümüzde
genellikle dikkat çekecek kadar «önemli« ya da «olaylı»
görülmez. Böyle ince duygusal yaşantıların fark edilip
ayırt edilebilmesi o kültürde buna benzer yaşantıların
üzerinde durulup işlenmiş olmasına bağlıdır. Pek çok
duygusal yaşantılar vardır ki bir kültürde bu yaşantıları
dile getirecek tek sözcük bile yokken ötekinin bu duy
guları dile getirmek için çok sayıda sözcükleri vardır.
Örneğin İngilizcede cinsel sevgiden, kardeşlik sevgisi ve
ana sevgisine kadar bütün yaşantıları dile getirmek için
tek bir sözcük var, «love», sözcüğü. Eğer bir dilde de
ğişik duygusal yaşantılar değişik sözcüklerle dile getiri-
lemiyorsa bir kimsenin böyle bir yaşantıyı fark edip
ayırt edebilmesi hemen hemen olanaksızdır. Tersine
eğer değişik duygusal yaşantılar için değişik sözcükler
varsa bunların bilinçleştirilmesi kolaylaşır. Konuyu ge
nelleştirirsek eğer bir dilde o yaşantıyı dile getirecek
bir sözcük yoksa o yaşantının bilince ulaşabilmesi çok
az rastlanan bir olasılıktır.
Dilin süzgeç olarak yaptığı işlevin bu yalnızca bir
yanıdır. Diller arasındaki farklılığın bir tek nedeni be
lirli duygusal yaşantıları dile getirmek için kullandık
ları sözcükler arasındaki ayrılıklar değildir. Bir yan
48
dan da sözcüklerinin söz dizimi, dil bilgisi ve kök an
lamı gibi bakımlardan da farklılaşırlar. Yaşama konu
sunda belirli bir tutuma göre biçim almış olan bir dil
bu tutumun dışındaki yaşantıları dile getirebilmek ba
kımından donmuş, kıvraklığını yitirmiş olur (13).
İşte bir iki örnek : Öyle diller vardır ki onlar da
örneğin «yağmur yağıyor» eylem kipi benim yağmur
altında olup ıslanmama ya da benim yağmur yağdığını
kulübenin içinden görmüş olmama ya da bir başkası
nın bana yağmur yağdığını söylemiş olmasına göre baş
ka başka şekillerde çekilir. Kuşkusuz bir olayın yaşantı
biçimine dönüştürülmesinin bu çeşitli kaynaklarında
dilin taşıdığı ağırlık insanların bu olayı yaşantıya dö
nüştürme biçimlerinde çok büyük etki yapar (örneğin,
salt anlık yeteneğiyle bilginin kavranmasına bütün ağır
lığını koymuş olan çağdaş kültürümüz için bir olayın
nasıl bilinebilmiş olması yani doğrudan yaşantıyla mı,
dolaylı olarak ya da bir yerden duyulmak yoluyla mı
öğrenilmiş olması arasındaki farklılıklar pek az önem
taşır). İbrani dilinde bir eylem (fiil) çekiminde ana
öğe o eylemin tamamlanmış olup olmamasıdır. Eylemin
zamanı yani geçmişte, şimdide ya da gelecekte olması
ancak ikinci önemde açıklanır. Latincede her iki öğe
de yani eylemin tamamlanmış olup olmaması ve zama
nı, ikisi birden aynı önemde belirtilir. Buna karşın İn
gilizcede ağırlık daha çok eylemin zamanı üzerine ak
tarılmıştır. Söylemeye bile gerek yok, eylemlerin çeki
mindeki bu farklar yaşantılarda da farklılıklara neden
oluyor (14).
(13) Benjamin Whorf’un yeni ufuklar açıcı nitelikteki «Meta
Linguistic* konusundaki derlenmiş yazılarıyla karşılaştırınız.
(Washington, D. C. Foreign Service Institute, 1952.)
(14) Bu farkın önemini ortaya çıkaran bir örnek Kutsal Kita
bin Eski Ahid bölümünün İngilizce ve Almanca çevirileridir; İbra-
49
Dostları ilə paylaş: |