Freud, birey ve toplumu aslında birbirinden ayrı,
hattâ birbirinin karşıtı olan iki farklı birim olarak görmüş,
bireyle toplum arasındaki ilişkiyi de daha çok statik bir
ilişki olarak nitelemiştir. Tüm uygarlaşma ve kültürleşme
süreçlerine rağmen, birey, temel eğilimleri açısından tarih
boyunca hep aynı kalmakta, yalnızca toplumun baskı
derecesine göre değişmektedir; daha az ya da daha çok
uygar bir hale gelmektedir. Baskı altında tutulmuş da olsa
insan aslında vahşîdir, yırtıcıdır ve yıkıcıdır, yani kötüdür.
Ne kadar uygarlaşırsa uygarlaşsın insan tabiatının temeli
değişmez. Tarih boyunca baskının az olduğu ya da bir
dereceye kadar ortadan kalktığı dönemlerde patlak veren
savaşlar ve bu gibi yıkıcı eylemler, Freud'a göre, bunun
inkâr edilemez kanıtlarıdır.
Görülüyor ki, Freud, ahlâk konusunda insan tabiatı-
nın kötü olduğunu öne süren geleneksel anlayışa bağlı
kalmıştır. Bunun içindir ki, insan tabiatının değiştirileme-
yeceğini ve kötülüğün yeryüzünden silinemeyeceğini, olsa
olsa denetlenebileceğini kabul eden karamsar bir görüşün
temsilcisidir. Başka bir deyimle "aslî günah" kavramını
benimsemiş olan -yani insan tabiatının ta başından lânet-
lenmiş olduğunu, kötü olduğunu, kendi başına kurtuluşa
ulaşmasının mümkün olamayacağını öne süren- kötümser
bir dinsel görüşün din-dışı alandaki temsilcisidir. Ölü-
münden az önce, yanında bulunan yakın dostlarının an-
lattığına göre, Freud, 2. Dünya Savaşı'nın o korkunç ve in-
sana dehşet veren acı sonuçlarını kendi kuramının doğru-
luğunun birer kanıtı olarak görmüş ve bundan büyük bir
üzüntü duymuştur.
XXVIII
Fromm'a gelince: Freud'un biyolojik etkenlere
ağırlık vermesine ve insanı aslında biyolojik bir varlık
olarak görmesine karşı, Fromm, sosyo-kiiltürel etkenlere
ağırlık vermiş ve insanın daha çok sosyal bir yaratık
olduğu noktası üzerinde durmuştur. İnsanın hiç şüphesiz
açlık, susuzluk, cinsel ihtiyaç, uyku ihtiyacı ve bu gibi,
hayvanlarla ortak olarak sahip olduğu birtakım temel
fizyolojik ihtiyaçları vardır. Ama bu ihtiyaçların ifade ve
tatmin şekilleri toplumdan topluma ya da kültürden kül-
türe değişmektedir, dolayısıyla sosyo-kültürel etkenlerle
belirlenmektedir.
Ayrıca, Fromm'a göre, psikolojinin esas problemi bu
gibi teme) ihtiyaçların tatmininden ya da engellenme-
sinden doğacak sonuçlarla ilgili değildir. Fromm,
psikolojinin temel probleminin bireyin dış dünya ile
-tabiatla ve başka insanlarla- kendine özgü bir ilişki
kurmasından kaynaklandığına ve böyle bir ilişkinin de
ancak öğrenme, eğitim ve kültürleşme süreçleriyle gerçek-
leşebileceğine dikkati çekmektedir. Fromm'a göre, insanın
dış dünya ile ve toplumla ilişki kurma ihtiyacının tatmin
edilmesi, en az temel ihtiyaçlarının tatmin edilmesi kadar
önemli ve zorunludur, belki de onlardan daha zorunludur.
Dolayısıyla, insan, Freud'un düşündüğü gibi bencil ve
anti-sosyal bir varlık olacak yerde, tersine,, sosyal bir
varlıktır. Çünkü Fromm, insan davranışına yön veren
itkiler ve çeşitli etkenler içerisinde en etkin gücün sevgi
olduğuna inanmaktadır: Sevmek, başkalarına yönelmek,
başkalarıyla sevgiye ve işbirliğine dayanan ilişkiler kur-
mak, kendini kendi dışındaki bir şeye, bir fikre, bir davaya
yöneltmek , başka insanlarla ve dış dünya ile birleşmek,
XXXIX
vb. ihtiyaçlar da insan varlığına sıkı sıkıya bağlı olan
ihtiyaçlar olarak görünmektedir.
Freud'un, bireyle toplumu birbirinden ayrı ve birbiri-
ne zıt birimler olarak görmesine karşı, Fromm, birey ve
toplumu birbiriyle ilişkili bir bütün olarak görmekte ve
karşılıklı olarak birbirlerini etkilediklerini ve değiştirdik-
lerini öne sürmektedir. Dolayısıyla, bireyle toplum arasın-
daki ilişki, Freud'un öne sürmüş olduğu gibi statik bir
ilişki olacak yerde, dinamik bir nitelik taşımaktadır.
Fromm'a göre, toplum yalnızca bir baskı unsuru değildir;
bireyin üzerinde yapıcı bir etkide de bulunur. İnsan bir an-
lamda kültürel bir üründür; ama bireyin de toplumu ve
toplumsal olayları etkileyebilme, yönlendirebilme ve de-
ğiştirebilme gücü vardır. Sosyo- ekonomik ve kültürel şart-
ların insan karakterine biçim vermesi, bireyle toplum ara-
sındaki ilişkinin yalnızca bir yönüdür. Öteki yönü ise, bire-
yin temel çabalarının kültürün yapısı ve gelişme yönü üze-
rinde belirleyici bir etkide bulunmuş olmasıdır.
Freud'un, insanlık tarihini uygarlaşmanın tarihi
olarak görmesine, uygarlığın gelişmesini ise toplumun
birey üzerindeki baskısına bağlamasına ve bu toplumsal
baskının gerekliliği üzerinde ısrarla durmasına karşı,
Fromm, insanlık tarihini, insanın dış otoritenin baskı-
sından kurtulup bireyselliğini kazanmış olmasını ifade
eden bir süreç olarak yorumlamaktadır. Tarih boyunca
insan, özellikle reform çağından bu yana, ait olduğu ve
özdeşleştiği gruptan -aileden, klandan, dinî topluluktan,
toplumdan, vb.- koparak bireyselliğini kazanmış, özgürlü-
ğüne ve bağımsızlığına kavuşmuş, kendi güçlerini, aklını,
iradesini, yaratıcılığını, vb. imkânlarını ve yeteneklerini
XXXI XXXIX
kullanabilecek hale gelmiştir. Ama bir yandan da insanın
-ait olduğu ve kendisine güvenlik sağlayan gruptan ya da
topluluktan koptuğu için- yalnızlığı, güvensizliği ve
şüpheleri artmıştır. Şimdi yeniden güvenliğe ulaşmak,
kendi hayatına ve dünyaya bir anlam, kazandırmak, yeni-
den dış dünya ve başka insanlarla birleşmek ve özdeşleş-
mek zorundadır. Fromm'a göre, çağdaş insanın temel
problemi budur ve bu problem -az sonra göreceğimiz gibi-
ahlâk problemiyle yakından ilgilidir.
Fromm, çocuğun gelişmesinde de aynı sürecin ege-
men olduğunu göstermektedir bize. Çocuk da, büyüdükçe
kendi bilincine varmaya ve kendisiyle başkalarının birbi-
rinden ayrı varlıklar olduğunu fark etmeye başlar. Uygun
çevresel şartlar sağlandığı takdirde -ve doğuştan gelen be-
densel, zihinsel ve duygusal imkânlar var olduğu takdirde-
yavaş yavaş kendi benliğini kazanır. Tıpkı toplumsal geliş-
mede olduğu gibi, kendini ayrı ve bütünleşmiş bir varlık
olarak görür, bireyselliğine, bağımsızlığına ve özgürlüğü-
ne ulaşır. Ama burada da yine belli bir gruba "ait olma"
ve "güvenlik" duygularının yitirilmesi yüzünden endişe,
güvensizlik ve yalnızlık duygularının arttığını, dolayısıyla
dış dünya ve başka insanlarla yeni bir ilişki ve birlik kur-
ma çabalarının ortaya çıktığını görüyoruz. Çocuğun geliş-
mesi normal ve sağlıklı bir çevre içerisinde gerçekleştiği
takdirde, çocuk, yaratıcı güçlerini ve eğilimlerini geliştire-
bilecek, kendine olan güveni, saygısı ve sevgisi artacak,
aynı zamanda başkalarıyla karşılıklı bir sevgi ve saygıya
dayanan olumlu ilişkiler kurabilecek hale gelecektir. Ama
çocuğun iradesine ve bağımsızlığına karşı çıkan, yaratıcı
eğilimlerini gerçekleştirmesine imkân vermeyen aşırı en-
gellemelerde bulunan ya da çok fazla koruyucu bir tavır
Dostları ilə paylaş: |