Erdem ve mutluluk



Yüklə 32 Kb.
Pdf görüntüsü
səhifə77/77
tarix14.05.2018
ölçüsü32 Kb.
#43822
1   ...   69   70   71   72   73   74   75   76   77

nıflar için alçakgönüllülük ve itaat, yukarı sınıflar içinse harislik 
ve tuttuğunu koparma gücü gibi erdemlere ağırlık verilmiş 
olması bunun açık bir örneğidir. Sınıf yapısı ne derece belirlen-
miş ve kurumlaşmışsa, farklı sınıflar için o derece farklı kurallar 
olduğu açıkça görülecektir: Bir derebeylik kültüründe özgür 
insanlarla köleler için, Birleşik Devletler'in güneyinde beyazlarla 
Zenciler için ayrı ayrı kurallar olması gibi. Toplumun kurum-
laşmış yapısında sınıf farklarının bulunmadığı çağdaş demok 
ratik toplumlarda, farklı birtakım kurallar yan yana öğretil-
mektedir: İncil İn ahlâk ilkeleri ile, başarılı bir işi yürütmede etkili 
olan kuralların yan yana bulunması gibi... Her insan kendi sosyal 
durumuna ve yeteneğine göre bu kural grubundan kullana-
bileceği birini seçecek, ama ona karşıt olan kurallar sistemine 
sözde kalan bir bağlılık göstermeye belki de yine de- vam 
edecektir. Ev ve okul eğitimindeki farklar (İngiltere'deki özel 
okullarda ve Amerika Birleşik Devletleri'ndeki bazı özel okullarda 
olduğu gibi), öteki kural grubunu açıkça inkâr etmeksizin, yük-
sek sınıfın sosyal durumuna uygun gelen birtakım özel değer-
lere ağırlık verme eğiliminin ortaya çıkmasına yol açmaktadır. 
Herhangi bir toplum içerisindeki ahlâk sisteminin fonksi-
yonu, o toplumun, hayatını sürdürmesine yardımcı olmaktır. 
Ama böyle bir toplumsal ahlâk, aynı zamanda bireyin de yararı-
nadır; çünkü toplum o şekilde yapılaşmıştır ki, birey olarak o bu 
yapıyı değiştiremez, dolayısıyla kendi menfaati toplumun men-
faatine bağlıdır. Ama, aynı zamanda, toplum o şekilde düzen-
lenmiş olabilir ki, toplumun yaşaması için gerekli olan kurallar ile 
üyelerinin tam olarak gelişmesi için gereken evrensel kurallar 
birbiriyle çatışabilirler. Bu, özellikle, ayrıcalıklı grupların toplu-
mun geri kalan üyelerine egemen olduğu ya da onları sömür-
düğü toplumlar için doğrudur. Ayrıcalıklı grubun menfaatleri 
çoğunluğun menfaatleriyle çatışmaktadır; ama toplum böyle bir 
sınıf yapısına dayanarak fonksiyonda bulunduğu için, ayrıcalıklı 
274 
grubun üyeleri tarafından bütün üyelere zorla kabul ettirilen ku-
rallar, toplumun yapısı temelli bir şekilde değişmedikçe, herkesin 
yaşayabilmesi için gereklidir. 
Böyle bir kültürde yaygın olan ideolojiler, herhangi bir çatış-
ma olduğunu inkâr etme eğilimini göstereceklerdir. İlk olarak, o 
toplumun ahlâk kurallarının toplumun bütün üyeleri için eşit bir 
değer taşıdığını iddia edecekler ve o günkü sosyal yapıyı des-
tekleyen kuralların insan varlığının gereklerinden kaynaklanan 
evrensel kurallar olduğunu vurgulama eğilimini göstereceklerdir. 
Sözgelişi, hırsızlığın yasaklanması, çoğu zaman adam öldürme 
yasağının ortaya çıkmasına yol açan aynı insanî zorunluluktan 
kaynaklanıyormuş gibi gösterilmektedir. Böylece, yalnızca belli 
bir toplumun yaşaması için gerekli olan kurallara, kaynağını 
insan varlığından alan, dolayısıyla evrensel olarak geçer olan 
kurallara verilen değer verilmiştir. Belli bir sosyal düzen tipi 
tarihsel yönden kaçınılmaz olduğu zaman, bireyin, toplum için 
geçerli olan ahlâk kurallarını ister istemez kabul etmekten başka 
bir seçeneği yoktur. Ama bir toplum, değişme için gereken temel 
var olduğu halde, büyük çoğunluğun menfaatlerine karşı çıkan 
bir yapıyı sürdürdüğü zaman, ahlâk kurallarının sosyal şartlar ta-
rafından belirlenmiş olduğunun bilincine varılması, sosyal düzeni 
değiştirme eğilimlerini desteklemede önemli bir etken olacaktır. 
Bu gibi girişimler, eski düzenin temsilcileri tarafından genellikle 
ahlâka aykırı olarak nitelenir. Mutlu olmak isteyenler "bencil" ola-
rak, ayrıcalıklarını elden kaçırmak istemeyenler ise "sorumlu 
kişiler" olarak görülür. İtaat ise, "bencil olmama" ve "fedakârlık" 
gibi bir erdem olarak görüldüğü için göklere çıkarılır. 
Toplumsal ahlâkla evrensel ahlâk arasındaki çatışma in-
sanlığın evrim süreci içerisinde gitgide azalmakla birlikte, in-
sanlık, "toplumun" menfaatleriyle bütün üyelerinin menfaatinin 
aynı olduğu bir toplum kurmayı başaramadığı sürece, bu iki tip 
107 


ahlâk arasındaki çatışma devam edecektir, insanlığın evriminde 
bu noktaya ulaşılmadıkça, tarihsel şartlarla belirlenmiş sosyal 
zorunluluklar, bireyin varlığından kaynaklanan evrensel zorunlu-
luklarla çatışacaktır. Eğer birey, beş yüz yıl ya da bin yıl yaşaya-
bilseydi, bu çatışma olmayabilirdi, ya da hiç değilse büyük ölçü-
de azalırdı. O zaman uzun bir ömür sürer, keder ve elemle ektiği 
şeylerin hasadını sevinçle yapabilirdi; tarihsel bir dönemin acı-
larının bir sonraki dönemde vereceği meyvelerden o da yarar-
lanabilirdi. Ama insan altmış ya da yetmiş yıl yaşayabilmektedir; 
haşatı hiçbir zaman göremeyebilir; yine de insanlığın gerçekleş-
tirmesi gereken her türlü imkânı kendi içinde taşıyan biricik 
yaratık olarak dünyaya gelmiştir. İnsan bilimi alanında çalışan 
bir kişiye düşen iş, böyle bir çatışmayı örtbas etme amacını 
güden "uyumlu" çözüm yolları arayacak yerde, onu açık ve 
seçik bir şekilde görebilmektir. İnsanın vicdanın sesini destek-
lemek ve güçlendirmek, insan için iyi ya da kötü olan şeyleri, in-
sanlığın belli bir evrim dönemindeki bir toplum için iyi mi yoksa 
kötü mü olduğuna bakmadan değerlendirmek de ahlâk düşünü-
rünün görevidir. O, "çölde haykıran bir ses" olabilir, ama bu ses 
canlı kalıyorsa ve hiçbir ödün vermeye yanaşmıyorsa, çöl de-
diğimiz yer bereketli bir toprağa dönüşecektir. Toplum gerçekten 
insana uygun, insanca olabildiği ölçüde, yani bütün üyelerinin bir 
insan olarak gelişmesini tam olarak sağlayabildiği ölçüde, top-
lumsal ahlâkla evrensel ahlâk arasındaki çatışma azalacak ve 
giderek ortadan kalkacaktır. 
276 
V. BÖLÜM 
BUGÜNÜN AHLÂK PROBLEMİ 


Filozoflar kral olmadıkça, ya da bu dünyadaki krallar ve 
prensler felsefenin özünü ve gücünü kavramış gerçek 
filozoflar olmadıkça, siyasal güç ve bilgelik fek bir elde 
toplanmadıkça, bunlardan yalnızca birinin ya da öte-
kinin peşinden koşan sıradan insanlar bu işlerden el-
çekmek zorunda bırakılmadıkça, devletlerin de, insan-
oğlunun da kendilerini kemiren kötülüklerden kurtulama-
yacağına -dolayısıyla bizim Devletimizin gerçekleşme-
sinin ve gün ışığına çıkmasının mümkün olamayacağına-
inanıyorum. 
Platon,
 Devlet 
Bugünün özel bir ahlâk problemi var mı? Ahlâk problemi 
bütün çağlar ve bütün insanlar için bir ve aynı değil mi? 
Gerçekten de öyle; ama her kültürün kendi yapısından 
kaynaklanan özel ahlâk problemleri de vardır; şu var ki, bu özel 
problemler insanın ahlâk probleminin çeşitli görünüşlerinden 
başka bir şey değildir. Bu gibi özel görünüşler, ancak insanın 
temel ve genel problemi ile ilişkili hale getirildiği zaman 
anlaşılabilir. Bu son bölümde, genel ahlâk probleminin özel bir 
görünüşü üzerinde durmak istiyorum; bunu kısmen psikolojik 
görüş açısından çok önemli bir problem olduğu için, kısmen de 
bu problemi çözmüş olduğumuzu sanmak gibi bir yanılgıya 
düşerek ondan kaçmaya çalıştığımız için yapıyorum; İnsanın 
kuvvete ve güç'e karşı takınmış olduğu tavır problemi... 
İnsanın kuvvete karşı takınmış olduğu tavır, insanoğlunun 
var oluş şartlarından kaynaklanır. Fizik varlıklar olarak güç'e 
bağımlıyız -tabiatın gücüne ve insan gücüne. Fizik kuvvet, 
özgürlüğümüzü elimizden alabilir ve bizi öldürebilir. Ona karşı 
koyabilmemiz ya da onu alt edebilmemiz, bedenimizin ve silâh-
larımızın gücü ile ilgili rastgele etkenlere bağlıdır. Aklımız ise 
279 


güç'e doğrudan doğruya bağımlı değildir. Doğru bulduğumuz 
gerçekler, inandığımız fikirler kuvvete başvurularak geçersiz 
kılınamaz. Güç ve aklın varlık alanları birbirinden ayrıdır ve 
kuvvet hiçbir zaman gerçeği çürütemez. 
İnsanın zincirler içerisinde doğmuş olmasına rağmen özgür 
olduğu anlamına mı geliyor bu? Aziz Paul'un ve Luther'in iddia 
ettikleri gibi, bir kölenin aklı efendisinin aklı kadar özgür olabilir 
mi? Eğer bu doğru olsaydı, insanın var oluş problemi gerçekten 
de büyük ölçüde basitleşmiş olurdu. Ama böyle bir görüş, 
fikirlerin ve gerçeğin, insanın dışında ve insandan' bağımsız 
olarak var olmadığını, insanın aklının bedeninden etkilendiğini, 
ruhsal durumunun, bedensel ve toplumsal yaşantısından etki-
lendiğini gözden kaçırmaktadır. İnsanda sevme ve gerçeği bilme 
yeteneği vardır, ama o -yalnızca beden olarak değil, tüm varlığı 
ile-kendisinden üstün bir kuvvet tarafından tehdit ediliyorsa, 
çaresiz ve ürkmüş bir hale getirilmişse, aklı da bundan 
etkilenecek, zihinsel fonksiyonları bozulacak ve felce 
uğrayacaktır. Güç'ün felce uğratıcı etkisi yalnızca yaratmış oldu-
ğu korkudan değil, aynı zamanda, üstü-kapalı bir vaatten ileri 
gelmektedir: Gücü ellerinde tutan kişilerin kendilerine boyun 
eğen "zayıfları" koruyabilecekleri, onlara ilgi gösterebilecekleri, 
insanı güvensizliğin ve kendi sorumluluğunu kendi üzerine 
almanın yükünden kurtarabilecekleri, bunu da gereken düzeni 
sağlayarak ve bireye bu düzen içerisinde kendini güvenli hisse-
debileceği bir yer vererek yapabilecekleri gibi bir vaatten... 
İnsanın bu tehdit ve vaat karşısında boyun eğmesi, gerçek 
"düşüşüdür". Güç'e, yani başkasının egemenliğine boyun 
eğmekle kendi gücünü, yani etkinliğini yitirmektedir. Kendisini 
gerçek bir insan yapan bütün yeteneklerini kullanma gücünü 
yitirmektedir; aklı artık çalışmaz hale gelmiştir; zeki olabilir, 
nesneleri ve kendini yönetebilir, ama kendisine egemen olan 
280 
kimselerin "gerçek" olarak nitelediği şeylerin gerçek olduğunu 
sanır. Sevme gücünü yitirir, çünkü duyguları bağımlı olduğu 
kişilere sıkı sıkıya bağlıdır. Ahlâk duygusunu yitirir, çünkü güç 
sahibi olanları tartışma konusu etme ve eleştirme yeteneksizliği 
yüzünden, herhangi bir insan ya da olay hakkında ahlâkî bir 
yargıda bulunamaz hale gelir. Ön-yargılara ve boş-inançlara 
kapılmaya yatkındır, çünkü bu gibi yanlış inançların dayanmış 
olduğu öncüllerin geçerliğini araştıracak durumda değildir. Kendi 
sesi, ona kendine gelmesi için çağrıda bulunamaz, çünkü 
kendisi üzerinde güç sahibi olan kişilerin sesini dinlemekten 
kendi sesine kulak vermeyi beceremez. Gerçekten de özgürlük, 
mutluluğun olduğu kadar erdemin de zorunlu şartıdır; ama bura-
da söz konusu olan, rasijele seçmeler yapma yeteneği ve zo-
runluluktan kurtulmuş olma anlamına gelen bir özgürlük değil, 
bir insanın sahip olduğu imkânları geliştirmesi, kendi varlığının 
yasalarına göre insanın gerçek tabiatını gerçekleştirmesi anla-
mına gelen bir özgürlüktür. 
Eğer özgürlük, yani insanın güç'e karşı bütünlüğünü ko-
ruma yeteneği ahlâkın temel şartı ise, Batı dünyasının insanı, 
ahlâk problemini çözmüş değil midir? Böyle bir problem, yal-
nızca otoriter rejimlerdeki diktatörlerin yönetimi altında yaşayan, 
kişisel ve politik özgürlüklerini bu otoritelere kaptırmış olan 
insanların problemi değil midir? Gerçekten de, çağdaş demok-
rasilerde ulaşılmış olan özgürlük, insanın gelişmesi için bir 
umudu ya da bir vaadi -insanın menfaatini gözeterek hareket et-
tiklerini iddia etmelerine rağmen hiçbir diktatörlükte bulunmayan 
bir vaadi- dile getirmektedir. Ama bu, henüz gerçekleşmemiş bir 
umuttan, bir vaatten başka bir şey değildir. Kendi kültürümüzü, 
insanlığın en güzel başarılarını inkâr eden yaşama biçimleri ile 
karşılaştırmaya kalkarsak, ahlâk problemimizi gözden kaçırmış 
oluruz; böylece, bizim de güç'e boyun eğdiğimizi, bir diktatörün 
ı
 127 


ya da ona bağlı olan politik bir bürokrasinin gücüne değil de, pa-
zarın, başarının, kamuoyunun, "sağduyunun" -daha doğrusu 
sağduyusuzluğun- ve kölesi olduğumuz makinenin anonim gü-
cüne boyun eğdiğimiz gerçeğini göremeyiz. 
Bizim ahlâk problemimiz, insanın kendisine karşı duyduğu 
kayıtsızlıkla ilgilidir. Bunun temelinde, bireyin önemi ve biricikliği 
duygusunu yitirmiş olmamız, kendimizi kendi dışımızdaki amaç-
lar için araç haline getirmemiz, kendimizi pazarda satılacak bir 
mai olarak görmemiz ve bu şekilde ele almamız ve kendi gücü-
müzün kendimize yabancılaşmış olması gerçeği yatmaktadır. 
Nesneler haline gelmişiz, bize yakın olan insanlar da birer nes-
neden başka bir şey değil. Bunun sonucu olarak, kendimizi güç-
iîüz hissediyoruz ve güçsüzlüğümüzden ötürü de kendimizi kü-
çük görüyoruz. Kendi gücümüze güvenmediğimiz içindir ki, insa-
na da inanmıyoruz, kendimize de inanmıyoruz, güçlerimizin ya-
kabileceği şeylere de inanmıyoruz. Hümanist anlamda vicdanı-
nız yok bizim, çünkü verdiğimiz yargılara güvenme cesaretini 
gösteremiyoruz. Tuttuğumuz yolun sonunda bir gayenin var ol-
nası gerel tiğine inanan bir sürüden başka bir şey değiliz, çünkü 
herkesin aynı yolu tuttuğunu görüyoruz. Karanlıktayız, yine de 
cesaretimizi koruyoruz, çünkü herkesin, tıpkı bizim gibi ıslık çal-
dığını duyuyoruz. 
Dostoyevski bir zamanlar şöyle demişti: "Tanrı ölmüşse, 
artık yoksa her şey mubah, her şeye izin var demektir." Gerçek-
ten de pek çok insan buna inanır; yalnızca aralarında şu fark 
vardır: Bazıları bundan, Tanrının ve kilisenin, ahlâkî düzeni des-
teklemek için yaşamaya devam etmesi gerektiği sonucunu çıka-
rır; bazıları ise her şeye izin verildiği, her şeyin mubah olduğu, 
geçer olan hiçbir ahlâkî ilkenin bulunmadığı, hayata yön veren 
biricik ilkenin kendi menfaatini düşünmek olduğu fikr'ıi benim-
ser. 
282 
Buna karşılık hümanist ahlâkın tutumu şudur: Eğer insan 
yaşayan bir varlıksa, neyin mubah olduğunu, neye izin verilmiş 
olduğunu bilir; "yaşamak" demek, yaratıcı olmak, kendi güçlerini 
insanı aşan herhangi bir amaç uğruna değil de, kendisi için 
kullanmak, kendi varlığına anlam kazandırmak, insan olmak 
demektir. Bir insan, gayesinin ve amacının kendi dışında 
olduğuna, bulutların ötesinde olduğuna, geçmişte ya da gele-
cekte olduğuna inandığı sürece kendi dışına çıkmış olacak ve 
başarıyı, hiçbir zaman bulamayacağı yerlerde arayacaktır. Çö-
züm yollarını ve cevapları her yerde arayacak, ama gerçekten 
bulabileceği tek yere bakmayı -yani kendinde aramayı- düşün-
meyecektir. 
"Gerçekçi" kişiler, ahlâk probleminin geçmişin bir kalıntısı 
olduğunu anlatmaya çalışırlar bize. Psikolojik ve sosyolojik 
incelemelerin, bütün değerlerin yalnızca belli bir kültürle ilişkili 
olduğunu açıkça ortaya koyduğunu; kişisel ve toplumsal gelece-
ğimizin ancak maddî başarıyla güvence altına alınabileceğini 
öne sürerler. Ama bu "gerçekçiler", bazı acı gerçeklerin farkında 
değildirler. Tek tek insanların hayatındaki boşluğun ve plansız-
lığın, yaratıcılıktan yoksun olmanın ve bunun sonucu olarak da 
kendine ve insanlığa inanç duymamanın -uzun bir süre devam 
edecek olursa- duygusal ve ruhsal bozukluklara yol açacağını 
ve bu yüzden insanın maddî başarılarını bile gerçekleştireme-
yecek hale geleceğini göremezler. 
Sonumuzun kötü olacağını bildiren sesleri bugün gittikçe 
daha sık duyuyoruz. Bu sesler, bugünkü durumumuzun yol aça-
bileceği tehlikelere dikkati çekmek bakımından önemli bir fonksi-
yon görmüş olsa bile, insanın tabiat bilimlerinde, psikolojide, tıp-
ta ve sanatta kazanmış olduğu başarıların bize neler vaat ettiğini 
gözden kaçırıyorlar. Gerçekten de, bu başarılar, çökmekte olan 
bir kültürün gözlerimizin önünde canlanan hayaliyle bağdaşama-
107 


yan kuvvetli yaratıcı güçlerin var olduğunu göstermektedir. 
Çağımız bir geçiş dönemi içerisinde bulunmaktadır. Orta Çağ 
15. yüzyılda bitmemiş, Yeni Çağ ise hemen ondan sonra baş-
lamamıştır. Son ve başlangıç, dört yüz yıl süren bir süreci 
gerektirmiştir -bu dört yüz yılı kendi ömrümüzle değil de, tarihsel 
gelişme açısından ölçecek olursak, bunun gerçekten de çok 
kısa bir zaman olduğunu görürüz. Bizim çağımız da hem bir 
sondur, hem de imkânlarla yüklü bir başlangıçtır. 
Şimdi bu kitabın başında ortaya atmış olduğumuz soruyu, 
gurur duymakta ve umutlu olmakta haklı olup olmadığımız soru-
sunu tekrarlayacak olursam, cevabım yine olumlu olacaktır. Yal-
nızca, kitap boyunca tartışmış olduğumuz şeylerin sonucu ola-
rak, tek bir şartla: İyilik de, kötülük de kendi başına ya da bir 

Yüklə 32 Kb.


Dostları ilə paylaş:
1   ...   69   70   71   72   73   74   75   76   77




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©www.genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə