Kuramsal bilimlerle uygulamalı bilimler arasındaki
yakınlığa dikkati çektikten sonra, ahlâk problemine ve bu
problemin çözümünde insan bilimlerinin ne gibi bir katkısı
bulunabileceği konusuna dönebiliriz.
Ahlâkın temel probleminin "İyilik ve kötülük nedir?",
"İyilik ve kötülüğün kaynağı nedir?", "İyiliğe ulaşmak ve
kötülükten kaçınmak nasıl mümkün olabilir?" gibi belli
başlı üç soruya cevap aramak olduğunu görüyoruz..
İnsanlık tarihi kadar eski bir problemdir bu. Bugün
dünyamızın birçok yerinde, özellikle Avustralya, Afrika ve
Amerika'nın çeşitli yerlerinde yaşamaya devam eden ilkel
topluluklar üzerinde yapılan sosyal ve kültürel antropo-
lojik araştırmalardan elde edilen verilerden öğrendiği-
mize göre, iyi ve kötü güçlerin varlığı ve iyi güçlerin yar-
dımının nasıl sağlanacağı, kötü güçlerden ise nasıl
kaçınılacağı toplum içerisindeki düzeni sağlayan temel
kuralların ve bu kurallara dayanan örf ve âdetlerin baş-
lıca amacını oluşturmaktadır.
Toplumsal gelişmenin daha ileri aşamalarında, çok
tanrılı dinlerden tutun da, Manişeizm gibi hem iyi hem de
kötü güçlerin dünyaya egemen olduğu görüşünü savunan
ikili dinlere ve tek bir Tanrının egemen olduğunu kabul
eden, ama şeytan, iblis, ifrit gibi adlarla belirlenmiş kötü
bir gücün de dünyanın düzenine karıştığını öne süren ve
insan ruhunu bu iki gücün birbirini yenmeğe çalıştığı bir
savaş alanı olarak gören tek tanrılı dinlere varıncaya
kadar bütün dinler insanın iyiye nasıl ulaşabileceğini,
kötüden ise nasıl kaçınabileceğim amaçlayan birtakım
ayrıntılı kurallar ve uygulamalar (ameller) sistemi koy-
muşlardır ortaya.
XXIV
Dinsel sistemlerin yanında, çok eski çağlardan bu
yana dünyanın çeşitli yerlerinde, bazen dinle karışmış,
bazen dinden ayrı olarak gelişmiş ahlâk felsefelerinde de
-Eski Çin, Hind, Yunan filozoflarının, vb. ahlâk sistem-
lerinde- ön planda her zaman iyilik ve kötülük problemi
yer almıştır.
Ayrıca çeşitli mitolojiler, efsaneler, peri masalları
vb. kaynaklarda da iyi ve kötü güçlerin -devler, ejderha-
lar, cinler, periler, olağanüstü güçlü efsanevî kahraman-
lar, vb.- birbiriyle yaptığı bitip tükenmek bilmeyen savaş-
larla ilgili pek çok hikâyenin bulunduğunu görüyoruz.
Bütün bu sistemler ve başlangıçta temellerini daha
çok bu gibi sistemlerden alan örf ve âdetler, ahlâk, hukuk,
vb., davranış kurallarını belirleyen öteki sistemler iyi ve
kötünün ne olduğu, iyilik ve kötülüğün kaynağı, iyiliğe
ulaşmanın, kötülükten ise kaçınmanın nasıl mümkün
olacağı, iyi ve kötü davranışların karşılığı olarak ortaya
çıkan mükâfat ve cezaların neler olabileceği gibi konular-
da birbirinden oldukça farklı ve ayrıntılı birtakım kurallar
ve normlar koymuşlardır ortaya. Ama hepsinde ortak olan
nokta, iyiliğe ulaşmanın, kötülükten ise kaçmanın insa-
nın temel gayesi olduğu şeklindeki inançtır ve bizi burada
ilgilendiren de yalnızca bu ortak görüş ve anlayıştır.
Çağdaş psikolojinin gelişmesiyle, özellikle psikanaliz
alanındaki gelişmelerle birlikte, iyilik ve kötülük proble-
minin, başka bir deyimle ahlâk probleminin bilimsel bir
yaklaşımla ele alındığını görüyoruz. Psikanaliz, insan ru-
hu üzerindeki sayısız gözlemlere ve deneyimlere dayanan
çok geniş kapsamlı incelemeler ve araştırmalar sonucunda
XXXIX
elde edilen verilere ve bulgulara dayanarak, ahlâk proble-
minin aydınlatılmasında ve çözümünde çok önemli katkı-
larda bulunmuştur. Burada tüm psikanalitik kuramların
bu problemi ele alış biçimindeki farkları ve benzerlikleri
karşılaştırmalı bir şekilde özetlemeyi düşünmüyorum.
Amacım yalnızca çevirisini sunduğumuz bu kitabın yazarı
olan Erich Fromm'un bu konudaki görüşlerini kısaca göz-
den geçirmek, Fromm'un temel sistemi içerisinde ah'âk
problemine ne derece ağırlık verdiğini göstermek ve ahlâk
problemini nasıl bir yaklaşımla ele aldığını ortaya koyma-
ğa çalışmaktır. Ancak, bunu yapabilmek için, geleneksel
psikanalizin kurucusu olan Sigmund Freud'un bu konu-
daki görüşlerini ana hatlarıyla gözden geçirmekte yarar
vardır.
Freud, insanı aslında içgüdüleriyle belirlenmiş biyo-
lojik bir varlık olarak görmüş ve insanda iki temel
içgüdünün var olduğunu öne sürmüştür: Kendini koruma
içgüdüsü ve "libido" olarak adlandırdığı cinsel içgüdü.
Freud'a göre insan, yaşamak ve kendi soyunu sürdürmek
için bu içgüdülerini tatmin etmek zorunda olan bir
yaratıktır. Ama aynı zamanda, bu içgüdülerini tatmin
edebilmek için başka insanların varlığına da ihtiyaç
duyması bakımından toplumsal bir düzen kurmak ve böyle
bir .düzen içerisinde yaşamak zorundadır. Toplum, bir
yandan insanın doğuştan gelen içgüdülerini tatmin etmek
için bireye yardımcı olmakla birlikte, bir yandan da
-bireyin içgüdülerinin alabildiğine tatmin edilmesinin ya
da başka bir deyimle başı boş bırakılmasının yaratacağı
toplumsal düzensizlik ve kargaşa nedeniyle- bu içgüdüleri
sınırlamak ve denetlemekle görevlidir. Freud'un deyimiyle
bu içgüdüleri, özellikle cinsel içgüdüleri baskı altında
XXVI
tutmakla görevlidir. Böyle bir denetim ve baskı ise bireyle
toplum arasında temel bir çatışmanın ortaya çıkmasına
yol açmaktadır.
Freud'a göre, insan aslında bencil ve anti-sosyal bir
yaratıktır. Toplum onu ehlîleştirmeli ve sosyalleştirmen,
yani uygarlaştırmalıdır. İnsanlık tarihi, Freud'a göre,
böyle bir uygarlaşmanın tarihidir. Baskı ne kadar fazlaysa
uygarlık da o kadar gelişmiştir, ama insanın tabiî ihti-
yaçlarının, özellikle cinsel ihtiyaçlarının gerektiği şekilde
tatmin edilmemesinden ileri gelen çatışma da o ölçüde
artmıştır.
Freud'a göre, toplumun birey üzerindeki denetimi ve
baskısı sonucunda iki değişik olay ortaya çıkmıştır:
Freud'un "sublimation" dediği yüceltme ve nevrozlar. Bi-
reyin tabiî eğilimlerinin ve içgüdülerinin baskı altına alın-
ması, bu eğilimlerin ve içgüdülerin, toplumun -ve sosyal-
leşme sürecinin sonucu olarak bireyin kendisinin- değer
verdiği, yüksek gördüğü birtakım yüce gayelere yöneltil-
mesine yol açmıştır; böylece din, ahlâk, kültür, sanat, in-
sanî amaçlara yönelik bilimsel çalışmalar ye bu gibi bir-
takım yüceltilmiş değerler ve kurumlar ortaya çıkmıştır.
Ama öbür yandan, kültürleşmenin ve uygarlaşmanın bede-
li olarak da, bireyin içgüdülerinin gerektiği şekilde tatmin
edilememesi yüzünden nevrozlar, yani genel anlamıyla
birtakım ruhsal bozukluklar ortaya çıkmıştır. Freud'a gö-
re, yüceltme ve uygarlık ile tatmin ve nevrozluk arasında
şöyle bir orantı vardır: Yüceltme ve uygarlık ne kadar faz-
laysa, tatmin o kadar azdır, nevrozluk da o ölçüde artmış-
tır. Bu bakımdan, nevrozluk uygarlığın bir ürünü, daha
doğrusu bedelidir.
XXXIX
Dostları ilə paylaş: |