yüzyılın sonlarına doğru bu gibi kargaşalıklar daha da
arttı, hızlandı ve şiddetlendi. Dünyanın hemen her köşesi
bir başka sorunla çalkalanıp duruyordu. İnsanların yıllar-
ca umut ederek bağlandığı ya da zorla kabul ettiği komü-
nizm de sanki bir anda çöküp gitti. Koskoca Sovyetler
Birliği dağıldı ve büyük bir ekonomik bunalımla birlikte
çeşitli etnik gruplar arasında bitip tükenmek bilmeyen
sürtüşmeler ve savaşlar başladı. Bütün dünyada bağnaz
diyebileceğimiz bir milliyetçilik hareketi ön plana çıktı.
Çeşitli etnik ve kültürel gruplar arasında kıran kırana
savaşlar oldu ve hâlâ olmakta devam ediyor. Ve dünyamız,
yer yer öteden beri var olmakla birlikte günümüzde aşırı
bir önem kazanan yepyeni bir sorunla karşılaştı: Sığınma-
cılar sorunu ile... Yerlerini yurtlarını, evlerini barklarını,
çoğu zaman da yakınlarını ve akrabalarını terk etmek
zorunda kalan binlerce, yüz binlerce insan başka ülkelere
-başlarına ne geleceği belli olmayan başka ülkelere-
sığınmak için yollara döküldü. Ama çoğu zaman, sığınmak
istedikleri ülke tarafından reddedildiler. Gemiler dolusu
insan, o limandan o limana seyrederek ve hiçbir limana
sığınmalarına izin verilmeyerek açlıktan, hastalıktan,
fırtınadan yok olup gitti ya da zorla ülkelerine geri
gönderildiler. Hükümetlerin politikası gereğince kabul
edildikleri ülkelerde ise çoğu zaman o ülkenin vatandaş-
ları tarafından çeşitli saldırganlık olaylarına hedef oldu-
lar ya da dışlandılar. Özellikle geri kalmış ülkelerde bir
lokma yiyecek bulabilmek için, açlıktan iskelet haline gel-
miş binlerce kişi yollara döküldü: Her an yüzlercesinin
ölüme mahkûm olduğu binlerce insan... İnsan Hakları Bil-
dirisine, Birleşmiş Milletlere, Güvenlik Konseyi,
UNESCO, UNİCEF, Dünya Sağlık Örgütü (WHO), Gıda
XIII XXXIX
ve Tarım Örgütü (FAO) gibi umut verici girişimlere rağ-
men bütün bunlara bir çare bulunamadı. Bazı ülkelerde
Zencilerle beyazlar arasındaki çatışmalar sürüp giderken,
bir de farklı örgütlere bağlı Zenci gruplar arasında acı-
masız savaşlar çıktı ve bu gibi bir sürü olay yıllarca sürüp
gitti, hâlâ da sürüp gitmekte...
Öbür yandan, tarih boyunca çeşitli savaşlara ve
acımasız olaylara yol açmakla birlikte bir anlamda yine
de insanları bir umuda ve birbirine bağlayan din kurumu
da ya önemini yitirdi, ya da değişik bir şekle büründü: Bir
yanda inançsızlık, anlamsızlık ve boşluk duygusu, öte
yanda çeşitli mezhepler ve tarikatlar arasında amansız bir
düşmanlık ve bağnazlık... Ve çoğunlukla akıldışı birtakım
inançlardan medet uman yeni yeni tarikatlar ve mezhep-
lerin ortaya çıkışı... Ve bütün bunların yüzünden çağdaş
insanın bunca uygarlığa, bilim, kültür ve teknoloji ala-
nındaki bunca gelişmeye rağmen şaşkın ve güvensiz, ne
yapacağını, neye inanacağını, neye bel bağlayacağını
bilemez hale gelişi, dolayısıyla mutsuz bir hale gelişi....
Yukarıda söz konusu ettiğimiz olayların toplumları
sarstığı, insanların neye inanacaklarım bilemedikleri,
değerler skalasının altüst olduğu, eski değerlerin önemini
yitirdiği ve çoğu zaman yerine başka değerlerin
konamadığı ya da eski değerlerle çelişen birtakım yeni
değerlerin ortaya çıktığı geçiş dönemlerinde toplumsal
düzenin bozulmuş olması, bireylerin hayatını da büyük
ölçüde etkilemektedir. Bu ise, toplumdaki çözülme ve
dağılmanın daha da artmasına yol açarak bir kısır-dön-
*
günün ortaya çıkmasına neden olmaktadır.
Bu konunun ne derece ciddî, ne derece önemli, hattâ
tehlikeli boyutlara ulaştığını belirtebilmek için, günümüz-
de özellikle ahlâkî eğitim alanında karşılaştığımız güçlük-
lerden söz etmek istiyorum. Çocuklarımızı eğitirken onla-
rın hangi değerleri benimsemesini istiyoruz? Bu değerleri
bildiğimizi varsayalım: Çocuklarımızın neye değer vere-
ceklerini öğrenebilecekleri kaynaklarımız ya da araçları-
mız nelerdir?
En önemli eğitim aracı ya da organı hiç şüphesiz aile
ve yakın çevre, daha sonra da okuldur. Sonra kitaplar,
dergiler ve gazeteler, radyo ve en güçlü, belki de en fazla
etkileyici bir araç olarak televizyon gelir. Bu çeşitli
kaynaklardan çocuklara aşılanan ve aşılanmak istenen
değerler birbiriyle çelişecek olursa, çocuklarımız hangi
değerleri benimseyeceklerini nasıl bilecekler, hangi değer-
leri benimsemeleri gerektiğine nasıl karar vereceklerdir?
Bu konuda ülkemizden birkaç örnek vermek istiyorum.
Türkiye'de son yıllarda gazetelerde sık sık sözü geçen
bir kavram var: "Yükselen değerler". Bence yanlış bir
* Bu gibi toplumlarda, toplumsal değerlerde meydana gelmiş olan sarsıntılar ve
yıpranmalar, toplumun yapısını ve başta aile, eğitim, din, ekonomi ve iş hayatı
olmak üzere toplumsal kurumları etkilemekte ve yozlaştırmaktadır. Dolayısyla,
bu gibi toplumlarda fakirlik, işsizlik, hırsızlık, genç suçluluğu, cinayetler,
intiharlar, sokak hareketleri, fuhuş, boşanmalar, zührevî hastalıklar, uyuşturucu
alışkanlıkları ve alkolizm, ruh çöküntüleri ve başka ruhsal bozukluklar gibi
sosyal problemler ve bireysel bozukluklar artmaktadır. Lavvrence Frank böyle
bir toplumu hasta bir toplum olarak nitelemektedir: Lavvrence Frank, "Society as
the Patienf (American Journal of Sociology, November, 1936, ss. 335-344) ve
Society as the Patient(Nevj Brunswick, N.J.: Rutgers Univ. Press, 1948.)
XIV
deyim olmakla birlikte -çünkü ortada yükselen bir şey yok-
belirtilmek istenen şeyin anlamı çok açıktır: Birtakım
yanlış değerlerin, çoğu zaman ahlâk ilkelerine aykırı olan
değerlerin ortaya çıkması ve toplum içerisinde ön planda
rol oynamağa başlaması.
Ülkemizde pek çok aile, çocuklarına savurganlığın
(israfın) doğru bir şey olmadığını, insanın cömert, yani
eliaçık olması gerektiğini, ama hiçbir zaman savurgan
olmaması, hiçbir şeyi ziyan etmemesi gerektiğini öğret-
meğe çalışmış olabilir. Çocuk, aynı zamanda, okulda da
buna benzer öğütler dinlemiş, bu konuda çeşitli yazılar ve
hikâyeler de okumuş olabilir. Buna karşılık, gazetelerin
magazin sayfalarında ve bazı resimli dergilerde birtakım
zengin kişilerin diskoteklerde, gece kulüplerinde sırf
eğlenmek için yüzlerce porselen tabağı kırdıklarını, insan-
ların masaları devirip yine sırf eğlence olsun diye
üzerindeki bardakları, şişeleri ve bu gibi şeyleri yerlere
savurduklarını gösteren resimleri seyredebilir, bu konuda
yazılmış olan yazıları okuyabilir. Milyonlarca, milyarlar-
ca paranın su gibi akıp gittiği ve giderek sefahat âlemle-
rine dönüşen düğünler, vb. törenlerle ilgili fotoğrafları
gazetelerde hemen her gün görebilir.
Kendisine, yurttaşlık bilgisi dersinde vergisini zama-
nında ödemenin başta gelen yurttaşlık görevlerinden
olduğu öğretilmiştir. Bununla birlikte, gazetelerde sık sık
vergisini zamanında ödemeyenlerle ilgili haberleri ve
yazıları okuyabilir ve böyle yapmakla övünen birtakım
kişilerin demeçlerine de gözü takılabilir.
XV
Dostları ilə paylaş: |