Şehrin Aynaları



Yüklə 1,04 Mb.
Pdf görüntüsü
səhifə9/71
tarix30.10.2018
ölçüsü1,04 Mb.
#76334
növüYazı
1   ...   5   6   7   8   9   10   11   12   ...   71

yiyecek dahi gözüne daha farklı görünmeye başladı. Artık hiç şüphesi kalmamıştı; zafer onundu.
Gururluydu.  Birden,  iktidarın  verdiği  o  emsalsiz  hazzı  âlîcenaplıkla  taçlandırmak  isteyen  her
muzaffer insan gibi, rakibini bulup ona yakınlık gösterme ihtiyacı duydu. Salonun bir köşesinde,
tek  başına  oturmakta  olan  Pedro  Arbues  oldukça  tedirgin  görünüyordu.  Sanki  elinde  tuttuğu
şarap  kadehini  gelecekten  haber  veren  kristal  bir  küre  bellemiş,  kaderini  ondan  öğrenmeye
çalışıyordu. Duruşu o kadar tuhaf, bakışları o kadar uzak ve yüzündeki ifade öylesine kederliydi
ki  insanı  huzursuz  ediyordu.  Sanki,  dibine  gözünü  diktiği  şarap  kadehini  değil,  yerdeki  paha
biçilmez Acem halısının altında yatanları, hatta toprağın derinliklerinde birbirlerine dolanan ağaç
köklerini,  kıvranan  solucanları,  akacak  mecra  arayan  suları,  çürüyen  et  ve  kemik  yığınlarını
seyrediyordu.  Ve  her  neyse  gördüğü,  belli  ki  ruhunu  yansıtıyordu.  Antonio  Pereira,  belki  de
hiçbir  zaman  ciddi  bir  rakip  olarak  algılamadığı  meslektaşını  bu  halde  görünce  ürkmüş,
sersemlemişti.  Gerçi  yüzündeki  muzaffer  eda  kaybolmamıştı  ama  ne  yapması  gerektiğini  bir
türlü kestiremediğinden orada öylece dikilmiş, birinin çıkıp da kendisini Arbues'in çemberinden
çıkarmasını  beklemeye  koyulmuştu.  Neyse  ki,  tam  o  esnada  konuşmasına  başlayan  rektör
imdadına yetişti.
Rektör  her  iki  adayın  da  ne  kadar  iddialı  olduklarına  dair  uzun  ve  sıkıcı  bir  konuşma
yaptıktan  sonra  nihai  kararı  açıkladı.  Antonio  Pereira  felsefe  kürsüsünün,  Pedro  Arbues  de
mantık  kürsüsünün  başına  getirilmişti.  Karar  açıklandıktan  sonra  rektör  ne  kadar  isabetli  bir
seçim  yapıldığını,  her  iki  kürsü  başkanının  da  üniversite  için  büyük  hizmetlerde  bulunacağına
yürekten  inandığını  ifade  etti.  Ardından,  her  iki  kürsü  başkanının  da  sadece  bilgi  birikimleri
yahut  örnek  şahsiyetleriyle  değil,  kanlarının  temizliğiyle  de  üniversitedeki  öğrencilere  rehber
olacaklarını  söyledi.  Rektörün  dediğine  göre  artık  ülkenin  pek  çok  okulunda  kan  temizliğine
bilhassa dikkat edilmekteydi. Hatta Salamanca'daki Colegio de San Bartolome, sadece hocaların
ya da öğrencilerin değil, ahçının ve hizmetkârların da temiz kana sahip olmasını istemekteydi.
Pereira'nın  gözleri,  kristal  küresindeki  ılık,  kırmızı  şarabı  çenesinden  akıta  akıta  içen
Arbues'e  takıldı;  günlerdir  ağzına  bir  damla  su  koymamış  perişan  bir  mahkûm  gibi  vahşi  bir
iştahla şaraba saldıran  Arbues'e. Kaygıyla etrafı  süzdü. Kendisinden başka  hiç kimse Arbues'in
bu tuhaf hallerini fark etmişe benzemiyordu. Rahatladı. Her ne olursa olsun şarap ılık, yemekler
leziz, hayat güzeldi. Hiç kimsenin, hiçbir şeyin zaferine gölge düşürmesine müsaade edemezdi.
Rektörün  evinden  çıktığında,  yüzünün  yarısı  gülen  yarısı  somurtan  maskeyi  de,  Pedro
Arbues'in gözlerindeki dehşeti de çoktan unutmuştu. Şimdi tek düşündüğü şey kürsü başkanlığını
yürütürken,  hekimlik  mesleğini  ihmal  etmemekti.  İki  kuşak  evvel  Portekiz'den  İspanya
topraklarına  geçen  Pereira  sülalesinde  hekimlik  babadan  oğula  devredilen  kutsal  bir  emanet
addedilirdi.  Antonio  Pereira  ise  kendi  babasından  devraldığı  mirastan  çok,  oğluna  bırakacağı
mirasla ilgilenmekteydi. "Oğlum" diye fısıldadı, "oğlum da çok iyi bir hekim olacak." Ne var ki,
bunları düşünürken Andres'in annesinden aldığı iri, siyah, hüzünlü gözleri geldi aklına. Bu küçük
çocuğun neden her zaman bu kadar kederli, bu kadar kaygılı baktığını bir türlü anlayamıyordu.
Sanki...  sanki  bir  felâket  çocuğuydu  Andres;  çoktan  yaşanmış  ya  da  henüz  yaşanmamış  bir
felâketin çocuğu.
Sinirli sinirli kızıl-siyah sakallarını çekiştirirken, kendi kendine neden en mutlu gününde bu
tatsız  fikirlerle  boğuştuğunu  soruyordu.  Yüreğini  daraltan  bu  fikirleri  bir  yana  bırakıp,  bir  an
evvel  Fortuna  Sokağı'na  gitmeli,  evdekilere  müjdeyi  vermeliydi.  Çoktan  hak  ettiği  mutluluğun
tadını  çıkarmalıydı.  Isabel'in  hiç  gülmeyen  yüzüne,  Andres'in  yaşından  beklenmeyecek  kadar
kederli  bakan  gözlerine,  Miguel'in  ipe  sapa  gelmez  hareketlerine  rağmen,  o,  hayatın  sadece
bugünden  ibaret  olmadığını,  hatırlanmadığı  müddetçe  geçmiş  diye  bir  şey  kalmadığını  ve
aslolanın  gelecekten  başkası  olmadığını  ailenin  bütün  fertlerine  bıkıp  usanmadan  anlatmalıydı.


Ve eğer, gene de anlamıyorlarsa, çoktan sönmüş bir ateşi canlandırmaya çalışmak yerine, henüz
kurumamış  bir  dalı  tutuşturmanın  daha  akıllıca  olacağını  kabul  etmeliydi.  Evet,  oğlunu  onların
elinden çekip almalı, hiç olmazsa onun hayatını kurtarmalıydı.
Adımlarını hızlandırırken, kendi kendine mırıldanıyordu.
"Benim  oğlum  iyi  bir  hekim  olacak.  Tıpkı  benim  gibi,  tıpkı  babam  ve  büyükbabam  gibi.
Miguel'e benzemesine müsaade edemem!"
Aniden  durdu.  Pis  bir  su  birikintisine  takıldı  gözleri.  Pis  bir  su  birikintisinde  aksini  aradı
gözleri.
"Oğlum babasına benzeyecek."


İkizler
Bir kimse çocukluğunda bu dili bir yol
işitmeye görsün, yaşam boyu kulaklarından
gitmez artık; tatlı, güçlü ve korkutucu.
 
                    Herman Hesse, Peter Camenzind
 
Zor  bir  doğum  olacağını  hemen  anlamıştı.  Bebeği  bu  âleme  buyur  etmeden  önce,  sancılar
içinde kıvranan genç kadının alnını okşadı. Ter içindeydi kadın. Alnından süzülen ter damlaları,
durmaksızın  akıttığı  gözyaşlarına  karışıp  güzel  yüzünde  incecik  patikalar  çiziyordu.  Bu  ilk
doğumuydu.  Hem  bebeği  hem  de  kendisi  için  korkuyordu.  Her  kımıldanışında,  her
sancılanışında, ince, uzun bir tütsü gibi tüterek etrafına korkunun kokularını yayıyordu. Odadaki
kadınlar onun için dua ederken, aynı yoldan geçen kendileri ve geçecek olan kızları için de dua
etmeyi  ihmal  etmiyorlardı.  Kadınlardan  biri  kaval  çalıyordu.  Kadınlardan  biri  kaval  çalıyordu
çünkü Yaşlı böyle isterdi.
Yaşlı  böyle  isterdi.  Kaval  sesinin  kötü  cinlerin  kulaklarını  tırmaladığına  ve  doğacak  olan
bebeğe şu dünyanın yaşanılası bir yer olduğunu fısıldadığına inanırdı. Yaşlı'ya göre bebeğin bu
âleme  kolayca  gelebilmesi  için  annesinin  korkularından  sıyrılması  şarttı.  Aksi  takdirde  bebek,
rahme sımsıkı tutunur, dışarı çıkmamak için olanca kuvvetiyle direnirdi. Hatta dışarıdan ölesiye
korkan  ve  karanlığın  aydınlıktan  daha  güvenli  olabileceğini  bilen  bebeklerden  bazıları,  teslim
olmaktansa,  göbekbağlarını  boyunlarına  dolayarak  oracıkta  can  vermeyi  yeğlerdi.  Bu  sebepten
ötürü,  doğum  yapan  kadın,  kanını,  mayasını  ve  canından  bir  parçayı  vermeliydi  bebeğine;
korkularını  değil.  Çocuk,  korkulardan  arınmış  olarak  doğmalı  ve  mümkünse  eğer,  korku  nedir
bilmeden  yaşamalıydı.  Bu  mümkün  olmasa  bile,  alışılmış  karanlıktan  bilinmeyen  aydınlığa
geçmenin korkusundansa, sonradan öğrenilen korkularla başa çıkmak daha kolaydı.
Yaşlı,  gümüş  bir  tasa  koyduğu  mavi  sıvıya  işaretparmağını  batırdı.  Sonra,  bu  boyayla,
sancılar içinde kıvranan genç kadının alnına üç harf yazdı. Üçüncü harfi tamamladığında eğilip
alnından öptü kadını. Hâlâ bir tütsü gibi tütmekte ve alnına yazılan kelimeden bîhaber olan kadın
gözlerini  açıp  Yaşlı'ya  baktı.  Belli  belirsiz  bir  gülümseme  yerleşti  kurumuş  dudaklarına.
Yaşlı'nın  camgöbeği  gözlerinde  kendini  gördü.  O  camgöbeği  aynada,  gençliğinin  verdiği  yarı
hodbin  yarı  hoppa  tazeliği/  ışıl  ışıl  parlayan  gözlerindeki  yüz  kızartıcı  hevesleri/  rüzgârla
savrulan  uzun,  siyah,  dalgalı  saçlarını/  kan  kırmızı  yanaklarını/  sevişirken  alnında  biriken  ter
damlacıklarını/  gecenin  karanlığına  geçirdiği  tırnaklarında  kuruyan  kanları/  şişkin,  bembeyaz
memelerinde  yollar  çizen  soluk  mavi  damarları/  ceviz  kabuğu  gibi  sert  ve  pürtüklü  meme
uçlarından  akan  sütleri/  anneliğini  cümle  âleme  duyurmak  üzere  çenesine  yerleşen  küçük
dövmeyi/ dalından düşmüş bir elma gibi pörsüyerek içe gömülen karnını/ ayak bileğini kuşatıp
her adımında neşeyle oynayan halhalın rengârenk boncuklarını/ kucağındaki kundakta mışıl mışıl
uyuyan bebeğini/ bebeğine bir mucizeye bakar gibi bakan erkeğini gördü. Ve gördüğü şeyi çok
sevdi.  Sakinleşmişti.  Kavalın  yumuşacık  sesi  tütsünün  dumanını  dağıtırken,  artık  bebeği
karşılama vakti gelmişti.


Yüklə 1,04 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   5   6   7   8   9   10   11   12   ...   71




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©www.genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə