İmtihan
Onları seviyordum, hâlâ da çok
seviyorum onları. Yalnız hiçbir zaman
onların basit dünyalarına giremedim.
Julio Cortazar,
Ayakizlerinde Adımlar
Antonio Pereira, rektörün evine yaklaştığında son bir kez durup kendine baktı. Bugün her
zamankinden şık ve bakımlıydı. Biraz sonra, o şaşaalı kapıdan içeri girip nicedir sabırsızlıkla
beklediği sevinçli haberi alacağını düşündükçe içi içine sığmıyordu. Kendini bu kadar iyi
hissetmeyeli o kadar uzun zaman olmuştu ki, mutlu olmaktan korkuyordu. Mutluluğun ardından
gelebilecek bir elemin yaratacağı hüsrandan değil, mutluluğun kendisinden korkuyordu. Ömrü
boyunca, kendi nabzından daha hızlı hareket eden her şeyden uzak durmaya çalışmışken, şimdi,
mutluluğun telaşlı ve sabırsız adımlarına ayak uyduramayacağını gayet iyi biliyordu. Gene de
gülümsemekten kendini alıkoyamıyordu. Sabahtan beri dudaklarına yerleşen o utangaç
gülümseme, önce sıcak kucak bulmuş bir kedi yavrusu gibi keyifle guruldamış; derken, haddini
aşıp şen şakrak bir kahkahaya dönüşmeye hazırlanmış ve bunu yapamadığında da, sesini kendi
elleriyle boğan bir çığlık gibi olanca kudretini içine akıtmıştı. Gülümseme ne kadar ısrarcı olursa
olsun, Antonio Pereira böylesi taşkınlıklara alışkın biri değildi. Bu sebepten, dudaklarındaki
kıvrımlarla cebelleşiyor, yüzündeki ciddi ifadeyi muhafaza edebilmek için müthiş bir çaba sarf
ediyordu. Fakat bütün gayretine rağmen, rektörün evine yaklaştıkça yüzündeki tezatın daha da
büyümesine mâni olamıyordu.
Bundan tam üç sene evvel, Doğu'dan gelen gemilerden birinin kaptanı, hoş bir ziyafet
sofrasında ortaya iki küçük kutu çıkarmış ve kendisinden bunlardan birini seçmesini istemişti.
Kutulardan birinde yüzünün yarısı gülen, yarısı somurtan bir maske vardı; halatlarla birbirlerine
bağlı olduklarını unutup, iki ayrı ufka yelken açmaya çalışan iki şaşkın gemi, çürümeye terk
edildikleri liman bellemişlerdi maskeyi. Öteki kutudan ise bir kadının saçına süslemek için
yapılmış ince, uzun, zarif bir toka çıkmıştı. Maskeyle fazla ilgilenmeyip tokayı seçmişti. O
zamanlar henüz, Isabel ile böylesine ayrı düştüklerini fark etmediği için bu beklenmedik
hediyenin onu sevindireceğini sanmıştı. Oysa Isabel, gülümseyerek kabul ettiği tokayı bir gün
bile saçına takmamıştı. Antonio Pereira şimdi kendi yüzünü, vaktiyle kenara ittiği o maskeye
benzetmekteydi. Yüzü, tıpkı o tuhaf maske gibi, ilk saldırıyı karşıdan bekleyen iki düşman
kuvvetin karşılaştığı bir harp meydanına dönüşüvermişti. Üstelik bu iki ordu, parlak bir gelecek
için değil, çoktan unutulmuş bir geçmiş için dövüşmeye hazırlanmaktaydı. Oysa Antonio
Pereira'ya göre geçmişin ardından gözyaşı dökmek de mânâsızdı, adına dövüşmek de. Ve
geçmişi sıla belleyenler ömür boyu gurbette yaşamaya mahkûm olduklarına göre, ya hafızayı
hatıralardan uzaklaştırmak lâzımdı ya da hatıraları ait oldukları zamandan. Aksi takdirde, acıtırdı
geçmiş; boş yere yaralanırdı insan.
Isabel sadece verdiği hediyelere karşı değil, her şeye karşı ilgisini yitirmiş; kaptan çıktığı bir
seferden bir daha dönmemiş; yarısı gülen yarısı somurtan maske kim bilir kimlerin eline
geçmişti. Aniden, o ziyafet akşamı maskeyi değil de tokayı aldığı için derin bir pişmanlık duydu.
Oysa bugün, kilden bir maskenin ardından hayıflanacağına, mutlu olmalıydı. Bu mükâfatı çoktan
hak ettiğini bildiğine ve bunca emeğin muhakkak bir semeresi olması gerektiğine göre, artık
mutlu olmaktan korkmamalıydı. Derin bir soluk aldı. Kendi kendini rahatlatmayı başarmıştı.
Adımlarını hızlandırmadan önce kendinden ne kadar hoşnut olduğunu eleveren bir edayla kızıl-
siyah sakallarını sıvazladı. Tam da o esnada karşıdan gelen iki genç kadının meraklı gözlerle onu
süzüp, aralarında fısıldaştıklarını fark etmemişti. Kadınlar işveli adımlarla yanından geçip
giderken, o hâlâ sakallarını sıvazlamaktaydı.
Şu son haftalarda zaman nasıl da hızlanmıştı. Önce Gonzalez'in vefat haberini işitmiş;
ardından, boş kalan felsefe kürsüsüne adaylığını koymuştu. Rakibi Pedro Arbues, bilgisi kuvvetli
ancak hitabeti zayıf bir adamdı. Konuşurken sıkılır, sıkıştırıldığında da boncuk boncuk ter
dökmeye başlardı. Bu sebepten, Antonio Pereira rakibinin kim olduğunu öğrendiğinde hiç
kaygılanmamıştı. Talih diye bir şey varsa eğer, belli ki ondan yanaydı.
Her iki aday da, bundan bir hafta evvel pazar günü sınava alınacaklarını öğrenip
hazırlanmaya başlamışlardı. Gece, Antonio Pereira önce uyumakta zorluk çekmiş, fakat sınavda
şansını azaltacak herhangi bir şey yapmaktan kaçındığı için deliksiz bir uyku çekmesi
gerektiğine kendini ikna edebilmişti. İyi uyumuş, neşeyle yola koyulmuştu. Rektörün evinde
toplanmışlardı. Pereira ve Arbues nelerden sınava gireceklerini burada öğrenmişlerdi.
Adaylardan her biri Aristoteles'in "Mabadüt Tabia"sından bir bölüm seçip, bu konuda ders
vermekle yükümlüydü. Yaşça daha küçük olduğu için ilk dersi vermesi kararlaştırılan Antonio
Pereira, "Cevhere Dair"i seçip günün geri kalanını hazırlanmakla geçirmişti. Çalışırken evde
gürültü istemediği için, Ana, küçük Andres'i bütün gün dışarlarda dolaştırmak zorunda kalmıştı.
Akşam, yorgunluğu gözlerinden akan çocuk hiç ses çıkarmadan olduğu yerde kıvrılıp uyumuştu.
İşte o zaman Antonio Pereira'nın içi burkulmuştu. Fakat bu zor günlerin Andres'e çok daha iyi
bir gelecek sağlayacağına inandığından, gönül rahatlığıyla tekrar kitaplarına gömülmüştü. Bütün
bu zaman zarfında Isabel iri, siyah gözlerinde bastıramadığı bir hüzünle onu seyretmiş ve ne iyi
ne kötü, tek bir söz bile söylememişti.
Salı günü, eylülün on dokuzunda, hocalardan ve öğrencilerden müteşekkil bir topluluğa ders
vermişti. Pedro Arbues başından sonuna kadar dersi dikkatle dinlemiş ve Pereira topluluğu
selamlayıp yerine çekildiğinde ayağa kalkıp onu eleştirmişti. Ne var ki, Arbues'in eleştirileri
dersin içeriğinden çok meselelerin anlatılış sırası hakkında olduğundan, Pereira bu ilk sınavı
başarıyla atlattığını hissetmişti. Ertesi gün Arbues, Aristoteles'den "Vasıflar Üstüne"yi anlatmıştı.
Açıkçası Pereira'nın beklemediği kadar iyi hazırlanmış ve zaman zaman teklemeleri sayılmazsa,
konuyu oldukça iyi toparlamıştı. O zaman Antonio Pereira tehlikeyi göze alarak, meslektaşını
eleştirmeyeceğini, zira onun, bu dersi lâyıkıyla verdiğine inandığını söylemişti. Kısa bir sessizlik
olmuştu koca salonda. Sonra herkes dağılmıştı.
Bir gün dinlendikten sonra, Aristoteles'in "Tabiat"ını tartışmak üzere tekrar bir araya
gelmişlerdi. Bu sefer Antonio Pereira "Namütenahi Hakkında"yı, Arbues ise "İmtidad"ı
seçmişlerdi. Her iki ders de oldukça iyi anlatılmış ve konuşmacılar birbirlerini eleştirmekte bir
hayli zorlanmışlardı. İşte şimdi nihai karar açıklanacak, kimin felsefe kürsüsünün başına
getirileceği ortaya çıkacaktı.
Antonio Pereira rektörün evine vardığında herkesin salonda hazır olduğunu gördü.
Gecikmesine rağmen o kadar sıcak karşılandı ki, bu zorlu sınavda galip gelenin kendisi olduğunu
kuvvetle hissetti. O andan itibaren de, şimdiye değin birkaç kez ziyaret ettiği bu debdebeli ev,
defalarca görüştüğü bu şık insanlar, hatta tatlarını bilmediği için ağzına sürmediği envai çeşit
Dostları ilə paylaş: |