Şehrin Aynaları



Yüklə 1,04 Mb.
Pdf görüntüsü
səhifə5/71
tarix30.10.2018
ölçüsü1,04 Mb.
#76334
növüYazı
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   71

 
Unutmamıştı. Alonso Perez de Herrera o akşam yaptığı hatayı bir daha tekrarlamamış, sesin
söylediklerini aklından çıkarmamıştı.
Zamanla her şey tıpkı sesin söylediği gibi olmuştu. Alonso, üniversiteye gitmek üzere Avila
şehrini geride bıraktığı gün, fırıncı babasının ve gürbüz kardeşlerinin hayal bile edemeyecekleri
bir  seyir  izleyen  kaderini  neşeyle  selamlamıştı.  Bir  kez  olsun  dönüp  de  arkasına  bakmamıştı.
Hatırlanacak  ne  varsa  hep  hatırında  tutacak,  unutulacak  ne  varsa  hızla  unutacaktı.  Şaşılacak
kadar  kısa  bir  zamanda  ülkenin  en  ünlü  vaizlerinden  biri  olup  çıkacak;  uzak  şehirlerden,
köylerden  kalkıp  onu  dinlemeye  gelen  insanların  hafızalarından  ve  rüyalarından  kolay  kolay
çıkmayacaktı.  Tek  sıkıntısı  iplerin  sesin  elinde  olmasıydı.  Sesin,  ne  zaman  içine  gireceği,  ne
zaman  dışarı  çıkıp  onu  o  eski,  cılız,  kuş  sesiyle  baş  başa  bırakacağı  tamamen  kendi  keyfine
kalmıştı.
Alonso  Perez  de  Herrera  hiçbir  vaazına  önceden  hazırlanmazdı.  Vakit  tamam  olduğunda,
beklenen  an  geldiğinde,  kendini  o  davudî  sesin  ellerine  bırakıverirdi.  Nelerden  bahsedeceğini
kendi  de  bilmezdi  bu  sebepten  ötürü.  Tek  yaptığı  kendini  tamamen  koyvermekti.  Ses
kesildiğinde,  ağlamaktan  gözleri  kızarmış,  korkudan  iki  büklüm  olmuş  insanlara  boş  gözlerle
bakar,  sanki  onları  bu  hale  getiren  şeyin  ne  olduğunu  anlamaya  çalışır  ve  her  seferinde  telaşla
evine dönerdi. Vaazlardan sonra hiç kimseyle konuşmamaya dikkat ederdi. Bir şeyler söylemeye
mecbur  kaldığı  zamanlarda  müthiş  bir  sıkıntı  duyardı  çünkü  şimdi  ağzından  çıkan  ses,  biraz
evvel duydukları ses olmayacaktı.
Bugünkü vaazda ses, son zamanlarda peş peşe ortaya çıkan garip doğumlardan bahsetmişti.
Evvela,  Botorrita  köyünde  dünyaya  gelen  iki  kafalı,  iki  kuyruklu,  altı  ayaklı  bir  danayı
anlatmıştı. Cahil köylüler, dananın, işledikleri günahların delâleti olduğunu anlayamadıkları için,
bu gidişle köyde daha pek çok garip doğum olacaktı. Sonra ses, Rioseco'da dünyaya gelen, her
tarafı kıllarla kaplı canavar bebekten bahsetmişti. Doğar doğmaz yürümeye başlayan bu bebek,
kulak yerine iki küçük, pembe boynuza sahipti. Ayakları, kazlarınki gibi perdeliydi ve ellerinin
üzerinde  yırtıcı  kuşların  pençelerini  taşıyordu.  Köylüler  şeytanın  yaratığı  olduğu  şüphe
götürmeyen  bu  bebeği,  hiç  vakit  geçirmeden  cellada  teslim  etmişlerdi.  Cellat  onu  parçalara
ayırmış ve her bir parçayı ayrı ateşe atmıştı. Ne var ki, yakılan bütün ateşler anında sönmüş; üst
üste  yığılan  odunlar,  çıralar,  otlar  kâr  etmemişti.  Nihayet,  yolu  köyden  geçen  bir  rahip,  güneş
tepedeyken  kilise  çanının  gölgesinin  düştüğü  yerde  derince  bir  çukur  kazdırmayı  akıl  etmiş;
çukurun  dört  köşesine  dört  tane  haç  yerleştirilmiş  ve  ancak  orada  ateşi  yakıp  iblis  bebekten
kurtulmak mümkün olabilmişti.
Ses,  bu  korkunç  hadiseyi  anlatıp  ülkenin  hemen  her  yerinde  buna  benzer  daha  pek  çok
doğum  olacağını  haber  verdikten  sonra,  sık  sık  yaptığı  gibi,  Doğu'dan  gelen  felâketten
bahsetmişti gene.
"Onlar dünyadaki en gaddar, en kana susamış orduya sahipler. Ayaklarının bastığı her yerde,
kadın-çocuk  demeden  önlerine  çıkan  tüm  Hıristiyanları  kılıçtan  geçiriyorlar.  Bu  zebaniler
Viyana'da  bozguna  uğradıklarında  Sultan  Süleyman  ne  yaptı?  Sırf  içindeki  intikam  ateşini
körükleyebilmek için dört yüz bin Hıristiyan'ı öldürmedi mi? Peki öyleyse, onun halefleri niçin
ondan  daha  merhametli,  daha  insaflı  olsunlar  ki?  Unutmayın  ki,  Doğu'dan  gelen  felâketle
mücadele etmek, Deccal'le mücadele etmektir. Peki, sorarım sizlere! Hiç düşündünüz mü, Yüce
Tanrı  bu  gaddar  ordunun  ilerlemesine,  palazlanmasına  niçin  müsaade  ediyor?  Niçin  onların
üzerine taş yağdırıp saraylarını başlarına geçirmiyor? Evet, Tanrı Türklerin ilerlemesine müsaade
ediyor  çünkü  Hıristiyan  dünyası  günahkâr.  Evet,  Hıristiyan  dünyası  bir  günah  batağında
çırpınıyor. Hepimiz günahkârız; hepiniz günahkârsınız!"


Türklerden  sonra  Yahudilere  gelmişti  sıra.  Alonso  Perez  de  Herrera,  aradan  geçen  bunca
seneye rağmen, hâlâ bu konu açıldığında sol elinin serçeparmağının sızlamasına hayret ediyordu.
Böyle zamanlarda, sesten o utanç verici hakikati öğrendiği gün telaşla içine gömdüğü huzursuz
kıpırtının  çocukları  ve  torunları,  sessiz  sedasız  ilerleyip  serçeparmağının  ucunda  barikatlar
kuruyordu.  Kimse  kimseye  saldırmadığından,  çatışma  çıkmıyordu.  Zırhlarını  kuşanmış  kıpırtı
neferleri  neye  benzediğini  kestiremedikleri  düşman  kuvvetlerini  bir  müddet  bekleyip  hep  bir
ağızdan,  sözleri  anlaşılmayan  şarkılar  söyledikten  sonra,  gene  öyle  sessiz  sedasız  geri
çekiliyordu. Kan akmıyordu. Neyse ki artık kan akmıyordu. Kanın ilk ve son defa aktığı o melûn
günden bu yana, Alonso Perez de Herrera kırmızıya tahammül edemiyordu.
 
"Bundan böyle hayatın çok farklı olacak. Avila'lı fırıncının küçük oğlu Alonso değilsin artık.
O sıska, pısırık oğlana veda et!"
Gökyüzü kurşunî bir renk almıştı o gün. Yağmur yağacaktı yakında. Alonso yüzünde keyifli
bir gülümsemeyle sesi dinliyor; uyuşuk uyuşuk oturuyordu.
"Ne  var  ki,  henüz  bilmediğin  bir  sırrın  var.  Ve  sen  küçük  dostum,  bu  sırrı  ömür  boyu
taşıyacaksın."
Alonso Perez de Herrera o zamanlar sesi yeterince tanımıyordu. Onun en derin kırgınlıkları
onarmaktaki maharetini, paylaşmadığı sevinçleri un ufak etmekte de kullanabildiğini bilmiyordu
henüz.
"Şurada duran bıçağı görüyor musun Alonso? Al onu. Hadi oyalanma. Al dedim!"
Bıçak  elinde,  söylenenleri  çok  da  ciddiye  almadığını  aşikâr  eden  bir  ifadeyle  bekliyor;  ara
sıra başını kaldırıp yağmur taşıyan bulutlara gülümsüyordu.
"Şimdi serçeparmağını kesmeni istiyorum senden. Sol elinin serçeparmağını."
Söyleneni  yaptı.  Bu  tuhaf  oyundan  canı  sıkılmıştı.  Akan  kanı  yalayıp,  gene  eski  rahatlığına
gömülmek üzereydi ki, ses gürledi.
"Alonso! Kanına bak. Dikkatlice bak kanına. Hıristiyan kanı, bozulmamış, kirlenmemiş, saf
Hıristiyan  kanı  kırmızıdır  Alonso.  Kıpkırmızıdır.  Oysa  Yahudi  kanı  siyaha  çalar  Alonso.
Koyudur. Şimdi kendi kanına bak. Sence kanın yeterince kırmızı mı?"
Alonso  dehşete  düşmüştü.  Korkudan  iri  iri  açılmış  gözlerle  serçeparmağındaki  kesiğe
bakıyor;  ince  ince  sızan  kanın,  pıhtılaşmak  şöyle  dursun,  giderek  hızlanacağını,  yakında  her
tarafı  kendi  çığırtkan  rengine  boyayacağını  hissediyordu.  Boşlukta  asılı  kalan  sağ  elini,  terden
buz kesilmiş boynuna götürüp kesik kesik soluyor, boğulmamak için çırpınıyordu.
"Evet!" diye inledi kendine geldiğinde. "Elbette kırmızı benim kanım. Elbette... saf Hıristiyan
kanı."
Ses  bir  kahkaha  attı.  Uzaklarda  bir  yerlerde  şimşek  çaktı.  Gökkubbe  aydınlandı.  Yakında
yağmur yağacaktı.
"Dikkatlice bak Alonso. Kırmızıyı bozan birkaç damla siyahı fark etmiyor musun? Görmüyor
musun?"
Beti benzi atan Alonso'nun bir şey görecek hali yoktu.
"Sen dedeni hiç görmedin Alonso. Sana ondan hiç bahsetmediler. Niçin dersin? Senin deden
ailenin kanını bozdu da ondan. Zengin bir Yahudi tüccarın kızını kendine eş seçti. Onu sevdi ve
Avila  surlarının  içine  aldı.  Onun  kanını  ailenizin  kanına  kattı.  İşte  parmağından  akan  kanın
içindeki o birkaç damla siyahlık bundandır Alonso. Bu da senin küçük sırrın."
Alonso çığlık attı. Tiz kuş sesi, biraz evvel parmağını kesen bıçaktan daha çok acıttı canını.
Acıdan  iki  büklüm  olup  dizlerinin  üstüne  düşerken,  gözyaşları  arasında,  "Hayır!  Yalan!  Yalan
söylüyorsun!" diye inledi.


Yüklə 1,04 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   71




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©www.genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə