"Sana hiç yalan söyledim mi Alonso? Damarlarında taşıdığın kapkara bir leke. İşte senden
saklanan hakikat. Ve senin de bir ömür boyu saklaman gereken hakikat."
Saklamıştı da. Bu korkunç sırrı kimseyle paylaşmamış, kendine saklamıştı. Hızla
yükselirken, sırrının açığa çıkmasından endişe duymamıştı. Merak edecek bir şey yoktu. Olsaydı,
ses önceden haber verirdi muhakkak. Gene de her zaman tedbirli olmakta fayda vardı. Öyle de
yapmıştı zaten. Yükseldikçe yükselmiş, giderek katılaşmış ve Yahudilerden nefret eder olmuştu.
"Conversos...
[1]
Onlar ikiyüzlüdür, sahtekârdır onlar. Dışarıdan, inançlı Hıristiyanlar gibi
görünmelerine rağmen, aslında içten içe Yahudiliklerini muhafaza ederler. Temizlenmesi
gereken bir cerahattir onlar. Damarlarında siyah, simsiyah kan akar. Ve bu pis kanı etrafa
sıçratmak için fırsat kollarlar. Boşuna gayretleri! Zira kendi kanlarında boğulmaya mahkûmlar.
Nereye kaçarlarsa kaçsınlar, Mısır'ı inleten belalardan, sapkınları çürüten vebalardan
kurtulamayacaklar. Şehirlerde ve köylerde, meydanlarda ve tarlalarda lanetlenecekler. Erkekleri
tohum veremeyecek, kadınları döl tutamayacak. Sodom ve Gomore'nin laneti peşlerini
bırakmayacak!"
Duvarları melek ve şeytan tasvirleriyle bezenmiş geniş yemek odasında, kenarları yaldızlı
kadehinden şarap içip yılana benzemeyen yılanı kıvrandırmanın tadını çıkartırken, tam karşısına
denk düşen resimden alamıyordu gözlerini. Ara sıra başını sallayıp, vaazdan sonra resmin içine
giren ve şimdi kendisinden başka kimsenin işitmediği sesin söylediklerine hak verdiğini
gösteriyor; sonra tekrar, kuş tüyü yastık gibi yumuşacık kıpırtısızlığa gömülüyordu.
"Ne çok soru sordular bugün. Nasıl da yordular bizi."
Alonso Perez de Herrera başıyla onayladı. Oysa sadece bir tek soru sorulmuştu. Vaaz sona
erdiğinde, topluluktaki kadınlardan biri bir anlık sessizlikten istifade ederek atılmış; hıçkırıklar
arasında, "Niçin Tanrı masum insanların ölmesine müsaade ediyor?" diye sormuştu. Ses, daha da
hırçınlaşmıştı bu soru üzerine.
"Ah, cahil çocuk! Küçücük aklınla sebep mi arıyorsun? Öyleyse dinle. Sebebi gayet sarih.
Onlar işledikleri günahlardan ötürü ölmüyorlar; ilk günahtan ötürü ölüyorlar."
Kuyu
Kuyu derin,
kovanın aşağılardan çıkıp
gelmesi yıllara bakıyor ve
kova şu an hızla aşağılara iniyor,
senin eğilip arkasından
bakabileceğinden de çabuk.
Franz Kafka, Bir Savaşın Tasviri
Avludaki kuyuya bakardı penceresi. Bu küçük, serin, loş oda onun kalesiydi. Ve avludaki
kuyuya bakan pencere, bu kalenin merkezi, kalbiydi. Isabel, bazı günler, saatlerce pencereden
dışarı bakar; avluya yağan yağmuru, düşen güneş ışıklarını, dolan rüzgârı seyrederdi. Bazı
günlerse, pencereye yaklaşmamaya özen gösterir, sanki köşe bucak kaçardı orada
göreceklerinden. Bugünse alabildiğine kararsızdı. Arada bir pencereye yanaşıp avluya kaçamak
bir bakış fırlatıyor, sonra hızla geri çekiliyordu. Ne dışarı bakmaya tahammül edebiliyordu, ne de
küçük penceresinden tamamen uzak kalmaya. Huzursuzdu. Günlerdir huzursuz, gecelerdir
uykusuzdu. İpiri, simsiyah gözlerinin altında, içindeki perişanlığı gözler önüne seren ve avazları
çıktığı kadar imdat çığlıkları atan halkalar belirmişti. Kötü rüyalar görüyor ve gördüklerini hayra
yoramıyordu. Utanç değildi duyduğu. Seneler evvel işlediği günah artık mahfazasından çıkmaya
karar verse bile, bunun bedelini ödemeye hazırdı. Gayet iyi biliyordu ki, son nefesine kadar
utanmadan, gocunmadan taşıyabilirdi o saklı hatırayı. Son zamanlarda, kendi kendini sınamak
için pek çok kez gönlünü yoklamış, orada bulduğu duyguları bir bir ayıklamıştı. Hayır, utanç
yoktu içinde. Fakat hüzün, derinden iz süren ve geçtiği yollarda nilfam ayak izleri bırakan bir
hüzün peşinden ayrılmıyordu. Durup omuzlarından sarsmak istiyordu hüznü; neyin peşinde
olduğunu duymak istiyordu. Sonra yatışıveriyordu öfkesi. Biliyordu çünkü. Gayet iyi biliyordu
ki, hüzün denilen şey tıpkı siyah, dalgalı saçlarının arasına nasılsa yerleşivermiş beyaz bir saç
teline benziyordu. Hüzün, kopardıkça çoğalıyor, çoğaldıkça arsızlaşıyordu.
Bu hali küçük Andres'in bile dikkatini çekmişti. Andres, her zamankinden daha az
mızmızlanıyor, daha az gürültü çıkarıyor ve annesinden aldığı güzel gözlerini iri iri açarak neler
olup bittiğini anlamaya çalışıyordu. Konuşmuyordu Andres; giderek daha da suskun, daha da
içine kapanık bir çocuk oluyordu. Isabel, demir almış bir geminin ardından bakar gibi bakıyordu
oğluna. Ne suya atlayıp peşinden kulaç atmak geliyordu içinden, ne de gözyaşlarına boğulup
ardından mendil sallamak. Bazen birkaç beyaz saç teli koparıp atıyordu oğluyla arasına giren
sulara. Ve hiç itiraz etmiyordu denizin köpüklerinin, dalgaların kıyıya vurduğu yerde, yani
yaşamın parçalanıp ölümün dirildiği yerde, her bir beyaz saç telini iştahla yutmasına.
Belki de Isabel'deki tuhaflığı fark etmeyen tek kişi kocasıydı. Antonio Pereira tamamen
kendi tasasına düşmüş gibiydi. Nicedir tek gayesi felsefe kürsüsünün başkanlığına getirilmekti.
Evde çalışamamaktan şikâyetçiydi. En ufak bir ses bile somurtmasına, yerinden fırlayıp sinirli
voltalar atmasına yetiyordu. Böyle zamanlarda hiçbir şey söylemiyor, bağırıp çağırmıyor, sinirini
kusmuyordu. O, karısına ya da çocuğuna el kaldırabilecek bir adam değildi. Sadece ailesine karşı
değil, herkese karşı her zaman ölçülü, her zaman dikkatliydi. Isabel Nuñez Alvarez kocasından
hiçbir aşırı tepki beklememesi gerektiğini evliliklerinin ilk aylarında idrak etmişti. Eskiden, her
şeyi göze alıp, sırf Antonio'nun ördüğü nezaket sınırlarını aşabilmek için onun damarına
basmaya çalıştığı olmuştu ama zamanla bu huyundan vazgeçmişti. Belki onu olduğu gibi
kabullenmişti; belki de önce kocasına, giderek tüm dünyaya karşı hissizleşmişti. Her ne olursa
olsun, umurunda değildi artık. Zaten hüznünün, güneşe teslim olmuş buzdan bir sarkıt gibi damla
damla eriyen evliliğiyle alakası olmadığını biliyordu. Sebebini bir türlü kavrayamadığı başka,
bambaşka bir huzursuzluğun pençesindeydi günlerdir.
Beatriz Blasquez'in, son görüşmelerinde söyledikleri geldi aklına.
"Tanrı'dan daha ne istiyorsun bilmem ki? Kocan her geçen gün yükselmekte. Güzel bir
oğlun, harika bir yuvan var. Her türlü tasadan uzaksın. Rahat yaşıyorsun. Bu evde sükûnet var.
Fakat sen... sen, tatmin olmayı bilmiyorsun Isabel!"
Isabel Nuñez Alvarez, arkadaşının söylediklerinden çok, yüz ifadesine takılmıştı. Beatriz'in
yüzünde, toprak altında yaşayan ve ancak güneşin gözleri kamaştıracak kadar yakıcı ve parlak
olduğu saatlerde dışarı çıkan kıskançlık böceğinin gölgesini yakalamıştı. Görünmesiyle
kaybolması bir olmuştu gölgenin; topraktaki bir çatlaktan başını uzatıvermiş veya güneşin bir
anlık gafletinden yararlanmış ya da bir göz aldatmacasından ibaret olduğunu kanıtlamak istermiş
gibi...
Merdivenlerden gelen ayak sesleriyle irkildi. Az sonra, hizmetçi kız Ana odaya girip Elena
Rodriguez'in geldiğini haber verdi. Bir müddet, Isabel ile Ana kararsız bakışlarla birbirlerini
süzdüler. İkisi de bu kadından pek hoşlanmıyordu. Elena Rodriguez ne zaman bu eve adımını
atsa, beraberinde soğuk bir rüzgâr getiriyordu. Üşüyorlardı o geldiğinde. Kadın evden
ayrıldığında, onun soluğunu üfleyen rüzgârın bir an evvel çıkması için bütün pencereleri ardına
kadar açıyorlardı. İşte bu soğuk ve ketum komşu kadının küçük Andres'e garip bir düşkünlüğü
vardı. Sık sık Andres'le beraber dolaşmak, oynamak için Isabel'den izin isterdi. Isabel'se, son
derece sevimsiz bulduğu bu kadını kapı dışarı etmek için dayanılmaz bir arzu duymasına
rağmen, iki sebepten ötürü ona tahammül etmesi gerektiğini düşünüyordu. Birincisi, uzun
zamandır komşusu olan bu kadının, küçük Andres'i iki sene evvel kaybettiği oğlunun yerine
koyduğunun farkındaydı. Diego'su hazin bir şekilde hayata veda edince kadın perişan olmuştu.
Eğer Andres onun acısını hafifletebiliyorsa buna mâni olmak yakışık almazdı. İkincisi, Andres'in
evden çıktığı saatler, Isabel'in kendiyle baş başa kalabildiği ve o odaya girebildiği saatlerdi. Ve
bilhassa bu aralar bunu yapmaya her zamankinden daha çok ihtiyaç duyuyordu. Başıyla hizmetçi
kıza işaret etti. Ana bu durumdan hoşnut olmadığını saklama gereği duymadan, Elena
Rodriguez'i içeri aldı.
İki kadın odada baş başa kaldıklarında nezaketen birbirlerinin hatırını sordular. Ardından
derin bir sessizlik oldu. Bu sessizlikten epey rahatsız olan Elena Rodriguez, öksürük nöbetine
tutulup dantelli mendilinin içine uzun uzun öksürdükten sonra sıkıntılı bir şekilde konuştu.
"Biliyorsunuz, bugün Corpus Cristi. Ben de, Andres'le beraber merasim alayını izleyebiliriz
diye düşünmüştüm."
Isabel gergin bir gülümsemeyle, "Tabii" dedi. "Tabii. Neden olmasın."
"Ya siz? Siz yürüyüşü izlemeyecek misiniz?"
Isabel bu sorudaki kinayeyi anlamazlıktan geldi. "Maalesef" dedi, "çok isterdim ama başım
çatlayacak gibi. Dinlenmeliyim."
Elena Rodriguez karşısındaki genç kadına anlayışla gülümsedi. Biraz evvel çiğ yeşile
Dostları ilə paylaş: |