Sırlar
Zira, zerrelerin denizlerden ve denizlerin
zerrelerden hâsıl olduğunu biliyor.
Yakup K. Karaosmanoğlu
Kadeh
Hayat denizi sakin olduğunda, daha da
korkunçtur; çünkü sükûnetin ortasında
fırtına saklıdır.
Luis de Leon, Obras, VII
Duvarları melek ve şeytan tasvirleriyle bezenmiş geniş yemek odasında, zaman istirahate
çekilirdi sanki. Burası, kimselerin dalgalandırmaya cesaret edemediği sisli, yosunlu, ağlamaklı
bir göle benzerdi. Kuşlar ve böcekler, yabankazları ve yılanbalıkları gün boyu bu gölün
etrafında, içinde, üstünde dolaştıkları halde, ona dokunmadan yaşamayı öğrenmişlerdi. Zira göl,
dokunmaktan da dokunulmaktan da hazzetmezdi. Ara sıra buğusunu temizleyip, baygın gözlerle
kendini seyrettiği boy aynasında ezeli kıpırtısızlığı bozmaya aday tek bir gölge bile görmek
istemezdi. Kabul etmeye yanaşmasa da, hikâyesi geçmişte, geçmişi yemininde gizliydi. Sularını
toplayıp, en ufak bir hareketi anında boğmaya yemin ettiği günden beri bu hep böyleydi.
Alonso Perez de Herrera, her gün olduğu gibi bugün de, yemek öncesi duasını ederken,
sofradaki nimetleri kâfi bulmayarak daha fazlasını elde edebilme hırsıyla tokluk içinde açlık,
varlık içinde yokluk yaşayacağı günleri görmektense bir an evvel canını alması için Tanrı'ya
yalvarmıştı. Her seferinde gözlerinin yaşarmasına, tepeden tırnağa ürpermesine sebep olan bu
dokunaklı duayı tamamladığında, tam karşısına denk düşen resme dalmıştı. Sofrayı kuran
hizmetkârlar, parmaklarının uçlarında yürümeye ve ortalıkta fazla görünmemeye gayret
ediyorlardı. Koca evde çıt çıkmıyordu. Bu kıpırtısızlık oyununa ayak uydurma zahmeti
göstermeyen tek şey çorbadan yükselen dumandı. Muzip ve lâkayt, serkeş ve hırçındı çorbanın
dumanı. Oynak bir nağmeye eşlik edebilmek için kıvrılıp, önü sıra katmerlenerek çoğalan
emsalsiz bir güzelliğe göz süzmekte; kendi âleminde, bir başına olmanın tadını çıkarmaktaydı.
Alonso Perez de Herrera'ya gelince, o, hem iyice soğuduğundan emin oluncaya kadar çorbayı
dudaklarına yaklaştırmadığından hem de resmin karşısında kendinden geçtiğinden, dumanın bu
küstahlığını fark etmemişti.
Zaman istirahate çekilmiş;
göl, gene kim bilir neye öfkelenmişti.
Nice sonra Alonso Perez de Herrera, gölü dalgalandırmamak için mümkün olduğunca ağır
hareket ederek, yemeğini yemeğe başladı. Ara sıra durup, düşünceli düşünceli kafasını sallıyor,
sonra gene eskisi gibi ağır hareketlerle yemeye devam ediyordu. Sesi dinliyordu. Şu anda ondan
başka hiç kimsenin işitmediği ses, tam karşısına denk düşen resimden geliyordu. Resmin
çerçevesini süsleyen altın kabartmalar, uzaktan bakıldığında, incir yapraklarına benziyordu;
korkunç bir ayıbı örtmek için iç içe geçmiş, kol kola girmiş incir yapraklarına. Duvarın genişçe
bir kısmını kaplayacak kadar büyük olan bu resim Alonso Perez de Herrera'yı ölüm döşeğinde
tasvir ediyordu. Resmi bundan dört sene evvel, boğazına kadar borçlandığı için hünerlerini karın
tokluğuna sergileyen bir İtalyan ressama yaptırmıştı. Resmin tamamlandığı günden bu yana da,
yemeklerini onun karşısında yemeyi, içkisini onun karşısında yudumlamayı ve en zor, en mühim
kararlarını onun karşısında vermeyi âdet edinmişti.
Resim, yemek odasının dışında bir âlemi tasvir etmekten çok, onun devamı, hatta aksiydi
sanki. Kan yoktu resimde; göz alacak tek bir renk yoktu. Resimdeki karanlık ile odaya hâkim
olan karanlık birbirlerine sıkı sıkıya sarılmış, yekvücut olmuşlardı. Resmin tek aydınlık
noktasında, limon sarısı yüzüyle Alonso Perez de Herrera geniş bir saman yatağa uzanmıştı.
Yataktan sarkan sol kolunun parmakları sanki son anda, görünmeyen bir tüyü, yere düşmesine
ramak kala, havada yakalamıştı. Odanın öteki ucunda, sımsıkı kapalı perdelerden sızmayı nasılsa
başarabilmiş bir ışık huzmesinin aydınlattığı yerde, sapsarı yüzüyle Alonso Perez de Herrera,
resimdeki halini hayata taşıyabilmekten hoşnut, karşısındaki kendini seyrediyordu.
Kendini seyrediyordu, berikinin resminde;
Hayatı resmediyordu, ölümün sûretinde.
Resmi duvarına astıktan sonra ilk iş olarak yemek odasındaki eşyaları değiştirmişti.
Resimdeki renklerle bağdaşmayıp onun hâkimiyetini kabullenmeye yanaşmayan bütün eşyalar,
yemek odasını birer birer terk etmişti. Bununla da kifayet etmeyen Alonso Perez de Herrera,
yemek esnasında kullandığı tüm tabak çanakları bir ustaya yaptırmak sûretiyle, ölümün
yüzleriyle tezyin ettirmişti. Hiç şüphesiz bunların arasında en çok sevdiği şey, evde bulunduğu
zamanlarda elinden bırakmadığı içki kadehiydi. Kenarları yaldızlı kadehin üzerinde göz çukurları
yeşile boyanmış bir iskelet duruyordu. Kadehin ayağından çıkan siyah çizgi, ilk bakışta kurumuş
bir dalı andırsa da, aslında, deri değiştirmeyi beceremediği için birikmiş ölü derilerin ağırlığı
altında ezilen bir yılandı. İşin aslı, yılandan çok, onu resmeden ustaydı beceriksiz olan. Fakat
Alonso Perez de Herrera yılanın ilk bakışta yılana benzememesinde derin bir mânâ bulduğundan,
kadehi yapan ustaya karşı kötü hisler beslemediği gibi, aksine, onu takdir ediyordu. Yılana
benzemeyen yılanın kırmızı dili iskeletin sağ ayağına değiyordu; iskelet bunun farkında olmasa
da. Zaten yılanın esas gayesi iskelete ulaşmaktan çok, kadehteki şaraptan hiç olmazsa bir
yudumcuk alabilmekti. O bir yudumla sırtındaki bütün yüklerden kurtulmayı, gençleşip taptaze
bir deriye kavuşmayı ümit ediyordu. Bu sebepten, olduğu yerde debelenip şekilden şekile
giriyor; bir çıkar yol bulabilmek için bin takla atıyordu. Alonso Perez de Herrera ise bu kadehe
kavuştuğu günden bu yana, içtiği her yudumdan emsalsiz bir keyif alıyordu. Şarabı dilinin
üzerinde gezdirirken yılanı altediyor; onu kıvrandırmanın, inim inim inletmenin tadını
çıkarıyordu. İçtiği her yudumda, iblisin kapkara kıllarla kaplı derisinde bir yara daha açmış
oluyordu; yaralanan iblis de olsa, kan akıtmamaya dikkat ederek...
Oldum olası ölümden bahsetmeyi severdi. Bu dünyadaki vazifesinin, insanları ölümün
dehşetiyle, kendi ölümleriyle tanıştırmak olduğuna inanırdı. Zavallı faniler bu tatsız tesadüften
ne kadar kaçmaya çalışırlarsa çalışsınlar, çabalarının beyhûde olduğunu her fırsatta yüzlerine
haykırırdı. Sonra, bir adım geri çekilip, o yüzleri kaplayan korku bulutlarını seyreder; sabırla
yağmurun yağmasını beklerdi. Hiç nazlanmazdı yağmur; bir kez olsun gecikmezdi. Kara bulutlar
göğü kaplar, kulakları sağır etmeye namzet bir gök gürültüsü ortalığı inletir ve bîçare faniler
dizlerinin üzerine düşerek hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlardı. O vakit gökyüzü yeryüzüyle, bulut
toprakla, su tohumla buluşur; hırçın bir çamur deryasında hızla dibe doğru çekilirdi ölümlülerin
vücutları. Çamurun içinden uzanan ellere, kopan feryatlara ve son anda dile getirilen
Dostları ilə paylaş: |