oluncaya kadar arkada kalıp biraz oyalanmıştı. Tek bir arkadaşı bile yoktu. Kilisenin dışında
ağzını açmak gafletinde bulunduğunda alay konusu olacağını gayet iyi bildiğinden insanlardan
köşe bucak kaçıyordu. Oymalı, koca kapıya doğru dalgın dalgın yürürken, arkasından birinin
seslendiğini duydu.
"Alonso... Alonso, bekle biraz."
Çocuk korkuyla sıçradı. Etrafta kimsecikler yoktu. Bakire Meryem'in konuştuğunu zannedip,
telaşla haç çıkarttı. Sonra parmaklarının ucuna basa basa oradan sıvışmaya çalışırken, sesi tekrar
duydu.
"Benim Alonso. Bir ömür boyu seninleyim."
"Ki...ki...kimsin?"
"Sakın kekeleme Alonso. Bir daha asla kekeleme. Susma. Avazın çıktığı kadar bağır, takattan
düşene kadar konuş. Korkma, çünkü bundan böyle senin ağzından ben konuşacağım. Sesinden
utanmayacaksın Alonso. Sesinle var olacaksın."
Titremesi kesildi. Donup kalmıştı sanki. Adım atmak şöyle dursun, kıpırdıyamıyordu bile.
Derken, ani bir emir almışçasına hareketlenip, şimşek hızıyla çıktı kiliseden. Dışarıya çıkıp sert
rüzgârı yer yemez kendine geldi. Kendini koyverip, altına işedi. Yapayalnız ve çaresizdi.
Sesinden utanmadığı tek mekânı, biricik yuvasını kaybettiğini görmek onu kahretse de,
kiliseye gitmemek için türlü bahaneler buldu. Her bahanede dayak yedi babasından. Ne var ki
fırıncı, zekâsından her zaman şüphe ettiği bu küçük oğlanla uzun uzadıya uğraşamayacak kadar
bezgin bir adamdı. Vazgeçti; salaklığına doymayan oğlunu kendi haline bıraktı. İşte o zaman,
evde durmaya tahammül edemeyen Alonso, aklını başına devşirmesi gerektiğini kavradı. Hayat
zaten kötü olduğuna göre, daha kötüsünden korkmak mânâsızdı. Olanca cesaretini topladı ve
tekrar koroya katılmak üzere kiliseye döndü. Gene ilahiler söyledi incecik, kuş sesiyle; gene
yalnız kaldı, bir başına. Boşuna korkmuştu. Ortada ses filan yoktu. O şey her neyse, belli ki
uzaklaşmıştı. Belki de hiç var olmamıştı.
Ne var ki, çok geçmeden yanıldığını anladı. Ses, evde, kilisede, sokakta ve fırında;
tabaklardan, kapılardan, duvarlardan ve ağaçlardan çıktı geldi. Mütemadiyen konuştu, konuştu.
Giderek Alonso daha az korkmaya başladı ondan. Nihayet bir akşam o meçhul ses dedi ki:
"Babanın gözdesi sen olmalısın. Sen gitmelisin üniversiteye."
İşte o zaman çocuk sese ısındı. Anladı ki, ses hayattaki tek rehberi, biricik arkadaşıydı. Hem
belki o da yalnız ve mutsuzdu. Belki de bu sebepten, bunca insanın arasında gidip bir başkasını
değil de onu, Avila'lı fırıncının sessiz ve kimsesiz oğlunu bulmuştu. Zaman zaman başkalarının
yanında da ortaya çıkıyor ama kendini onlara duyurmuyordu. Giderek Alonso Perez de Herrera
bu imtiyazdan keyif almaya, öteki insanlara benzememenin o kadar da kötü bir şey olmadığını
düşünmeye başladı. Nihayet bir gün, cesaretini toplayıp, nicedir sesin yapmasını istediği şeyi
yapmak üzere babasının karşısına çıktı.
"Baba! Beni ne zaman göreceksin?"
Fırıncı şaşırmıştı. Kuş sesli, sarı benizli çocuğuna baktı. Çocuklarının içinde en az sevdiği,
kendine en az benzettiği çocuğuna baktı. Onunla kaybedecek vakti olmadığından, omuzlarını
silkeleyip çalışmaya devam etti. Fakat Alonso kendisinden umulmadık bir cesaretle atılıp
babasını durdurdu. Başını kaldırıp bir dev gibi görünen iriyarı adama baktı. "Beni seç baba!" Bir
ricada bulunmaktan çok emir verir gibiydi. Her zamanki gibi incecik olan sesi insanın onu
ciddiye almasına mâni olsa da, yüzünü kaplayan kararlılık görülmeyecek gibi değildi. Fırıncı,
oğlundaki bu ani değişikliğe bir mânâ veremedi. Kafasını kaşıdı, yavaş yavaş uzaklaşan çocuğun
arkasından baktı ve onun ruh sağlığından endişe etmekten başka bir şey yapmadı.
Ertesi gün sesle kilisede buluştular. Koronun dağılmasından sonra Alonso gene geride kalıp
oyalandı. İçerde kimsecikler kalmadığında, ses onu çarmıha gerilmiş İsa'nın önüne çağırdı.
Dışarıda, akşam güneşi ılık ılık erirken, sonbahar rüzgârı Avila surlarını inim inim inletirken,
tezgâhı kapatan dilenciler uyuşmuş bacaklarına kan yürüsün diye gerinirken; içeride, çocuğun
bakışları, kilisenin dört bir yanını dolaştıktan sonra İsa'nın avuç içlerine takılı kaldı.
"Alonso! Vakit geldi. Sen ve ben kavuşmalıyız artık."
Neyin vaktinin geldiğini bilemeyen Alonso olduğu yerde tir tir titriyor, boncuk boncuk ter
döküyordu. Canının yanmasından korkuyordu. Ara sıra ayaklarına bakıyordu dik dik. Ayakları
her an kendi başlarına hareket edip, kaçabilecek gibi görünüyorlardı. Korkusu ne denli büyük
olursa olsun, ayaklarının onu geçmişteki kötü günlere sürüklemesine mâni olmalıydı. Neyse ki,
ses, bu tedirgin bekleyişin daha fazla uzamasına müsaade etmedi. Ses ona ağzını açıp avazı
çıktığı kadar bağırmasını söyledi. Çocuk o kadar heyecanlanmıştı ki, değil bağırmak bir inilti
bile çıkaramadı. Bakışları ayaklarında, yüreği ağzında, öylece kalakaldı. Bir müddet sonra ses
isteğini tekrarladı. Alonso bu sefer var gücüyle ıkınarak bağırmaya çabaladı. Kulaklarına kadar
kızarmış, terden sırılsıklam olmuştu. Ciğerlerinde nefes kalmayıncaya kadar zorladı, zorladı.
Garip bir şeyler oluyordu vücudunda. Ayaklarının yerden kesildiğini, göğe doğru yükseldiğini,
damarlarında akan kanın hızla çekildiğini zannetti bir ara. Ağzından çıkan ses hem bıkıp
usanmadan düşüncelerini parçalıyor, hem de oraya buraya dağılan parçaları sabırla topluyordu.
Bağırıyordu Alonso. Bağırabiliyordu. Sesi, incecik, kuş sesi, doğduğu günden beri kulakları
tırmalayan, alay konusu olan sesi, kilisenin yaşlı, nemli duvarlarında, yaldızlı, cılız mumlarında
yankılanıyordu.
Garip bir şeyler oluyordu. Damla damla eriyen mumların gölgeleri devleşirken, nemden
çürümeye yüz tutan duvarlar bellerini doğrultuyordu. İncecik kuş sesi giderek kalınlaşırken,
hayatında ilk defa kükreyebilmenin tadını çıkaran Alonso mutluluktan sarhoş oluyordu. Mucize
dedikleri bu olmalıydı. Haftalardır peşinden ayrılmayan o tuhaf ses ona kol kanat germekle
kalmamış, bir de içine girip kaderini değiştirmişti. Öyleyse bunu kutlamalı, sevincini herkese
duyurmalıydı. Tekrar, tekrar bağırdı. Haykırdı. Bıraksalar, yani ses bıraksa, saatler, hatta günler
geceler boyu bağırırdı. Çürük bir diş gibi günbegün oyuğunu genişleterek berbat bir tat, kesif bir
koku yayan öfkeyi kökünden söküp atabilir; yalnızlığını, çaresizliğini, sesine katıp uzaklara
yollayabilirdi. Ama o buna mâni oldu.
"Bu kadarı kâfi!"
Alonso şaşırdı. Sese itaat etmek istemiyordu. Kendini bildi bileli mutsuzluğunun ve
yalnızlığının yegâne sebebi, utanç kaynağı, alay konusu olan sesinden kurtulmuşken, bu
mucizenin tadını çıkartmak istiyordu. Bütün bunlar bir rüya olsa bile, uyanmaya niyeti yoktu. Ne
var ki, tam da ağzını açıp tekrar bağırmaya hazırlandığında, sanki görünmeyen bir el, saçlarından
yakaladığı gibi hızla, hoyratça geri çekti kafasını. Çocuk o kadar büyük bir acı duymuş, her şey o
kadar ani olmuştu ki ağzının çarpıldığını sandı. Şaşkın, ürkmüş bir halde, ağzını, çenesini
yokladı. O kızgındı.
"Bunu sakın tekrarlama küçüğüm. Sakın bir daha sözümden çıkma!"
Alonso bu hırçın ses tonunu gayet iyi tanıyordu. Babası gibi konuşmuştu ses; onun kadar
öfkeli, onun kadar bıkkın ve onun kadar tehditkâr. Bu kadardı demek. Mutluluğu bu kadar kısa
sürmüş, ardından gelen acı bu kadar keskin olmuştu. Ne var ki çok geçmeden, ses, şefkatle
konuşmaya başladı. Biraz önceki aksiliğini unutturmak ister gibiydi.
"Sen ve ben küçük oyunlarla vakit yitiremeyiz. Biz bu daracık mekânlara sıkışamayız.
Hedeflerimiz büyük Alonso. Beni yormamalısın." Kısa bir sessizlik oldu. Alonso ağlamamak
için tırnaklarını etine batırıyor, dudaklarını ısırıyordu. "Unutma. Sen istediğinde değil, ben
istediğimde... Sadece ben istediğim zaman, sesin sesim olur. Bunu sakın unutma!"
Dostları ilə paylaş: |