gelince, o, davudî sesin içinde olmasından hoşnut, ama bu kadına gösterdiği alakadan huzursuz,
bekliyordu.
"Şu çocuk... Andres... sana tam olarak ne anlattı?"
"Efendim, bana, her hafta evlerinde pek çok insanın toplandığını anlattı. Perdeleri örtüp,
kapıları kapatıp, gizlice konuştuklarını anlattı. Bir de... bir de.. dedi ki..."
"Rahat ol evladım. Bildiğin her şeyi açık açık anlat. Anlat ki, hiçbir günah cezasız kalmasın."
Bu lafı işiten Elena Rodriguez gözyaşlarına boğularak, Alonso Perez de Herrera'nın
ayaklarına kapandı.
"Oh, çok korkunç. Dios mio. Çok korkunç. Bana dedi ki... Amcası ve arkadaşları... ve işte
onların hepsi... İsa Efendimize işkence ederlermiş... İsa Efendimiz, gözyaşlarına boğulurmuş.
Onlara niçin kendisine işkence ettiklerini sorarmış. Fakat onlar İsa Efendimizi kırbaçlamaya
devam ederlermiş. Kan içinde kalırmış her tarafı. İşte bu Pereira ailesi, İsa Efendimize böyle
zulmedermiş."
Alonso Perez de Herrera bunları duyar duymaz ayağa fırladı. Tıpkı vaazlarındaki gibi sesle
tekyürek, tekvücut olmuşlardı. Hiddeti gözlerinden okunuyordu.
"Buraya gelmekle en doğrusunu yaptın evladım. Şimdi sakinleş ve bana her şeyi baştan
anlat."
Dikti yokuş, bitmek bilmiyordu. Ölüme benziyordu yokuş; sonunda ne olduğu, buradan
bakınca görünmüyordu.
Derin bir soluk aldı. Yokuşa baktı. Her ne olursa olsun, inmesi çıkmasından çok daha kolay
olacaktı.
Büyü
Bu yüzden, oyunlarımızı gizlice oynuyoruz.
Mario Vargas Llosa,
Üveyanneye Övgü
Beatriz Blasquez, heyecanla vaktin gelmesini bekliyordu. "Geceyarısından evvel olmaz!"
demişti kadın. Zaman geçmek bilmiyordu.
Bir süre önce, bir arkadaşının tavsiyesi üzerine gitmişti o eve. Kadın, aşk büyücülerinin piri
olarak nam salmıştı Madrid'de. Müşterileri arasında her yaştan, her fıtrattan kadına rastlamak
mümkündü. Hepsinin de derdi tasası birdi: aşk! Kocalarını bin bir desiseyle yuvalarına
bağlamaya çalışanlar, gönül verdiklerinden yüz bulamayıp yorgan döşek yatanlar, gece gündüz
hayali bir âşığın ateşli bûseleriyle yanıp tutuşanlar, yanıp tutuşmayı çoktan bırakarak kül olma
raddesine geldikleri için son çare olarak gece vakti gizlice içeri süzülecek şehvetli hırsızların
yolunu gözleyenler ve tam olarak ne istediklerini bilemeseler de sürekli bir şeyler istemekten
kendilerini alamayanlar onun müdavimleriydi. Kadının lakabı La Barbuda
[5]
idi. Ona bir kerecik
bakmak, bu lakabı fazlasıyla hak ettiğini anlamak için kâfiydi. Çenesinden sarkan uzun, siyah kıl
yığınıyla, cehennem tasvirlerinden fırlamış o yarı –keçi, yarı – insan mahlûkları andırıyordu.
Esmer yüzünde, biri alnında biri de sol yanağında olmak üzere, birbirinden derin, birbirinden
küstah iki bıçak izi taşıyordu. Geçip gitmeden evvel mührünü vurmuş, küllenmeden evvel yakıp
dağlamış bir hikâyesi olmalıydı. Fakat o, bıçak izlerinin hınzırca ima ettiği bu hikâyeyi saklamak
gayretinden olsa gerek, bir boya fıçısına batıp çıkmış gibiydi. Yanaklarını cart kırmızıya,
dudaklarını çingenepembesine, gözkapaklarını da çığırtkan yeşile boyamıştı. Kulaklarına
halkavî, devasa küpeler, kollarına en adisinden şıngır şıngır, rengârenk bilezikler, parmaklarına
da kıymetli, parlak taşlarla bezenmiş yüzükler takmıştı. Omuzlarına, püskülleri yere kadar
uzanan, tavuskuşu işlemeli bir şal atmıştı. Sarkık gerdanını da ihmal etmemiş; bir zamanlar pek
heybetli olduğu anlaşılan vahşi bir kurttan artakalan duman rengi kuyruğu boynuna dolamıştı. Bu
haliyle, sarhoş bir ressamın fırça darbelerinden vücuda gelmiş gibiydi. Ne var ki, bu acayip ve
çirkin sûreti tezyin eden renk cümbüşü onu gülünç kılmak şöyle dursun, olduğundan çok daha
heybetli ve kudretli yapıyordu. Zira, liman şehirlerinde kurulan pazarları andıran bu karmaşa, La
Barbuda'yı sıradışı kılmakla kalmıyor, bir de, gözlerini ondan ayıramayanlarda tiksintiyle karışık
merak, korkuyla karışık saygı uyandırıyordu.
Bıçak izlerinin fısıldadığı hikâyeye göre, La Barbuda bir ömre iki ayrı hayat sığdırmıştı.
Birincisinin tükendiği yerde durup, aç bir köpek gibi boşluğu koklamıştı. Bir adım ötesi ya
hiçlikti ya kurtuluş. Her ne olursa olsun, biten bitmiş, giden gitmişti. Seneler birbirini kovalarken
o, ne yeknesaklığın kabuğunu kırabilmiş, ne istediği evliliği yapabilmiş, ne de belini
doğrultabilmişti. Çaresiz ve ezikti. Cahil ve sefildi. Üç çocuk annesi ve kimsesizdi. Aynı melûn
hastalığın peş peşe alıp götürdüğü çocuklarının arkasından sessizce bakmış; bir kez olsun
ağlamamıştı. Sonrası, ya onların acısını tamamen unutmaktı ya da onlara kavuşmak. Hayatta
kalmakla canına kıymak arasında gidip gelirken, hangi tarafa meyledeceğini bilemediğinden
eşikte öylece dikilirken, tesadüfen bulduğu paslı bir anahtar ona büyü âleminin kapısını açmıştı.
Kaybedecek bir şeyi kalmadığından tereddütsüz atmıştı adımını. Sonra bir adım, bir adım daha...
Her adımda belinin biraz daha doğrulduğunu, sözünün biraz daha geçtiğini görmüş; giderek,
yürümekle yetinmeyip koşmaya başlamıştı. Belki de intikamdı şiarı. Büyülerle bend ettiği
erkeklerin nezdinde kendisini karnında, kucağında bebeklerle terk edip giden sevgililerden;
parasını yolup, şaşkına çevirdiği müşterilerinin nezdinde de yoluna çıkıp canını yakan bütün
kadınlardan çaktırmadan intikam alıyordu. Kim ayıplayabilirdi ki onu? Kimsenin yuvasını
yıkmıyor, ahını almıyor, ciğerini sökmüyordu. Sadece birkaç tırmık, bir iki ısırık... Şeker
değillerdi ki erisinler. Kat kat pudranın dahi kapatamadığı bıçak izleri bırakmıyordu ya
suratlarında. Hem zaten, çok geçmeden kabuk bağlardı her yara. Varsın çıtkırıldım hanımlar,
küstah beyler azıcık incinsinler. İncinsinler ama sebebini bilmesinler. Ne de olsa, müşterilerine
kalıcı bir hasar vermek La Barbuda'nın hiç işine gelmezdi. Seneler sonra kavuştuğu iktidarı kendi
elleriyle alaşağı edecek kadar budala değildi.
Sıra kendisine geldiğinde Beatriz, onu buraya getiren sivri akıllı arkadaşına söylene söylene
La Barbuda'nın odasına girdi. Çığırtkan renkli, yamalı bir perde, bu odayı bekleme odasından
ayırmaktaydı. Perdenin üzerine dikilmiş irili ufaklı onlarca çan, müthiş bir gürültü çıkartıyordu
en ufak kıpırtıda. Böylelikle, sırası gelen her müşteri, fiyakalı bir merasimle çıkmış oluyordu La
Barbuda'nın huzuruna. Beatriz içeri girdiğinde, çabucak göz gezdirdi etrafına. Raflara sıra sıra
dizilmiş küçük cam şişeler, terkibi meçhul macunlar, tavandan sarkıtılmış kuru ot demetleri, ne
işe yaradığını bir türlü kestiremediği cam topaçlar, sayfaları sararmış kitaplar, kargacık burgacık
yazılmış reçeteler, vakti zamanında pek çok hayvana heybet kazandırdığı anlaşılan uzun tüylü
kuyruklar ve muhtemelen aynı hayvanların dişlerinden yapılmış kolyeler buldu karşısında.
Burnunu kapatmak istedi ama çok geç kalmıştı. Odada hüküm süren onlarca kokunun bir araya
gelerek neşeyle, inatla, öfkeyle oluşturdukları rayihaya bulanmıştı bir kez; hem de tepeden
tırnağa.
Bu acemi müşterinin korkusu gülümsetti odadakileri. Gülsuyu, gece sümbülü, katırtırnağı,
biberiye, portakal özü, yasemin, karanfil ve kına dolu fağfur kâseler; misk taneleri, acıbadem
çekirdekleri, baldıran kökleri, menekşe kökleri, odun kömürleri, muskat cevizleri saklayan
rengârenk şişeler; içlerine dağkeçisi sütü, domuzyağı, çamiğnesiyağı, cevizyağı, ördek yumurtası
akı doldurulmuş gümüş çanaklar ve zehirli otlar, gülümsemekle yetinmeyip kahkahayı bastılar.
Gümüş, bakır, altın ve cam kâselerde pıhtılaşan yılan ve keçi kanları gürültüden rahatsız olup
homurdandılar. Kopan hengâmede raftan düşen billûr bir mühre tuzla buz oldu. Senelerdir
mühreye olan aşkını bir sır gibi saklayan bir sürmedan onun peşinden atlamak istediyse de
yapamadı; yanık sesiyle ağıt yakmaya koyuldu. Aşkı ve tutkuyu hafife aldığını her fırsatta ispat
etmeye çalışan bir zebercet, tam da sürmedanın acısına dudak büktüğü esnada gül ağacından
yapılmış bir asanın üzerine işlenmiş zeytunî bir taşın dikkatle kendisine bakmakta olduğunu fark
etti. Kızardı. Ortalık karıştı.
La Barbuda'ya gelince, o, bu cinnetâver tarrakanın tam ortasında sakin sakin oturmaktaydı.
Yaşlı tilki her şeyi büyük bir kurnazlıkla, ince ince hesaplamıştı. Karışık ve dağınık mekânların,
insanları nasıl allak bullak edebileceğini gayet iyi bildiğinden, kullansın kullanmasın bulabildiği
en tuhaf malzemeleri bir araya getirmişti. Bunun sakıncalarının farkındaydı elbette. Şimdiye
değin tam beş kez cadılıkla itham edilmiş, Engizisyon'un karşısında hesap vermişti. Fakat her
seferinde şansı yaver gitmiş, yakasını kurtarabilmişti. Her seferinde, gurbetten gelen bir yolcu
gibi hasretle evine dönüp kaldığı yerden hayatına devam etmişti.
La Barbuda, gözucuyla, beti benzi atan genç müşterisini süzüyordu. Pek belli etmese de,
odadaki ıvır zıvırın her gelen müşterinin üzerinde müthiş bir tesir bıraktığını görmekten bir hayli
Dostları ilə paylaş: |