Şehrin Aynaları



Yüklə 1,04 Mb.
Pdf görüntüsü
səhifə14/71
tarix30.10.2018
ölçüsü1,04 Mb.
#76334
növüYazı
1   ...   10   11   12   13   14   15   16   17   ...   71

Yokuş
...ilkin yaşanıp da, sonradan unutulmuş
olayları travmalar diye niteliyoruz.
 
                    Sigmund Freud,
                    Hz. Musa ve Tektanrıcılık
 
Sırtını  duvara  yaslayıp  soluklandı.  Dikti  yokuş;  bitmek  bilmiyordu.  Göğe  doğru  kıvrılarak
uzanan  incecik  bir  merdiven  gibiydi;  kırık  ve  çarpıktı  basamakları.  Böcekler  ve  kertenkeleler,
yabani  otlar  ve  taşlaşmış  dışkılar  basamakların  arasından  dillerini  uzatıp,  bir  an  evvel  yukarıya
varmaya çalışan kadının ayaklarını tırmalıyordu. Ölüme benziyordu yokuş; sonunda ne olduğu,
buradan bakılınca görünmüyordu.
Geri  dönebilirdi.  Vazgeçebilirdi.  Sızlayan  dizlerine  kulak  verip  yokuş  aşağı  bırakabilirdi
kendini.  Dalından  düşmüş  bir  elma  ya  da  yerinden  edilmiş  bir  taş  gibi,  hoplaya  zıplaya,
yuvarlana yuvarlana, gamsız tasasız, öncesiz ve sonrasız inebilirdi yokuştan. Bir engebenin çıkıp
da kendisini durdurmasını deli gibi isterken, karşısına dikilen her çıkıntının, her engelin üstünden
atlayıp yola devam etmenin neşvesini tadabilirdi. Duramamanın rüzgârı yüzünü yalarken, güzel
olan  her  şeyin  neden  bu  kadar  kısa  sürdüğüne  hayıflanmaya  bile  vakit  bulamadan  mutlu  bir
tebessümle yokuşun dibine varabilirdi. Ölebilirdi istese; ya da yaşayabilirdi.
Oysa  o  sadece  bir  gün  evvel  dinlediği  vaazı  düşünüyordu.  Alonso  Perez  de  Herrera'nın  o
müthiş sesiyle anlattığı hikâyeyi, o hikâyedeki günahkâr kadını aklından çıkartamıyordu.
"Kadın  asil  ve  inançlı  bir  ailenin  kızıymış.  Kendisi  de  son  derece  inançlı  yetiştirilmiş  ve
ailesine  yaraşacak  kadar  temiz  ahlâklıymış.  Fakat  şeytan,  en  zayıf  anını  kollayıp,  avuçlarının
arasına  almış  onu.  Aklını  çelmiş,  yüreğini  fethetmiş,  kanına  girmiş.  Ve  o  tertemiz  kadına
günahların en büyüğünü işletmiş. Kadıncağız, günahını kimselere anlatamamış. Rahiplere günah
çıkartmaya  gittiğinde  dahi  susmuş,  konuşamamış.  Her  gece  günahından  arınmak  için  ağlaya
ağlaya dua etmiş. Her günü vicdan muhasebeleriyle geçirmiş. Derken, bir manastıra gidip sahip
olduğu  tüm  nimetlerden  vazgeçmiş.  O  zengin,  müreffeh  günlerini  tamamıyla  geride  bırakmış.
Kendini  sadece  İsa'ya  adamış.  Ömrünün  son  demlerinde  başrahibeliğe  kadar  yükselmiş.  Fakat
geçmişte  işlediği  o  korkunç  günahı  gene  de  kimselere  anlatmamış.  Son  nefesini  verirken  dahi,
günahını  kendine  saklamış.  Ne  var  ki,  ruhu  huzursuzmuş.  Bir  türlü  huzura  kavuşamayan  ruhu
geceleri manastırın koridorlarında dolaşıp, nedamet getirirmiş."
Göğsü  körük  gibi  inip  kalkıyordu.  Bitmek  bilmeyen  yokuşu  tırmanırken,  attığı  her  adımda
Alonso  Perez  de  Herrera'nın  sesi  kulaklarında  çınlıyordu.  Evet,  daha  dün  dinlediği  hikâyedeki
kadına benzememek için gelmişti buralara. O kadın gibi korkunç bir günahın vebalini bir ömür
boyu taşımamak için.
"Öğrenmişler. Manastırdaki genç, yaşlı bütün rahibeler korkunç hakikati öğrenmişler. Kadın,
günahını  itiraf  etmeden,  utancını  söze  dökmeden  ölünce,  dillenen  günahı  olmuş.  Günahı  onun
yerine konuşmuş."
Elena  Rodriguez  telaşla  başını  salladı.  Günahların  konuşabildiğini  öğrendiğinden  bu  yana


içinde bir yerde bir şeyler yırtılmıştı sanki. Yırtıktan içeri dolan havayla üşüyor, ürperiyordu.
"Günahkârların sustuğu yerde günahları dillenir."
Bu  sebepten  gelmişti  buralara.  Bu  sebepten  tırmanmalıydı  bu  dik  yokuşu.  Başkalarının
işlediği  bir  günahı  bilip  de  anlatmamak,  o  günaha  ortak  olmaktan  başka  ne  mânâya  gelebilirdi
ki?
 
"Herkes unutabilir ama lanet unutmaz. Lanet, sır saklamaz! Bir gün mutlaka konuşur."
Lanetin ne demek olduğunu şeytandan daha iyi kim bilebilirdi ki? Geçmişi lanetli, geleceği
lanetli  şeytandan.  Lanet,  herkesten  ve  her  şeyden  çok  onun  habis  hikâyesini  dile  getirmiyor
muydu?  Ve  lanetin  bulaşıcı  olması  değil  miydi  sürünerek  alçaklığından,  heder  ederek
yalnızlığından kurtulmaya çalışan şeytanın şu dünyadaki tek tesellisi?
Şeytan  lanetini  bulaştırmak  için  devamlı  fırsat  kollayıp,  açacak  bir  delik,  deşecek  bir  yara,
bulandıracak bir su arıyordu kendine. Her yerden çıkıp gelebiliyor, her yere sızabiliyordu. Sarı,
sapsarı  bir  ışık  huzmesi  gibi  tek  bir  çatlaktan,  ufacık  bir  delikten  başını  uzatarak;  kıymetli,
rengârenk  bir  halının  saçaklarındaki  güve  yeniğinden  tırnaklarını  geçirerek;  azimli  bir
sümüklüböcek  gibi  geçtiği  yollarda  kaygan  ve  yapışkan  izler  bırakarak,  ok  işlemez  zırhlara,
zindan  duvarlarına,  devasa  surlara  meydan  okuyordu.  Zehrini  akıtacak  bir  kap,  lanetini
bulaştıracak bir ten ararken kendine, masum bir çocuğun ruhuna bile musallat olabiliyordu.
Acıyla inledi: "Diego!"
Neden  müsaade  etmişti  ki  oğlunu  alıp  götürmesine?  Doğduğu  günden  beri  bir  an  bile
yanından  ayırmadığı  küçük  oğlunu,  annesinin  kokusundan  başka  koku  tanımayan  o  masum
yavruyu elinden tutup panayıra götürmeye kalkıştığında, neden fırlayıp ona mâni olmamıştı? Sırf
terini tattığı, kokularını kokladığı, tükürüğünü içtiği ve altına yattığı için ona itimat edebileceğini
mi sanmıştı? Hem ona itimat etse bile, Tanrı'nın huzurunda ona ait olsa bile, küçük Diego sadece
ve sadece kendi oğlu değil miydi? Kendi kanı değil miydi böyle serpilip güzelleşen? Bir çocuğun
yumuk, körpe, beyaz elleri, onun babasından ziyade annesine ait olduğunun en açık delili değil
miydi?  Onun  oğluydu  Diego.  Duru,  mermer  yüzünde  sakallar  çıkana  kadar,  çocuk  elleri  kaba,
kıllı  ve  nasırlı  ellere  dönüşene  kadar  sadece  onun  oğlu  olarak  kalacaktı.  Bunu  bile  bile  niçin
müsaade etmişti oğlunu alıp götürmesine?
Oysa nasıl da güzel, nasıl da neşeliydi o gün küçük Diego. Üzerinde eflatun, kadife bir ceket;
gözlerinde  insanın  içini  titretecek  kadar  masum  parıltılar;  dudaklarında  bir  testi  kırmızı  şarap
içmiş gibi göz alıcı bir renk, baş döndürücü bir tat. Beyazın üzerinde kırmızı. Beyazın üzerinde
kan. El sallamıştı arkalarından.
Baba  oğul  birlikte  çıkmışlardı  evden.  Baba  tek  başına  dönmüştü  akşam.  Gözleri  kararmıştı
ona bakarken. Kendine geldiğinde, Diego'nun gömüldüğünü öğrenmişti. Ölüsünü görememişti.
O  günden  beri,  aynı  evde  barınmaya  devam  etmelerine  rağmen  birbirlerine  değmeden,
birbirlerini görmeden yaşıyorlardı. Eskiden de şarap tulumunu yanından ayırmazdı ya, Diego'nun
ölümünden  sonra  ayyaşın  teki  olup  çıkmıştı  adam.  Karısının  yüzüne  bakmaya  cesaret
edemiyordu artık. Bir zamanlar yüreğini ısıtan kadının genç, güzel ve ışıltılı yüzünün nasıl olup
da  böyle  kararıp  kırıştığını;  gözlerindeki  parıltıların  nasıl  öfke  kıvılcımlarına  dönüştüğünü  bir
türlü  anlayamıyordu.  O  da  acı  çekmişti.  O  da  kahrolmuştu.  Bir  çocuk  daha  isteyebilirlerdi
Tanrı'dan.  Belki  küçük  bir  kız  çocuğu  bu  sefer.  Fakat  Elena  ıssız  ve  kindar  bir  çöldü  artık;
üzerinde hiçbir otun yeşeremeyeceği çorak, hırçın bir toprak.
 
Oğlunun  mezarına  gittiği  gün  yağmur  yağıyordu.  Fersiz  gözlerinde,  ağlara  takıldığı  anın
dehşetini  taşıyan  koca  bir  balık  gibi  ağzını  açıp  uzun  uzun  gökyüzüne  bakmış;  sonra  ellerini


Yüklə 1,04 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   10   11   12   13   14   15   16   17   ...   71




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©www.genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə