Şehrin Aynaları



Yüklə 1,04 Mb.
Pdf görüntüsü
səhifə3/71
tarix30.10.2018
ölçüsü1,04 Mb.
#76334
növüYazı
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   71

pişmanlıklara bîgane kalırdı. Onlar için yapabilecekleri burada noktalanmıştı.
Tabağındaki  et  dilimlerini  bitirdikten  sonra  arkasına  yaslandı.  Hizmetkârların  da  gayet  iyi
bildikleri gibi, eti çok pişmiş olmalıydı. Kan görmeye tahammül edemezdi; her ne yerse yesin,
her ne yaparsa yapsın, kan akmamalıydı. Ölümün ve hayatın resminde göz alıcı tek bir renk bile
olmamalıydı.
Biraz  bekledikten  sonra,  artık  iyice  soğumuş  olan  çorbanın  tadına  baktı.  Yaptığı  işin
ciddiyetini kanıtlamak istercesine gözlerini kısmış, kaşlarını çatmıştı. Birkaç kez dilini damağına
yapıştırıp hızla geri çekti. Çorba lezzetliydi lezzetli olmasına da, içine yanlış bir şeyler katılmıştı.
Zaten  Alonso  Perez  de  Herrera  hiçbir  zaman  önüne  konan  çorbanın  tadını  beğenmez,  sırf  bu
sebepten,  sık  sık  kendine  yeni  bir  aşçı  arardı.  Yeni  gelen  aşçı  bir  öncekini  mumla  aratınca  bir
müddet hiç sesini çıkarmaz, sonra ansızın bir gün, niçin kovulduğuna akıl sır erdiremeyen adamı
kapının  önüne  koyardı.  Alonso  Perez  de  Herrera  önüne  konan  birbirinden  leziz  çorbaları
beğenmeyip  aşçılarını  değiştiredursun,  yeryüzündeki  en  maharetli  aşçının  bile  bu  gidişatı
durdurmasına  imkân  yoktu.  Zira  Herrera'nın  beğenmediği  tat,  çorbaya  konan  malzemelerden
herhangi birine değil, ondan yükselen o muzip dumana aitti. Duman havaya karışıp yok olurken,
kısa ve oynak hayatından ufacık bir hatıra kalsın diye, ekşimsi bir tat bırakırdı geride. İşte o tat,
dumanın hatırasına hürmeten sessiz sedasız vazifesini tamamlayıp, çorbanın içine nüfuz ederdi.
Alonso Perez de Herrera bunu bilseydi çorba içmekten tamamen vazgeçerdi muhtemelen. Fakat
o  kabahati  hep  aşçılarda  bulduğu  ve  dumandan  asla  şüphelenmediği  için  bugün  de  suratını
buruşturup, kâseyi bir kenara itmiş; en kısa zamanda yeni bir aşçı edinmeyi aklına koymuştu.
Şarabından  bir  yudum  alıp,  gayriihtiyari,  yılana  benzemeyen  yılanın  kafasını  okşadıktan
sonra,  tekrar  resmini  seyretmeye  koyuldu.  Bugün  bir  hayli  yorulmuştu.  Davetli  olduğu  bir
toplulukta uzun ve ateşli bir konuşma yapmış, terden sırılsıklam olmuştu. Her vaazında hep aynı
şey  başına  geliyor,  sesin  büyüsüne  kapılıp  gidiyordu.  İşin  aslı,  o  sadece  ağzını  açıp  kapıyor;
kelimeler  bir  başkasından,  bir  başka  yerden  sökün  ediyordu.  Eve  geldiğinde  o  ses,  kafesinden
kurtulmuş bir kuş gibi telaşla uçup karşısındaki resmin içine giriyordu. Ses, bu sefer de oradan
konuşmaya başlıyordu. Ses vücudunu terk ettiğinde, Alonso Perez de Herrera evvela bütün kanı
çekilmiş gibi titreyip sararmaya başlıyor ve ardından, sessizliğe gömülüyordu. İşte bu sebepten,
dışarıda,  şöhreti  bütün  ülkeyi  sarmış  bir  vaiz,  bir  dil  üstadı;  evinde  ise  bir  ölü  kadar  suskun  ve
kıpırtısızdı.  Bu  matem  sessizliği  evin  her  tarafını  sarıp  sarmalıyordu.  Hizmetkârlar  da  onun
huylarını  gayet  iyi  bildiklerinden,  evde  olduğu  saatlerde  çıt  çıkarmamak  için  ellerinden  geleni
yapıyorlardı.  Yemek  odası,  kimselerin  dalgalandırmaya  cesaret  edemediği  sisli,  yosunlu,
ağlamaklı bir göle benziyordu.
Kadehini  doldurdu.  Hizmetkârların,  değil  şarabını  tazelemelerine,  pek  sevdiği  kadehine
yaklaşmalarına bile asla müsaade etmezdi. Onların sarsaklıkları ve sakarlıkları yüzünden gölün
dalgalanmasından;  şarabın  nefasetini,  yılanınsa  ölü  derilerinden  birini  kaybetmesinden  endişe
ederdi.  Boynunu  arkaya  atıp  kan  kırmızı  şarabı  dilinde,  damağında,  dişlerinde  gezdirdi.  Hiç
şüphe yok ki, kenarları yaldızlı kadehten şarap içebilmek emsalsiz bir keyifti. O esnada resmin
içindeki ses tekrar işitildi.
"Bugün  onlar  için  ne  kadar  çaba  sarf  ettik,  değil  mi?  Fakat  işe  yaradı.  Korktular.  Gene
korkuyu iliklerinde hissettiler."
Alonso  Perez  de  Herrera  başını  salladı.  Belli  belirsiz  bir  gülümseme  yerleşti  dudaklarına.
Ufacık  bir  çocuktu  sesle  tanıştığında.  Avila'da  basık  bir  evde,  hayatından  bıkmış  bir  fırıncının
beşinci oğlu olarak gözlerini açmıştı bu dünyaya. Oğlanlardan ikisi fazla yaşamamış; geriye üç
kardeş kalmışlardı. Tanrı, ölen iki oğlanın zayıf ve hastalıklı vücutlarını telafi etmek istercesine,
yanaklarından kan damlayacak kadar gürbüz yaratmıştı öteki iki oğlanı. Fakat adaleti sağlarken


Alonso'yu  ihmal  etmiş  olmalıydı  ki,  bu  küçük  çocuk  abilerine  zerre  kadar  benzememişti.  Eğer
Alonso'nun  benzediği  herhangi  bir  şey  varsa,  o  da  Avila  şehriydi.  Dört  bir  yanı  surlarla
çevrilmiş,  sert  rüzgârlarla  kuruyup  kendi  içine  kapanmış  olan  bu  şehir,  küçük  Alonso'nun  hem
vücuduna  ve  ruhuna  nüfuz  etmiş,  hem  de  onun  geleceğine  kendi  geçmişini  nakşetmişti.  Şehrin
mizacı  hodbin,  hikâyesi  hazin,  hafızası  derindi.  Asırlar  evvel,  Araplara  karşı  yapılan  surların
inşası  tam  dokuz  sene  sürmüş,  binlerce  insana  ter  döktürmüştü.  Nihayet,  son  taş  da  yerine
konduğunda,  sarı  surlar  dostla  düşmanı  ilelebet  ayırmış;  iki  arada  kalanların  üzerlerine  olanca
ağırlığıyla  çökmüştü.  O  günden  beri,  yolu  Avila'ya  düşen  herhangi  bir  yabancının  fark  edeceği
ilk şey, bu toprakların yürek hoplatacak aşkların, dededen toruna nakledilecek destanların yahut
parmak  ısırtacak  kahramanlıkların  diyarı  olamayacağıydı.  Şehirde  yoksulluk  had  safhadaydı.
Adım  başı  bir  dilenci  vardı  sokaklarda;  yaralarından  irin  akan,  birbirlerinin  nafakasını  aşırmak
için fırsat kollayan ve pis bir paçavra tomarı gibi atıldıkları köşebaşlarını mesken tutan dilenciler.
Yüreklerinin derisi meşin gibi sertleşmiş, ebe teknesinden beri suya değmemiş, bitlerinden başka
kimseden  sadakat  görmemiş  hırsızlar  cirit  atardı  evlerin  derme  çatma  damlarında.  Azizlerin
hâlelerini kıskandıklarından olsa gerek, feleğin çemberini taşırlardı başlarının üzerinde. Ara sıra
durup,  senelerce  zaferden  zafere  koştuktan  sonra  ağza  bile  alınmayacak  kadar  meşum  bir
hastalığa  vücudunu  teslim  etmeyi  kendine  yediremeyen  bir  kumandanın  öfkeli  haykırışlarıyla,
penah belledikleri şehri kutsadıkları da olurdu günbatımlarında.
Avila şehri, kendi içine bu kadar kapalı olduğundan belki de, öz evlatlarını telef etmişti tez
zamanda.  Şehirdeki  Yahudiler  ve  Araplar,  nasılsa  boyvermiş  yabani  otlar  gibi  görülmüş,  birer
birer  ayıklanmışlardı.  Otlar  yakıldıkça,  bereketini  kaybeden  tarlalar  çorak  topraklara  ve
dumandan  zehirlenen  gökyüzü  siyah,  simsiyah  bir  kubbeye  dönüşmüştü.  Gene  de  hıncını
alamayan  şehir  gözü  dönmüş  bir  ejderha  kesilmiş;  ağzından  çıkan  alevlerle  kavurup,  midesine
indirdiklerinin ince, beyaz kemiklerini surların dışına tükürmüştü.
Hırçındı babası. Nefret ettiği yoksulluğunun acısını müşterilerinden, en çok da oğullarından
çıkartırdı.  Oğullarından  hiç  olmazsa  birini  okutup,  kendini  bildi  bileli  kanını  emen  sefalet
kenesinden  kurtulmaktı  tek  gayesi.  Bunun  için  hangi  oğluna  sırtını  yaslamasının  daha  akıllıca
olacağını  bilemiyordu  sadece.  Bilemese  de,  rüyalarını  süsleyen  o  parlak  geleceğe  en  son
yakıştırabileceği  çocuğu  Alonso  idi  elbette.  Hemen  hemen  hiç  konuşmazdı  Alonso;
konuşamazdı. Sesi, insandan çok kuş sesini andırırdı. Ne zaman konuşmaya kalksa, dişisine aşk
nağmeleri  düzen  tarlakuşu  gibi  kesik  kesik  öter;  tuzağa  yakalanmış  bir  kırlangıç  gibi  soluksuz
kalır ve avına saldırmadan evvel dehşetengiz çığlıklar atan bir atmaca gibi kulakları tırmalardı.
Sesinden  utanırdı.  Etrafındakilerin  alaylarına  hedef  olmamak  için  mecbur  kalmadıkça  ağzını
açmazdı.  Nice  sonra,  yedi  yaşına  bastığında,  kilise  korosuna  alındı.  Orada  rahatladı;  bunca
zamandır  hasretini  çektiği  huzura  kavuştu.  Zayıf,  hastalıklı  vücudu  kilisenin  loş  ışığına
saklanırken;  tiz,  kuş  sesi  dikkatleri  çekmiyor,  alay  konusu  olmuyordu.  Hatta  bazen,  öteki
çocuklara  zor  gelen  bir  ilahiyi  başından  sonuna  kadar  hatasız  okuyup  takdir  topladığı  bile
oluyordu.  Alonso'ya  kalsa  oradan  hiç  çıkmazdı.  Ömür  boyu  bu  sığınakta  kalır;  demir
parmaklıkların,  altın  şamdanların,  oymalı  kapıların,  Bakire  Meryem'in  gözyaşlarının,  azizlerin
hüzünlü bakışlarının, mumların titrek alevlerinin, iri tespihlerin, kutsal ekmeklerin ve kokularıyla
başını  döndüren  tütsülerin  arasında;  sağır  olmadığı  halde  işitmeyerek,  dilsiz  olmadığı  halde
konuşmayarak,  kalpsiz  olmadığı  halde  hissetmeyerek  öylece  yaşayıp  giderdi.  Nihayet  bir  yuva
bulabilmişti  kendine.  Vahşi  gözlerden  uzak,  alabildiğine  sıcak  bir  kuş  yuvasıydı  kilise.  İşte  o
dönemde tanışmıştı sesle.
 
Bir  gün,  koro  dağıldıktan  sonra,  her  zaman  yaptığı  gibi  herkesin  uzaklaştığından  emin


Yüklə 1,04 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   71




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©www.genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə