bacaklarının arasına götürüp yağlarını ateşe damlatan, vıcık vıcık bir domuz eti bulmuştu orada.
Dehşete kapılıp attığı o korkunç çığlık yırtıcı bir kuş olup süzülmüştü havada. Domuz kafalı,
domuz kuyruklu, derisi balık pullarıyla kaplı ve kanatları rengârenk bir hayvan, şuh bir edayla
göz kırpmıştı uzaktan. Hayvan o kadar çirkindi ki, insan ona bakmaktan kendini alamıyordu. O
kadar çirkindi ki, içine tükürdüğü güzelliklerden alıyordu kudretini, cazibesini. Korkutucu
değildi; ürpertici de. Bir ara, sanki belli belirsiz gülümsemişti; yarı mahcup, yarı kışkırtıcı.
Rüyadaydı kadın; koyvermişti kendini. Toprak, su ve hava birbirine karıştığında sancısı da
dinmişti. Nihayet, domuz etini bırakıp ellerini havaya kaldırdığında, kan içindeydi parmakları.
Beyazın üzerinde kırmızı. Beyazın üzerinde kan. Kendi elleriyle kurutmuştu rahmini. İçindeki
karanlık ve ılık mağarada yaşayan işvebaz kadını saçlarından sürükleyerek gün ışığına çıkarmış
ve boylu boyunca yere yatırmıştı. Ardından, peş peşe okuduğu dualarla sivrilttiği dişlerini
benzerinin boynundaki mürekkep mavisi damara geçirip son damlasına kadar içmişti hoppa
kanını. Arınmıştı. Masum Diego'yu alan Tanrısına, içindeki orospuyu kurban etmişti. Kırmızı bir
göle dönmüştü bütün dünya. Yağan her damla yağmur kırmızının üzerinde beyaz delikler
açarken, bir kevgir gibi delik deşik kalkmıştı oradan. Bereket timsali yağmura inat çorak bir
toprak olup ayrılmıştı oğlunun mezarının başından.
Bir daha kan gelmemişti.
sevişmemişti.
sevmemişti.
Dikti yokuş, bitmek bilmiyordu. Göğe doğru kıvrılarak uzanan incecik bir merdiven gibiydi.
Ölüme benziyordu yokuş; sonunda ne olduğu, buradan bakınca görünmüyordu. Geri dönebilirdi
gerçi. Vazgeçebilirdi. Ölebilirdi istese; ya da yaşayabilirdi. Günahkârların sustuğu yerde,
günahların dillendiğini öğrenmişti. Daralıyordu çember; şeytanın gölgesine basmamak,
pençesine düşmemek için çırpınıyordu. Şerha şerhaydı yüreği; dağdar edilmişti dili. Yüreğini
unutalı çok olmuştu ama diliyle görülecek hesabı vardı.
"Kadın, günahını itiraf etmeden, utancını söze dökmeden ölünce, dillenen günahı olmuş."
Şeytan, gece gelmişti. Karanlığın çökmesini, seslerin kesilmesini bekleyip sinsice
sokulmuştu Elena Rodriguez'in yatak odasına. Usul usul, ılık ılık soluğunu vermişti kadının
boynuna ve dudaklarına. Sonra hızla çıkmıştı odadan; gölgesini ardında bırakıp mutfağa
koşturmuştu. Telaşlı görünüyordu. Geç kalmıştı sanki, kötülüğe yetişebilmek için acele ediyordu.
Önce kapıları zorlamış, duvarları sarsmış, pencereleri sökmüştü. Ardından, mutfaktaki kepçelere,
tencerelere, tavalara vurmaya başlamıştı. Elena Rodriguez'in zihnini tarumar eden o korkunç
gürültü sadece bir başlangıç, sadece bir ikazdı. Kadın yataktan fırlamış, güm güm atan kalbini
yatıştırmaya çalışarak mutfağa yönelmişti. İşte o zaman görmüştü onu. İşte o an, tek hamlede
koparmıştı geçmişi gelecekten, acıyı sevinçten, hafızayı hayalden. Öncesi ve sonrası vardı artık.
İki ayrı resim; iki kopuk uçtan birbirini süzen iki düşman nazar.
Ölüsünü hiç görmediği, mezarının başında kadınlığını terk ettiği, kokusunu aklından
çıkartamadığı küçük Diego, mutfaktaki tahta masanın üzerinde zıp zıp zıplıyordu. Haşarı, neşeli,
uçarı. Aralık dudaklarından çıkan sesleri mutfağın taşlarına saçıyordu; beyazın üzerinde kırmızı,
kıpkırmızı. Ara sıra gözucuyla annesine bakıp gülüyordu. Hayvanî, vahşi, çocuksu.
Gözlerini açtığında sabah olmuştu; mutfakta, yerde, iki büklüm vaziyette. Ağzının içinde
garip bir tat vardı, dilinde pis bir acı. Konuşmaya çalıştığında pembe ve korkak bir et parçası
sallanmıştı dilinin ucundan. Dilini ısırmıştı farkında olmadan. "Kahpe bakire. Çökmüş dizlerinin
üstüne. Affetme, affetme. Günahkâr pembe." Isırmış, parçalamış, kanatmış, koparmış ama ondan
kurtulamamıştı. Kocasına hiçbir şey söylemeden evden fırlamıştı. Nereye gittiğini biliyordu.
Alonso Perez de Herrera'nın sesine sığınmaktan başka bir şey düşünmüyordu.
Korkunç bir hızla kaydığını hissediyordu şimdi, ama yokuş aşağı değil, yokuş yukarı. Oysa
dalından düşmüş bir elma ya da yerinden olmuş bir taş gibi, hoplaya zıplaya, yuvarlana
yuvarlana, gamsız tasasız, öncesiz ve sonrasız inebilirdi yokuştan. Duramamanın rüzgârı yüzünü
yalarken, güzel olan her şeyin neden bu kadar kısa sürdüğüne hayıflanmaya bile vakit bulamadan
mutlu bir tebessümle yokuşun dibine varabilirdi. Ölebilirdi istese; ya da yaşayabilirdi.
Duvarları melek ve şeytan tasvirleriyle bezenmiş geniş yemek odasında şarabını
yudumluyordu Alonso Perez de Herrera. İkide bir başını kaldırıp tam karşısına denk düşen resme
bakıyor; sonra kaztüyü kalemine sarılıp yazmaya devam ediyordu. Tamamlamaya çalıştığı
kitabın ismini Saklı Sapkınları Teşhis ve Tasnif Etmenin Yolları koymuştu.
"Onlar, dışarıdan bakıldığında inançlı Hıristiyanlar gibi görünen saklı sapkınlardır. Fakat ne
denli saklanmaya çalışırlarsa çalışsınlar, aslında gayet kolaydır onları teşhis etmek. Zira,
üzerlerine örttükleri ve sabırla yamadıkları örtü, günahkâr bedenlerini tamamen kapatmaya
yetmez. Açılır örtü; et görünür; hakikat ortaya çıkar. Onlar, uzun müddet saklanmayı
başaramazlar.
Cuma öğleden sonraları evlerini temizleyip, günbatımından evvel mum yakarlar. Cumartesi
sabahları temiz kıyafetler giyerler. Bütün yemeklerini bir gün evvelden pişirip fırına koydukları
için o gün yemek pişirmezler. Bir tepenin üzerine çıkıp köye, kasabaya yahut şehre dikkatlice
baktığımızda, cumartesileri bacasından duman çıkmayan evleri bir bir tespit edebiliriz."
Yorgundu. Hafiften yoklayan baş ağrısına teslim olmamak için yazmaya devam etse de, arzu
ettiği kadar kudretli cümleler kurmakta bir hayli güçlük çekiyordu. Tıkandıkça, kenarları yaldızlı
kadehini havaya kaldırıp, şarabın tortusundan medet umuyordu. Kadehi kalem, şarabı mürekkep
yapıp, yılanın birikmiş ölü derilerinin üzerine yazmanın hayalini kuruyordu.
"Onlar dizlerinin üzerinde dua etmezler. İçlerindeki habis ruh onları kıvrandırdığı için dua
ederken isteseler bile sabit duramazlar. Bu habis ruh, ayak parmaklarından tırnak uçlarına kadar
vücutlarının her bir zerresini ele geçirmiştir. Bu sebepten ötürü, tırnaklarını kestikten sonra
kaldırıp atmak yerine muhakkak yakarlar. Oysa tıpkı tırnakları gibi ateşle..."
Sessizce odaya giren hizmetkâra kaşlarını çatarak baktı. Anlaşılan davetsiz bir misafiri vardı.
Başka bir gün olsa, böyle vakitsiz ve habersiz evine gelen birini geri çevirirdi. Oysa bugün, zaten
bir türlü istediği gibi oturup yazamadığı için, çalışmasına biraz ara vermekte bir sakınca görmedi.
Kadın, odaya alınır alınmaz, telaşla atılıp Alonso Perez de Herrera'nın ellerine sarıldı. Bir
müddet, heyecandan sesi soluğu kesilmiş bir halde öylece durdu. Varlığı odada hüküm süren
sisli, yosunlu, ağlamaklı gölü dalgalandırmadı; suları bulandırmadı. Nihayet konuşmaya
başladığında seslerin birbirine geçmesine, kelimelerin kesik kesik hecelere bölünmesine mâni
olamadı. Ağzını her açışında pembe bir et parçası dışarı sallanıyordu. Dili, tıpkı kenarları yaldızlı
kadehin üzerindeki yılanın dili gibi çektiği acıları haykırıyordu. Alonso Perez de Herrera ise
parçalanmış bir dilden çok kadının söylemeye çalıştığı kelimelerin kesik kesik hecelere, boğuk
boğuk inlemelere dönüşmesinden etkilenmişti. Belki de bu sebepten, bu beklenmedik misafirine
vakit ayırmaya karar verdi. Arkasına yaslanıp onu dinlemeye koyuldu.
"Saygıdeğer efendim. Ben, Fortuna Sokağı'nda ikamet etmekteyim. Bizler, bu sokakta
yaşayan iyi Hıristiyanlarız. Fakat korkarım, aramızda hainler var. Buraya geliş sebebim de
günahkâr bir aileden size bahsetmektir zaten. Onların işledikleri günahları bilip de söylemezsem,
beni de günahlarına ortak edecekler diye korkarım."
Elena Rodriguez bir an için susup yutkundu. Bir gece evvel yaşadıklarını, küçük Diego'yu,
çektiği acıları anlatmak istese de bunu yapamayacağını fark etti. Belki başka zaman, belki
kiliseye gittiğinde günah çıkartırken bütün bunları söze dökmesi çok daha münasip olacaktı.
Belki daha sonra, belki dilinin bir parçası öteki parçasına kavuştuğunda.
"Ah Padre, bu ailenin küçük bir oğlu var. Adı Andres. Ah, küçük Andres, Andresillo, onların
elinde büyümekte. İşte buna gönlüm razı olmuyor. Efendim, ben Andres'i, kaybettiğim evladım
gibi severim. Bir gün, onunla konuşurken, bana amcasının ve aile fertlerinin yaptıklarını anlattı.
Çocuk hiçbir şeyin farkında olmadığından, fazla soru sorup onu korkutmak istemedim. Daha
sonraki günler tekrar açtım bu meseleyi. Her seferinde bana anlattıkları aynı olunca, çocuğun
yalan söylemediğine kani oldum. İşte bunun için buradayım efendim."
Kadının anlattıkları sesin bir hayli ilgisini çekmiş olmalıydı ki, Alonso Perez de Herrera'yı
ölüm döşeğinde tasvir eden resmin içine dönmeye niyeti yok gibiydi. Alonso Perez de Herrera'ya
Dostları ilə paylaş: |