Şehrin Aynaları



Yüklə 1,04 Mb.
Pdf görüntüsü
səhifə22/71
tarix30.10.2018
ölçüsü1,04 Mb.
#76334
növüYazı
1   ...   18   19   20   21   22   23   24   25   ...   71

Elena  Rodriguez  bir  müddet,  küçük  Andres'in  yürüyüşü  rahatlıkla  seyredebileceği  bir  yer
bakındı.  Ne  var  ki  iğne  atılsa  yere  düşmeyecek  mahşeri  kalabalıkta  bunun  mümkün  olmadığını
çok  geçmeden  kabullenmek  zorunda  kaldı.  O  itiş  kakışta,  zar  zor  bir  yerlere  sıkışıverdiler.
Andresillo parmaklarının ucuna yükselmiş neler olup bittiğini görmeye çalışıyordu. Fakat olanca
gayretine  rağmen,  etrafını  kuşatan  etten  duvarı  bir  türlü  aşamıyordu.  Etrafındakilerin
yüzlerindeki ifadelere bakılırsa güzel şeyler görüyor olmalıydılar. Andres merak içinde kalmıştı.
Bunu fark eden kadın, bir anlık bir tereddütten sonra çocuğu bir hamlede kucağına aldı. İkisi de
biraz şaşkındı. Şimdiye değin birbirlerine hiç bu kadar yaklaşmamış, yakın olmamışlardı. Kadın,
çocuğun kollarının arasından sıyrılıp yere inmesinden endişe etmişti. Oysa küçük Andres, bir iki
kıpırdanıp  kadının  kucağına  iyice  yerleştikten  sonra,  yürüyüş  alayını  seyredalmıştı  bile.
Ömründe  ilk  defa  bu  kadar  çok  insanı,  bu  kadar  farklı  rengi  bir  arada  görmenin  şaşkınlığı
okunuyordu fal taşı gibi açılmış güzel gözlerinde.
Elena  Rodriguez  ise  yürüyüş  alayından  çok,  kucağındaki  çocuğun  duru,  aydınlık  yüzünü
seyrediyordu.  Kadına  göre,  bu  vıcık  vıcık  günah  batağında  nasıl  olduysa  tertemiz  kalmayı
başarabilen tek şey kucağında tuttuğu çocuktu. Onun saf ve temiz yüreği tek başına bütün şehri
ayakta tutuyor; gökyüzünün düşmesine, suların kabarmasına, dağların çökmesine mâni oluyordu.
Velhasıl,  saflıkla  çarpan  bu  minicik  yürek  Tanrı'nın  kahr-ı  gazabının  önünü  kesiyordu.  Evet,
Tanrı,  Andresillo'dan  dolayı  taş  yağdırmıyordu  Madrid'in  üzerine.  Eğer  bu  günah  batağı  şehir
korkunç  bir  depremle,  taş  üstünde  taş,  omuz  üstünde  baş  kalmayıncaya  kadar  yerle  bir
edilmiyorsa,  eğer  şeytana  canla  başla  hizmet  eden  bu  sefil  günahkârlar  ordusu  cehennem
alevlerini  boylamıyorsa,  eğer  herkes  ve  her  şey  tuz  kesilmiyorsa,  hep  bu  çocuğun  yüzü  suyu
hürmetineydi.  Tanrı  bu  masumdan  dolayı  onca  günahkârın  yaşamasına  müsaade  ediyor
olmalıydı.  Ve  evrenin  tek  kurtarıcısı  olan  bu  kırılgan  masumiyeti  koruyup  kollama  vazifesi
kendisine bahşedilmişti. Hiç şüphesiz, böylesi bir lütuf çok az insana nasip olabilirdi.
Rengârenk giyinmiş, kadınlı erkekli bir grup insan geçti önlerinden. Andres onları insandan
çok, amcasının taklidini yaptığı tavşanlara benzetti. Hop hop hoplayarak, zıp zıp zıplayarak geçip
gittiler.  Abartılı  büyüklükteki,  kavuniçi  şapkalarına  asılı  küçük  ziller  ve  ayaklarına  doladıkları
halhallar, onlar hoplayıp zıpladıkça şıngır şıngır ses çıkardı. Onların hemen arkasından yemyeşil
kıyafetlere  bürünmüş  ve  ellerinde  parlak  yeşil  çubuklar  taşıyan  birileri  geçti.  Geçerken  etrafa
yeşil  yapraklar  saçtılar.  İnsanlar  buğdaya  üşüşen  tavuklar  gibi,  birbirlerinin  üstüne  basa  basa
yeşil yaprakları kapıştılar. Sanki alelade yapraklar değil de, çil çil altınlardı kapıştıkları. Öyle ki,
göz  açıp  kapayıncaya  kadar  yerlerde  tek  bir  yaprak  bile  kalmamıştı.  Onların  da  arkasından,
tepeden  tırnağa  turunculara  bürünmüş  beş  cambaz  belirdi.  Adamlar,  korkunç  bir  süratle
ellerindeki  turuncu  püsküllü,  altın  yaldızlı  topları  çeviriyorlardı.  Bazen  toplardan  birini
düşürecekmiş gibi yapıp kalabalığın yüreğini ağzına getiriyorlar; son anda topu havada yakalayıp
çevirmeye  devam  ediyorlardı.  Cırtlak  turunculara  bürünmüş  bu  cambazlar  çok  alkış  aldılar.
Andres  de  avuçları  kızarıncaya  kadar  alkışladı.  Çok  sevmişti  havada  dönen  turuncu  topları.
Onların  peşi  sıra,  yorgun  ve  yaşlı  bir  katırın  çektiği  küçük  at  arabasına  doluşmuş,  pelerinli,
maskeli  adamlar  belirdi.  Tüylü  şapkalarını  çıkartarak  kalabalığı  selamlıyor,  bazen  de  kılıçlarını
çekip yolun iki tarafında birikenleri korkutuyorlardı. Hatta içlerinden biri bununla da yetinmeyip,
kırmızı  burunlu,  koca  göbekli,  çakırkeyif  bir  seyircinin  kuşağını  çözüverdi  kılıcının  ucuyla.
Adamcağız daha ne olduğunu anlayamadan iç donuyla kalakaldı. Kalabalığın kahkahaları öfkeli
seyircinin  küfürlerini  bastırırken,  tannaz  ve  şahbaz  kahraman  yaptığından  hoşnut,  tekrar  etrafı
selamladı. Derken, balkonlarda biriken hanımlardan birini gözüne kestirdi. At arabasını süsleyen
kırmızı  güllerden  birini  önce  burnuna  götürüp  uzun  uzun  kokladı,  sonra  dudaklarına  götürüp
öptü ve gözucuyla balkondaki kadına baktı. Kırmızı gül havada taklalar atıp ıslıklar çalarak döne


döne  uçtu  ve  hedefi  vurdu.  Gülü  alan  genç  kadın  heyecandan  kıpkırmızı  kesilmişti.  Dolgun
memelerini balkonun demirlerinden aşırarak öne doğru eğildi, bir öpücük gönderdi. Kalabalık bu
cilveleşmeye  alkış  tutarken,  her  şeyden  habersiz  yorgun  ve  yaşlı  katır  ağır  ağır  yoluna  devam
etti.
Andres,  ne  tarafa  bakacağını  şaşırmıştı.  Renkler  renklere,  sesler  seslere,  kokular  kokulara
karışıyor; her şey alevden bir top gibi döne döne üstüne üstüne geliyordu. Aniden, bu keşmekeşi
delerek gökyüzüne tırmanan kocaman merdivenler gördü. Biraz daha yaklaştıklarında, bunların
Gigantes
[6]
  olduğunu  anladı.  Kocaman  cüsselerine  rağmen,  altın  bir  varak  gibi  rüzgârda
savrularak,  bir  o  yana  bir  bu  yana  yatıyorlardı.  Devlerden  biri  kadındı.  Kulaklarında  kocaman,
sallantılı  küpeler,  boynunda  iri  boncuklardan  kolyeler  vardı.  Bir  ara,  kıpkırmızı  dudaklarının
solundaki  simsiyah  beni  kopartıp  kalabalığa  fırlattı.  Benin  altından  çıkan  çukura  rüzgâr  doldu
hemen.  Rüzgârın  üzerini  siyah  küller  kapladı.  Öteki  devlerden  biri  sakallı,  gözlüklüydü.
Sırtındaki  çuvalda  kalın  kalın  kitaplar  taşıyordu.  Üçüncü  dev  ise  diğerlerinden  çok  daha  gençti
ve  köseydi.  Andres,  sakallı,  gözlüklü  devin  babasına  çok  benzediğini  fark  etti.  Babası  onu
tanımamış  olmalıydı  ki,  salına  salına,  koca  gövdesini  sürüklüye  sürükleye  geçip  gitti  önünden.
Devlerin  etrafındaki  herkes,  onlara  değebilmek  için  var  gücüyle  sıçrayıp  duruyordu.  Andres  de
ellerini  uzattı.  Devlere  bir  değebilse,  onların  kafalarına  bir  tırmanabilse  gökyüzüne  ulaşacaktı.
Belki de o zaman gidip Tanrı'yı görebilir, ona neden geceleri bir türlü görünmediğini ve ellerini
tutmadığını sorabilirdi. Fakat devler göz açıp kapayıncaya kadar gittiler.
Andres  daha  gördüklerinin  şaşkınlığını  üzerinden  atamadan  cüceleri  buluverdi  karşısında.
Cücelerin  vücutları  minnacık,  kafaları  kocamandı.  Kafalarının  ağırlığını  taşımakta  bir  hayli
zorlandıklarından, güçbela adım atabiliyorlardı. Zaman zaman kalabalığın içinden muzip birileri
çıkıp  cüceleri  hafifçe  ittiriyor,  sonra  da  onların  yerde  debelenip  yuvarlanmalarına  kahkahalarla
gülüyorlardı.  Cüceler  yere  düşen  arkadaşlarının  kalkmasına  yardımcı  oluyor,  üstlerini  başlarını
silkeleyip  hiç  istiflerini  bozmadan,  gene  öyle  koca  kafalarını  sallaya  sallaya  yürümeye  devam
ediyorlardı.
Aniden  onu  gördü.  Suda  kayan  bir  yılanbalığı  gibi  hızla  yaklaşıyordu.  Avını  tespit  etmiş,
saldırmaya hazır yırtıcı bir kuş gibi süratle alçalıyordu. Andres ondan yana bakmamaya çalışıyor
ama  merakı  korkusuna  ağır  bastığından  gözlerini  ondan  alamıyordu.  Tekerleklerin  üzerine
oturtulmuş  dev  bir  yılandı  bu.  Kafası  kocaman,  derisi  benek  benek,  dili  çatal,  dişleri  keskindi.
Gözleri hem donuk hem de alabildiğine derindi. Sivri dişlerinin arasından kıpkırmızı dilini, çatal
dilini, zehirli dilini çıkarmış, kalabalığın içinde sokacak birilerini arıyordu sanki. Ara sıra oradan
oraya  dönerken  merakla  kendisine  bakanlara  çarpıyor,  şapkalarını  düşürüyordu.  Şapkası  düşen
de,  ötekiler  de  kahkahalarla  gülüyorlardı  bu  duruma.  Deminden  beri  yürüyüş  alayıyla  alakadar
olmayan  Elena  Rodriguez'in  bile  dudaklarına  hoş  bir  gülümseme  yerleşmişti.  O  mahşeri
kalabalıkta bir tek Andres'ti gülmeyen.
Dev  yılan  tam  önlerine  geldiğinde  aniden  durdu.  Başını  sağa  sola,  yukarı  aşağı  oynattıktan
sonra  aradığını  buldu.  Andres  donup  kalmıştı,  hareket  edemiyordu.  Kurbanın  kendisi  olduğunu
biliyor  ve  kaçmak  şöyle  dursun  kıpırdayamıyordu  bile.  Yılan  yaklaştı,  yaklaştı.  Andres  bir  an
için onun kocaman ağzının içinde yitip gideceğini, ömrünün geri kalanını bir yılanın midesinde
geçireceğini  sandı.  Gözlerini  kapadı.  Yutulmaya  hazırdı.  Fortuna  Sokağı'ndaki  evden  kopan
feryatları işitti. Perişan  olan annesini, sakallarını  yolan babasını, tavşan  gibi zıplayarak gözyaşı
döken  amcasını  ve  Tanrı'nın  ellerindeki  nasırları  gördü.  Her  sene  küçük  çocukların  annelerinin
ellerinden  tutarak  yılanın  ağzının  içine  baktıklarını  ve  orada  kaybolan  küçük  Andres  için  dua
ettiklerini hayal etti. Yılanı devasa bir kırt-kırt tatlısına, kendini de onun içine konmuş küçücük,
yusyuvarlak, masmavi bir boncuğa benzetti. Bekledi, bekledi, bekledi. Fakat hiçbir şey olmadı;


Yüklə 1,04 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   18   19   20   21   22   23   24   25   ...   71




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©www.genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə