Erdem ve mutluluk



Yüklə 32 Kb.
Pdf görüntüsü
səhifə76/77
tarix14.05.2018
ölçüsü32 Kb.
#43822
1   ...   69   70   71   72   73   74   75   76   77

söyleriz. Aşkla yanıp tutuşan, gece gündüz metresini  y a da bir 
fahişeyi aklından çıkaramayan insanların da aynı şekilde 
çılgın olduklarına inanırız, çünkü gülüp geçeriz onlara.  A m a 
kazançtan ya da paradan başka bir şey düşünmeyen bir ada-
mı, şan ve ün kazanmaktan başka bir şey düşünmeyen haris 
bir insanı başkalarına zararlı olduğu ölçüde, nefret edilmeyi 
hak etmiş biri olarak görürüz ve bu gibi kimselerin de çılgın ol-
duğuna inanmayız. Oysa gerçekte, cimrilik, harislik, şehvet, 
vb. bir çeşit çılgınlıktır, ne var ki, hastalık olarak görmeyiz 
onları. 
Spinoza, Ethics 
Mutlak (absolute) ahlâkın rölatif ahlâka karşı olduğu 
konusundaki tartışma, "mutlak" ve "rölatif" terimlerini düşünme-
den kullanmak yüzünden büyük ölçüde ve gereksiz yere karışık 
bir hâl almıştır. Bu bölümde, bu terimlerle ilgili çeşitli kavramları 
birbirinden ayırmak ve farklı anlamları üzerinde ayrı ayrı durmak 
istiyorum. 
"Mutlak" ahlâk deyiminin ilk anlamı şudur: Ahlâk önerme-
leri, tartışma götürmez bir şekilde ve sonsuza dek doğrudur; 
böyle bir anlayışa göre, ahlâk kurallarını yeniden gözden 
geçirmeye izin olmadığı gibi, buna gerek de yoktur. Bu mutlak 
ahlâk kavramı, otoriter sistemlerde karşımıza çıkmaktadır ve 
geçerliğini, tartışma götürmez üstün bir güçten, her şeye gücü 
yeten bir otoriteden aldığı için, bu öncülün mantıksal sonucu 
olarak görünmektedir. Bu üstünlük iddiasından ötürü, otoritenin 
yanılması mümkün değildir; emirleri ve yasakları sonsuza dek 
doğrudur. Oysa, ahlâk kurallarının geçer olabilmesi için "mutlak" 
olmaları gerektiği fikrinden kolayca vazgeçebiliriz. "Mutlak" ve 
kusursuz bir kuvvetin var olduğunu ve insanın onun karşısında 
ister istemez "rölatif" ve kusurlu kaldığını öne süren ve Tanrı 
inancının temelinde bulunan bir öncülden kaynaklanan bu kav-
ramdan bilimsel düşüncenin başka alanlarında çoktan vazge-
270 
çilmiştir; bilimsel düşüncede bugün artık mutlak gerçeklerin söz 
konusu olmadığı, ama objektif olarak geçer olan yasalar ve 
ilkelerin yine de var olduğu genellikle kabul edilmektedir. Daha 
önce göstermiş olduğumuz gibi, bilimsel ya da akla uygun bir 
şekilde geçer olan bir önerme şu anlama gelir: Aklın gücünün 
ışığı altında, elde bulunan her türlü gözlem verisi incelenir ve 
onlardan hiçbiri, istenilen bir sonuca varma uğruna örtbas edile-
mez ya- da bozulamaz. Bilim tarihi, tam ve yeterli olmayan 
önermelerin tarihidir ve her yeni buluş, her yeni kavrayış daha 
önceki önermelerin yetersiz olduğunu gösterebilir ve daha 
uygun formüllere ulaşmak için bir basamak olarak rol oyna-
yabilir, Düşünce tarihi, gerçeğe gittikçe daha fazla yaklaşmanın 
tarihidir. Bilimsel bilgi mutlak bilgi değil, o günkü şartlar altında, 
elde bulunan verileri "en iyi" açıklamak imkânını veren, belli bir 
dönemdeki şartların imkân verdiği ölçüde gerçeğe ulaşmayı 
sağlayan bilgidir. Çeşitli kültürler, gerçeğin çeşitli görünüşlerine 
ağırlık vermişlerdir ve insanlık kültürel yönden daha fazla 
birleştikçe, bu çeşitli görünüşler de tek bir tablo oluşturacak 
şekilde bütünleşmiş olacaktır. 
Ahlâk kurallarının başka bir anlamda da mutlak olmadığını 
görüyoruz: İlk olarak, bütün bilimsel önermeler gibi onları da 
yeniden gözden geçirmek gerekir; ayrıca, öyle durumlar vardır 
ki, aslında bunları çözmek ve "doğru" olarak nitelenebilecek bir 
seçme yapmak mümkün değildir. Spencer, mutlak ahlâkla rölatif 
ahlâkın karşıtlığını incelerken,
73
 böyle bir çatışma örneği 
vermektedir. Genel bir seçimde oyunu kullanmak isteyen bir 
kiracı çiftçiden söz etmektedir. Mülk sahibinin bir tutucu 
olduğunu ve kendi inancına göre, yani liberal görüş doğrul-
tusunda oy verecek olursa kendisini çiftlikten atabileceğini bil-
mektedir. Spencer, bu çatışmanın devlete zarar vermekle aile-
sine zarar vermek arasında olduğuna inanıyor ve "iki seçenek-
73
 Principles of Ethics, ss. 258 ve sonrası. 
107 


ten en az yanlış olanını seçmek zorunda kaldığımız pek çok 
durumda kimsenin karar veremeyeceği" sonucuna varıyor.
74
 Bu 
olaydaki çatışmayı, Spencer, gerektiği şekilde yorumlayama-
mıştır. Aile işin içine karışmayıp da, yalnızca kendi mutluluğu ve 
güvenliği söz konusu olsaydı, yine ahlâkî bir çatışma olacaktı. 
Öbür yandan, yalnızca devletin menfaati değil, aynı zamanda 
kendi bütünlüğü de tehlikeye giriyordu. Gerçekte, içerisinde bu-
lunduğu çatışma, bedensel, dolayısıyla (bazı bakımlardan) ruh-
sal rahatı ve mutluluğu ile kişilik bütünlüğü arasında bir seçme 
yapmak zorunda oluşudur. Ne şekilde hareket ederse etsin, 
yaptığı şey hem doğru, hem yanlış olacaktır. Geçerli bir seçme 
yapacak durumda değildir, çünkü karşı karşıya bulunduğu prob-
lem çözülebilecek türden bir problem değildir. Çözülemeyen ah-
lâkî çatışmalarla ilgili bu gibi durumlar, insanın var oluş şart-
larından ileri gelen çatallaşmaların kaçınılmaz sonuçlarıdır. Ama 
Spencer'in anlattığı olayda, insanın var oluşundan kaynaklanan 
bir çatışmayla değil, giderilmesi mümkün olan tarihsel bir çatal-
laşma ile karşı karşıyayız. Kiracı çiftçinin, çözülmesi mümkün ol-
mayan böyle bir çatışmayla yüz yüze gelmesi, yalnızca sosyal 
düzenin, onu, tatmin edici bir çözüm yolunun bulunmadığı bir 
durum içerisinde bırakmış olmasından ileri gelmektedir. Sosyal 
düzen değişecek olursa, bu ahlâkî çatışma ortadan kalkacaktır. 
Ama bu şartlar var oldukça, o kişinin verdiği her karar hem doğ-
ru, hem yanlış olacaktır -kişilik bütünlüğünü göz önünde tutarak 
vereceği karar, hayatını göz önünde bulundurarak vereceği ka-
rardan ahlâkî bakımdan daha üstün görülmüş olsa bile... 
"Mutlak" ve "röiatif" ahlâk terimlerinin sonuncu ve en önemli 
anlamı, evrensel ahlâk ile toplumsal ahlâk arasındaki farkta da-
ha açık bir şekilde ortaya çıkmaktadır. "Evrensel" ahlâk derken, 
insanın gelişmesini ve kendi güçlerini ve imkânlarını gerçek-
leştirmesini amaçlayan davranış kurallarını anlıyorum; "toplum-
74
 Aynı eser, s. 267. 
272 
sal" ahlâk derken de, belirli bir toplumun ve o toplum içerisinde 
yaşayan insanların hayatta kalabilmeleri ve fonksiyonlarını yeri-
ne getirebilmeleri için gerekli olan kuralları anlıyorum. Evrensel 
ahlâk kavramının bir örneğini "İnsanları kendin gibi seveceksin!" 
ya da "Öldürmeyeceksin!" gibi davranış kurallarında bulmak 
mümkündür. Gerçekten de, bütün büyük kültürlerin ahlâk sis-
temleri, insanın gelişmesi için zorunlu gördükleri şeyler konu-
sunda, yani insan tabiatına ve insanın, gelişmesi için gereken 
şartlara uygun olan davranış kuralları koyma konusunda şaşır-
tıcı bir benzerlik gösterirler. 
"Toplumsal" ahlâk derken, yalnızca özel bir toplumun 
yaşayabilmesi ve fonksiyonunu yerine getirebilmesi için gerekli 
olan yasaklar ve emirlerden oluşan kültürel kuralları anlıyorum. 
Herhangi bir toplumun yaşayabilmesi için, o toplumun üyeleri, 
toplumun özel hayat biçimi ve üretim biçimi bakımından gerekli 
olan kurallara boyun eğmek zorundadırlar. Toplum, üyelerinin 
karakter yapısını o şekilde yoğurmuş olmalıdır ki, üyeler o şart-
lar altında yapmak zorunda oldukları şeyi, yapmak isteyecek 
hale gelebilsinler. Sözgelişi, savaşçı bir toplum için cesaret ve 
girişim gücü vazgeçilemez erdemler olacak, tarımsal işbirliğine 
ağırlık veren bir toplumda ise sabır ve yardımseverlik erdem ha-
line gelecektir. Çağdaş toplumda, çalışkanlık en üstün erdem-
lerden biri olmuştur, çünkü çağdaş endüstri sistemi en önemli 
üretici güçlerinden biri olarak çalışma itkisine ihtiyaç göster-
mektedir. Belli bir toplumun işleyebilmesi için en üst basamakta 
yer alan nitelikler, o. toplumun ahlâk sisteminin bir parçasını 
oluştururlar. Her toplum, kendi kurallarına boyun eğilmesine ve 
kendi "erdemlerine" bağlı kalınmasına çok büyük bir önem verir, 
çünkü hayatını sürdürebilmesi buna bağlıdır. 
Bir bütün olarak toplumun yararına olan kuralların yanında, 
sınıftan sınıfa değişen başka ahlâkî kurallar da vardır. Aşağı sı-
ı
 127 


Yüklə 32 Kb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   69   70   71   72   73   74   75   76   77




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©www.genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə