Karakter yapısından kaynaklanan nefret ise, nitelik bakı-
mından farklıdır. Bir karakter özelliğini, nefret etmeye sürekli
olarak hazır olmayı, ifade eder; dıştan gelen bir uyarıma nefretle
tepkide bulunacak yerde kendini düşmanlık duygusuna kaptır-
mış bir insanın içinde oluşmaktadır. Akıldışı nefret, tepkisel
nefrete yol açan aynı türden gerçek tehlikeler yüzünden ortaya
çıkmış olabilir; ama çoğu zaman nedensiz, ortaya çıkmak için
fırsat kollayan, tepkisel bir nefret olarak rasyonalize edilen bir
nefrettir. Nefret eden kişi, sürekli bir şekilde hissettiği düşmanlık
duygusunu açığa vurduğu için sanki mutluymuş gibi bir rahatlık
duyar. Nefret duygusunu tatmin etmiş olmaktan ileri gelen zevki,
yüzünden okumak mümkündür.
Ahlâk, her şeyden önce, akıldışı nefret problemiyle, hayatı
yok etme ya da engelleme tutkusu ile ilgilenir. Akıldışı nefret bir
insanın karakterine kök salmıştır, nefret objesinin ise ikinci
dereceden bir önemi vardır. Başkalarına yönelebileceği gibi, in-
sanın kendisine de yönebilir; ama çoğu zaman, kendimizden
nefret ettiğimizi değil, başkalarından nefret ettiğimizi fark ederiz.
Kendimize duyduğumuz nefret genellikle fedakârlık, bencil
olmama (özgecilik), kendini sıkı bir disipline sokarak zevklerden
el-çekme, ya da kendini suçlama ve aşağılık duygusu olarak
rasyonalize edilmiştir.
Tepkisel nefretin sıklık derecesi göründüğünden daha da
fazladır, çünkü bir insan çoğu zaman özgürlüğünü ve kişilik bü-
tünlüğünü tehdit eden tehlikelere karşı nefretle tepkide bulunur;
bu tehlikeler ise açık ve seçik bir şekilde ortada olacak yerde,
gizlidir, hattâ sevgi ya da koruma maskesi altına saklanmıştır.
Ama karakter yapısından kaynaklanan nefret o derece önemli
bir olaydır ki, sevgi ve nefretin iki temel kuvvet olduğunu öne sü-
ren ikili kuram, gerçeklere uyuyor gibi görünmektedir. O halde,
bu ikili kuramın doğru olduğunu kabul etmek zorunda mı kalıyo-
rum? Bu soruya cevap verebilmek için, bu ikiliğin özel niteliğini
246
biraz daha derinden incelememiz gerekiyor. İyi ve kötü güçlerin
kuvveti birbirine eşit midir? Her ikisi de insanın doğuştan getir-
diği özellikler midir, yoksa aralarında başka türlü bir ilişki mi var-
dır?
Freud'a göre, yıkıcılık her insanın tabiatında var olan bir
şeydir; yalnızca yıkıcılığın objesi farklı olabilir -ya başkalarına,
ya da insanın kendine yönelebilir. Böyle bir görüşten hareket
edildiği zaman, insanın kendine karşı gösterdiği yıkıcılıkla baş-
kalarına karşı gösterdiği yıkıcılık arasında ters orantı olması
beklenirdi. Oysa bu varsayım, yıkıcılık ister insanın kendine is-
terse başkalarına yönelmiş olsun, insanların birbirinden sahip
oldukları toplam yıkıcılık derecesi bakımından ayrıldıkları gerçe-
ğine aykırı düşmektedir. Kendilerine karşı az bir düşmanlık duy-
gusu besleyen kimselerde, başkalarına karşı büyük bir yıkıcılıkla
karşılaşmıyoruz; tersine, insanın kendine karşı gösterdiği düş-
manlıkla başkalarına karşı gösterdiği düşmanlık arasında sıkı bir
bağ olduğunu görüyoruz. Dahası, bir insanda hayata karşı çıkan
yıkıcı güçlerin, hayatın gelişmesine yardım eden güçlerle ters
orantılı olduğunu da görüyoruz; biri ne kadar kuvvetliyse, öteki o
kadar zayıftır; biri ne kadar zayıfsa, öteki o derece kuvvetlidir.
Bu gerçek, hayata karşı çıkan yıkıcı gücün anlaşılabilmesi için
bir ipucu vermektedir bize; öyle görünüyor ki, yıkıcılık derecesi
ile bir insanın yeteneklerinin gelişmesinin engellenme derecesi
arasında doğru bir orantı vardır: Bir insanın yeteneklerinin geliş-
mesi ne derece engellenmişse, yıkıcılık derecesi de o kadar
fazladır. Burada, şu ya da bu gibi bir isteğin ara sıra engellenmiş
olmasına değil, insanın yaratıcı güçlerinin ve imkânlarının engel-
lenmesine, yani duyusal ve duygusal güçlerinin, beden ve dü-
şünce yeteneklerinin içten bir şekilde gelişmesini durduran en-
gellemelere dikkati çekmek istiyorum. Gelişmek ve yaşamak için
duyulan yaşama eğilimi engellenecek olursa, bu şekilde tıkan-
mış olan enerji bir değişme sürecine uğrar ve hayata karşı olan
ı
1
27
yıkıcı bir enerjiye dönüşür. Yıkıcılık, yaşanmamış bir hayatın
ürünüdür. Hayatı geliştiren enerjiyi engelleyen bireysel ve sosyal
şartlar, yıkıcılığa yol açar; kötülüğün çeşitli görünüşleri ise böyle
bir yıkıcılıktan kaynaklanır.
Yıkıcılığın yaratıcı enerjinin tıkanmasının (engellenmesinin)
zorunlu bir sonucu olarak ortaya çıktığı doğruysa, böyle bir
yıkıcılığın, yerinde bir deyimle, insan tabiatında var olan bir
"imkan" olarak tanımlanması gerekir. Buradan, iyiliğin de,
kötülüğün de insanın aynı derecede kuvvetli imkânları olduğu
sonucunu çıkarabilir miyiz? Bu soruya cevap verebilmek için,
"imkân" kelimesinin anlamını araştırmak zorundayız. Bir şeyin
"imkân" olarak var olduğunu söylemek, yalnızca gelecekte var
olacağını değil, gelecekteki bu varlığının şimdiden hazır oldu-
ğunu söylemek demektir. Gelişmenin şimdiki ve gelecekteki
aşamaları arasındaki ilişkiyi, geleceğin şimdiki zamanda bir güç
ya da imkân halinde var olduğunu söyleyerek açıklamak müm-
kündür. Bu, şimdiki aşama var olduğu takdirde gelecekteki aşa-
manın da zorunlu olarak var olacağı anlamına mı gelmektedir?
Şüphesiz hayır. Ağacın bir imkân olarak tohumda var olduğunu
söylerken, her tohumdan zorunlu olarak bir ağaç çıkacağını söy-
lemek istemiyoruz. Bir imkânın gerçekleşmesi bazı şartların var
olmasına bağlıdır; tohum söz konusu olduğu zaman, elverişli bir
toprak, su ve güneş ışığı gibi şartların var olması gerekir. Ger-
çekten de, "imkân" kavramı, ancak gerçekleşebilmesi için gere-
ken belirli şartlarla birlikte düşünülebilir. Ağacın bir imkân olarak
tohumda var olması demek, tohumun gelişebilmesi için gerekli
olan şartlar sağlandığı takdirde tohumdan ağaç çıkacak demek-
tir. Gereken şartlar bulunmadığı zaman, sözgelişi, toprak çok
ıslak olduğu, böylece tohumun gelişmesiyle bağdaşamadığı za-
man, tohum ağaç haline gelecek yerde, çürüyecektir. Bir hayvan
da yiyecekten yoksun kalacak olursa, gelişme imkânını gerçek-
leştiremeyip ölecektir. Demek ki, tohumun da, hayvanın da iki
248
çeşit imkâna sahip olduğu, gelişmenin daha sonraki aşama-
sında bu imkânların her birinden belirli sonuçlar doğacağı
söylenebilir: Birincisi, elverişli şartlar var olduğu takdirde ger-
çekleşebilecek birinci derecede imkân-, ötekisi, var olmak için
duyulan ihtiyaçlara karşıt olan birtakım şartların bulunması ha-
linde ortaya çıkacak ikinci derecede imkân. Bu imkânların her
ikisi de organizmanın özel niteliğinin bir parçasıdır. İkinci dere-
cede imkânlar da, tıpkı birinci derecede imkânlar gibi aynı zo-
runlulukla gerçekleşirler. Burada "birinci derecede" ve "ikinci de-
recede" deyimleri şu anlamda kullanılmıştır: "Birinci derecede"
imkânların gelişmesi normal şartlar altında olmaktadır; "ikinci de-
recede" imkânlar ise ancak anormal şartlar altında ortaya çıka-
bilmektedir.
Yıkıcılığın insanda var olan ikinci derecede bir imkân
olduğunu ve ancak birinci derecede imkânlar gerçekleşemediği
zaman ortaya çıktığını kabul etmekte haklıysak, hümanist ahlâ-
ka yapılan itirazlardan yalnızca birini cevaplandırmış oluyoruz
demektir. İnsanın zorunlu olarak kötü olmadığını, ancak geliş-
mesi ve kendi güçlerini ve imkânlarını gerçekleştirmesi için ge-
reken uygun şartlardan yoksun kaldığı zaman kötü olduğunu
gösterdik. Kötülük kendi başına var olan bir şey değildir, iyiliğin
bulunmayışıdır, hayatı gerçekleştirmeyi başaramamış olmanın
sonucudur.
Hümanist ahlâka yapılan başka bir itiraza da cevap vermek
zorundayız: İyiliğin gelişmesi için gereken uygun şartlar ara-
sında mükâfat ve cezaya da yer verilmesi gerektiğin
1
, çünkü
insanın içinde kendi güçlerini gerçekleştirebilmek için gereken
itici bir kuvvetin olmadığını öne süren itiraza... Bundan sonraki
sayfalarda, normal bir insanın içinde gelişme ve kendi imkânla-
rını gerçekleştirme, yaratıcı olma gibi bir eğilimin bulunduğunu
ve bu eğilimin felce uğramasının başlı başına bir ruh hastalığı
ı
1
2
7
Dostları ilə paylaş: |