tes'e göre, kötülük, insanın tabiî eğiliminden değil, bilgisizlikten
kaynaklanır; ona göre, kötülük bir hatadır, yanılmadır. Eski Ahit
ise, tersine, insanlık tarihinin bir günahla başladığını ve "insanın
göstermiş olduğu çabaların, çocukluk döneminden bu yana" hep
kötüye yöneldiğini söylüyor bize. Orta Çağın başlarında birbirine
karşıt olan bu iki görüş arasındaki savaş, Adem'in günahı ve
cennetten kovulması ile ilgili Kutsal Kitaptaki efsanenin nasıl yo-
rumlanacağı sorunu etrafında toplanmıştır. Augustinus, insan
tabiatının ilk günahtan beri bozulmuş olduğunu, ilk insanın
itaatsizliği yüzünden daha sonraki bütün kuşakların bir lanet-
lenme ile dünyaya geldiğini, insanın yalnızca Tanrının lütfü ile
kurtulabileceğini, bunun da kilise aracılığı ile ve kilise âyinleri sa-
yesinde gerçekleşebileceğini düşünüyordu. Augustinus'a karşı
çıkanların başında gelen Pelagius, Adem'in günahının yalnızca
ona ait olduğunu ve ondan başka hiç kimseyi ilgilendirmediğini;
dolayısıyla her insanın, tıpkı Adem'in günah işleyip cennetten
kovulmadan önce olduğu gibi bozulmamış yeteneklerle dünyaya
geldiğini, günahın kötü örneğin ve günaha teşvik eden şeylerin
sonucu olduğunu kabul ediyordu. Savaş Augustinus tarafından
kazanılmıştı ve bu zafer insan aklını yüzyıllar boyunca belirleye-
cek ve karartacaktı.
Orta Çağın sonlarında insanın değerine, gücüne ve tabiî
iyiliğine duyulan inanç gittikçe artmıştır. Aquino'lu Thomas gibi
13. yüzyıl teologları kadar, Rönesans düşünürleri de bu inancı
dile getirmişlerdir; ama bu düşünürlerin insanla ilgili görüşleri bir-
çok temel noktada birbirinden farklı olmuş ve Aquino'lu Thomas,
Pelagius'un yaptığı gibi "kilise inançlarına aykırı" düşen köklü
(radikal) fikirlere hiçbir zaman geri "dönmemiştir. Bunun karşıtı
olan görüş, insan tabiatının kötülüğü fikri, Luther ve Calvin'in
öğretilerinde ifadesini bulmuş, böylece Augustinus'un görüşü
yeniden canlanmıştır. Her ikisi de insanın manevî özgürlüğü ve
Tanrı ile doğrudan doğruya, papazların aracılığına gerek ol-
243
ı
1
2
7
maksızın, karşı karşıya gelme hakkı -ve yükümlülüğü- üzerinde
durmakla birlikte, insan tabiatının kötülüğüne ve insanın güçsüz-
lüğüne dikkati çekmişlerdir. Onlara göre, insanın kurtuluşu için
en büyük engel, gururudur; insan bu gururunu ancak suçluluk
duyguları ile, pişmanlıkla, Tanrıya kayıtsız şartsız boyun eğmek
ve Tanrının lütfuna inanmakla yenebilir.
Çağdaş düşüncenin dokusunda bu iki görüş iç içe geçmiş
durumdadır. İnsanın değerli ve güçlü olduğu fikrini Aydınlanma
felsefesinde, 19. yüzyılın ilerici liberal düşüncesinde ve en köklü
biçimde de Nietzsche'de görüyoruz. İnsanın değersizliği ve hiç-
liği fikrini ise yeni ve bu sefer tam olarak, laikleşmiş şekliyle,
devletin ya da "toplum"un en yüksek yöneticiler haline geldiği,
kendi önemsizliğini kabul eden bireyin ise itaat etmek ve boyun
eğmekle görevini yerine getirdiği otoriter sistemlerde buluyoruz.
Bu iki fikir, demokrasi ve otoritecilikle ilgili felsefelerde birbirin-
den açıkça ayrıldığı halde, daha belirsiz şekilleriyle, kültürümü-
zün düşüncesinde, daha çok da duygularında birbirine karışmış
durumdadır. Bugün hem Augustinus'a, hem de Pelagius'a; hem
Luther'e, hem Pico della Mirandola'ya; hem Hobbes'a, hem de
Jefferson'a bağlıyız. Bilinçli olarak insanın gücüne ve değerine
inanıyoruz, ama -çoğu zaman bilinçdışı olarak- insanın, özellikle
kendimizin güçsüzlüğüne ve kötülüğüne de inanıyoruz ve bunu
"insan tabiatı"nın kötülüğü ile açıklıyoruz.
67
Freud'un yazılarında bu iki karşıt fikir psikolojik bir kuram
içerisinde ifadesini bulmuştur. Freud, birçok bakımdan Aydın-
lanma düşüncesinin tipik bir temsilcisidir: Akla ve insanın top-
lumsal uylaşımlar ve kültürel baskı karşısında tabiî isteklerini ko-
ruma hakkına inanmaktadır. Ama aynı zamanda, insanın tabiatı
67
Yeni-Ortodoks teolojinin çağdaş temsilcisi olan R. Niebuhr, Luthe^in
görüşünü, çelişkili bir şekilde, ilerici bir politik felsefe ile birleştirerek, yeniden
ortaya koymuştur.
gereğince tembel olduğu, zevkine ve rahatına düşkün olduğu ve
topluma yararlı olan etkinliklerde bulunması için zorlanması
gerektiği görüşüne de bağlıdır.
68
İnsanın doğuştan yıkıcı olduğu
görüşü en köklü ifadesini Freud'un "ölüm- içgüdüsü" kuramında
bulmaktadır. Birinci Dünya Savaşından sonra, yıkıcı tutkuların
gücü onu öylesine etkilemiştir ki, cinsellik ve kendini-koruma
olmak üzere iki tip içgüdü olduğunu öne süren eski kuramını
yeniden gözden geçirmiş ve akıldışı yıkıcılığa büyük bir yer
vermiştir. İnsanı, birbirine eşit iki güçlü kuvvetin karşılaştığı bir
savaş alanı olarak görmüştür: Yaşama itkisi ile ölüm itkisinin...
Bu iki itkinin, insanı da kapsayacak şekilde, bütün organiz-
malarda var olan biyolojik kuvvetler olduğunu düşünmektedir.
Ölüm itkisi dış objelere yöneldiği zaman, bir yıkma, yok etme
itkisi olarak görünür; organizmanın içinde kaldığı zaman ise,
kendi kendini yok etme amacını güder.
Freud'un kuramı ikili bir kuramdır. İnsanı ne tam olarak iyi,
ne de tam olarak kötü görür; aynı derecede güçlü iki çelişken
kuvvet tarafından harekete geçirildiğini öne sürer. Birçok din ve
felsefe sistemlerinde böyle bir ikili görüşle karşılaşıyoruz. Hayat
ve ölüm, sevgi ve kavga, gündüz ve gece, beyaz ve siyah,
Hürmüz ve Ehrimen bu çift kutupluluğun birçok simgesel ifade-
sinden yalnızca birkaçıdır. Böyle bir ikili kuram, insan tabiatını
inceleyen kişiye gerçekten de çok çekici gelir. İnsanın iyi olduğu
fikrine yer verdiği gibi, aynı zamanda, ancak hayallerini gerçek-
miş gibi görmekten hoşlanan, yüzeysel bir düşüncenin bilmez-
likten gelebileceği bir yatkınlığı, 'nsanın yıkıcılığa olan büyük
eğilimini de hesaba katar. Şu var ki, ikili görüş ancak bir baş-
langıç noktasıdır; psikolojik ve ahlâkî problemimizin cevabı de-
ğildir. Bu ikiliği, hem yaşama itkisinin, hem de yıkma, yok etme
itkisinin insanın doğuştan gelen ve aynı derecede kuvvetli yete-
68
Freud'un tavrının bu İki karşıt görünüşüne The Future of an lllusion adlı
eserinde rastlıyoruz.
244
nekleri olduğu şeklinde mi anlamak zorundayız? Bu durumda,
hümanist ahlâk, cezalar ve otoriter emirler olmaksızın insan ta-
biatının bu yıkıcı görünüşünü nasıl baskı altında tutabileceği gibi
bir sorunla karşılaşmış olurdu.
Yoksa hümanist ahlâkın ilkesine daha uygun olan bir sonu-
ca varabilir miyiz ve yaşamak için gösterilen çaba ile yıkmak ve
yok etmek için gösterilen çaba arasındaki çift kutupluluk, farklı
bir anlamda anlaşılabilir mi? Bu soruları cevaplandırabilmek için,
düşmanlığın ve yıkıcılığın ne olduğunu tam olarak kavramamız
gerekiyor. Ama bu tartışmaya girmeden önce, bu sorulara veri-
lecek cevabın ahlâk problemi için ne derece önemli olduğunu
bilmemiz iyi olacaktır.
Hayatla ölüm arasında yapılacak bir seçme, gerçekten de,
ahlâkın temel seçeneğidir. Yaratıcılıkla yıkıcılık, güçlülükle
güçsüzlük, erdemle kötülük arasında yapılacak bir seçmedir bu.
Hümanist ahlâka göre, her türlü kötülük hayata karşıdır, her
türlü iyilikse hayatı korumaya ve geliştirmeye yarar.
Yıkıcılık sorununa yaklaşımdaki ilk adım, iki çeşit nefreti
birbirinden ayırmaktır: "Belli bir duruma tepki olmak üzere"
ortaya çıkan akla uygun bir nefret ve "karakter yapısından
kaynaklanan" akıldışı nefret. Tepkisel, yani akla uygun nefret bir
insanın kendisinin ya da bir başkasının özgürlüğü, hayatı ya da
fikirleri için tehlikeli olan bir şeye karşı göstermiş olduğu tepkidir.
Böyle bir nefretin öncülü, hayata karşı duyulan saygıdır. Akla
uygun bir nefretin önemli bir biyolojik fonksiyonu vardır: Hayatı
koruma amacına hizmet eden hareketlerle birlikte giden bir duy-
gudur; hayatî tehlikelere karşı gösterilen bir tepki olarak ortaya
çıkar, tehlike önlenince o da ortadan kalkar; yaşama çabasının
karşıtı değildir, onunla birlikte gitmektedir.
107
Dostları ilə paylaş: |