Stephen King Kara Kule Cilt2 üçün Çizgileri



Yüklə 1,6 Mb.
səhifə2/33
tarix16.08.2018
ölçüsü1,6 Mb.
#63306
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   33
2
Silahşor yerinden fırlayarak uykusundan uyandı. Sakat eliyle çırpınıp üzerine gelen Batı Denizi'nin canavar gibi kabuklu yaratığından, bu yaratığın dilinin kendi kafatasını tuhaf bir şekilde araştırmasından korunmaya çalışıyordu.

Oysa, aslında bunun yerine, sabah güneşinde parıldayan giysi düğmelerine gelip, üzerine konmuş bir deniz kuşu bu çırpınışlardan korkup acı bir ötüş sesi çıkararak uçup gitti.

Roland doğrulup oturdu.

Eli durup dinlemeden feci şekilde zonklayarak sancıyordu. Sağ bacağı da aynı durumdaydı. Ancak kopan başparmağıyla öbür parmakları ısrarla yerindeymiş gibiydiler. Gömleğinin alt kısmı yırtılmıştı. Geri kalan parçası paçavradan yapılmış bir yeleğe benziyordu. Silahşor gömleğini yırtıp bir parçasını elini ve öbür parçasını da bacağını sarmakta kullanmıştı.

Bedenindeki eksik parçalara, Gidin uzaklara dedi. Siz şimdi hortlaksınız, gidin uzaklara.

Bu sözlerinin bir parça yardımı oldu. Çok değil bir parça yararlı oldular. Onlar hortlaktı, tamam. Ama kendisi yemek yemekte dirençliydi. Yiyecekler midesine inince kendisini daha güçlü duyumsadı. Yiyecek pek fazla bir şeyi kalmamıştı. Ancak adam yemek yemeye ya da yerinden kıpırdamaya isteksizdi artık.

Gene de yapılacak şeyler vardı.

Dengesiz bir şekilde ayağa kalktı. Çevresine bakındı. Kuşlar suya konup dalıyor ve sonra çıkıp uçuyorlardı. Dünya yalnızca kendisinin ve kuşların dünyası imiş gibiydi. Istakoza benzeyen canavar yaratıklar gitmişlerdi. Belki de onlar gecenin, olasılıkla gelgitlerin hayvanıydılar. Oysa durum şimdi fark etmezdi.

Deniz kocamandı. Mavi bir noktada ufku kararlaştırabilmek olanaksızdı. Uzunca bir süre düşüncelere dalan Silahşor acılarını unutur gibi oldu. Daha önce böyle büyük bir su kütlesini kesinlikle görmemişti. Kuşkusuz çocuklukta dinlediği öykülerde duymuş ve öğretmenleri büyük denizlerine varlığına ilişkin güvenceler vermişlerdi. Oysa kendisi yıllarca kıraç toprakları gördükten sonra denizi gerçekten bu büyüklüğü ve şaşırtıcılığıyla kabul etmek... karşısında gördüğü halde pek güçtü.

Adam, uzunca süre esrime durumunda kalıp denize bakarak şaşkınlık içinde geçici olarak acılarını bile unuttuğunu sezinledi.

Ama sabah olmuştu ve şimdi de yapacak şeyler vardı.

Pantolonunun arka cebindeki kemiği duyumsadı. Sağ elinin ayasıyla, parmaklarının uçlarındaki acılan feryatlara dönüştürmemeye çalışarak kemiğin şimdi de orada olduğuna emin olmaya çalıştı.

Kemik yerindeydi.

Tamam.


Sırada ne vardı?

Hantal hareketlerle kemerini çözdü ve silahlarını güneşin altında ısınmış kayanın üzerine dizdi. Tabancalarını söküp fişek yataklarını açtı ve içlerindeki işe yaramaz kurşunları çıkardı. bunları fırlatıp attı. Bir kuş güneşte parıldayan kurşunlardan birinin yanına kondu. Gagasıyla aldı, düşürdü ve sonra uçup uzaklaştı.

Silahların bakımı yapılmalıydı. Çünkü, bu dünyada ya da diğer dünyalarda cephanesi olmayan bir tabanca demir bir çomaktan başka bir şey olamazdı. Başka şey yapmadan önce kemerini alıp kucağına koydu ve elini dikkatle deri kemerin üzerinde gezdirdi.

Bele takıldığında kemerin bedenin önünde kalan ve kalçalara kadar uzanan kesimi yaş, kalan kesimi kuruymuş gibi görünüyordu.

Kemerin kuru kesimindeki kütüklüklerden kurşunları dikkatle çıkardı. Sağ eliyle bu işi yapıyor, duyumsadığı büyük acıya karşın parmaklarının eksikliğini unutmakta kararlı davranıyordu. Silahşor tabanını yere koymayan aptal ya da huysuz köpekler gibi diz çöküp ağırlığını bir dizinden ötekine sürekli aktarmakta olduğunu fark etti. Aklı başka şeylerle uğraşıp dağılmıştı ama duyumsadığı acılarla birkaç kez başı döner gibi oldu.

Bir kez daha, ilerde başıma ciddi sorunlar açılacak diye düşündü.


Kemerinin kuru kesiminden ayırdığı kurşunları bunlar sağlamdır diyerek bir yığın halinde biriktirdi. Yığın cesaret kıracak kadar küçüktü. Yalnızca yirmi sağlam kurşunu kalmıştı. Üstelik bunlardan birkaçı da ateş etmeyebilirdi. Kurşunların tümü de güvenilmez çıkabilirdi. Geri kalan kurşunları da kütüklüklerden çıkarıp ayrı bir yığın yapıp saydı. Güvenilmez durumda yirmi yedi kurşun saptadı.

İyi. Başta pek de güçlü bir cephaneliğim bulunmuyormuş diye düşündü. Ancak, sağlam elli yedi kurşun ile olasılıkla yirmi ya da on veya belki de sıfır sağlam kurşun arasındaki derin farkı görebiliyordu.

Şimdi de torbası yanındaydı. Bu da bir şeydi. Torbayı kucağına koydu ve sonra yavaş yavaş tabancalarını söküp temizleme işlemine başladı. İşi bittiğinde iki saat süre geçmişti. Ve o anda duyumsadığı ağrıları öyle şiddetliydi ki, başı ağrılara bağlı bir makara gibi dönüyor, bilinçli düşüncelerle düşünmesi olanaksız hale giriyordu. Uyumayı istedi. Yaşamında uyumayı hiç bu denli çok istememişti. Ama yapılacak işleri olduğu zaman, bunu yadsıyacak geçici bir nedeni kesinlikle bulamazdı.

Kendisinin bile güç tanıyacağı sesle konuşup, "Cort!" diye seslendi ve tatsız bir şekilde güldü.

Tabancalarını ağır ağır takıp monte etti ve kuru olduklarını düşündüğü mermilerle doldurdu. İş bitince silahlarından birini sol eline aldı. Horozu atış durumuna getirdi... ve sonra yavaşça horozu indirdi. Evet, bilmeyi istiyordu. Tetiği çektiğinde sevindirici bir sonuç ya da bir başka yarasız klik sesi alıp almayacağını merak ediyordu. Ancak, duyacağı klik sesi bir şey ifade etmeyecek yalnızca eldeki kurşun sayısını on dokuz... ya da dokuz... veya üç... ve sonunda sıfıra inmesine neden olacaktı.

Gömleğinden bir parça kumaş daha yırttı. Diğer kurşunları (ıslanmış olanları) kumaşın içine koyup bağladı. Bu işi yaparken sol elini ve ağzını kullanıyordu. Yaptığı çıkını torbasına koydu.

Uyku. Bedeni uyku istiyordu. Uyu, uyumalısın. Şimdi, karanlık basmadan. Yapacak başka şeyin kalmadı. Tükendin, diye düşündü.

Ayaklarının üzerine kalkarken sendeledi. Terkedilmiş kumsalı baştan aşağı gözden geçirdi. Kıyı uzun zamandır yıkanmadan giyilen bir iç çamaşırı rengindeydi. Sağda solda renksiz deniz kabukları serpilmişti. Bazı yerlerde kumdan dışarı kaya parçaları çıkmış ve üzerleri kuş pislikleri ile kaplanmıştı. Eski pislikler sarı tabakaları oluştururken yenileri beyaz lekeler şeklinde görülüyordu

Gelgit hattı tentürdiyot yapımında kullanılan ve adına kelp denilen kahverengi suyosunları ile markalanmıştı. Silahşor gelgit hattına yakın bir yerde sağ çizmesinin kopuk parçası ile yitirdiği su tulumlarını gördü. Öylesine yüksek gelen gelgit dalgalarının tulumları götürmemesini bir mucize olarak düşündü. Ağır ağır yürüyüp bacaklarını sürüyerek su tulumlarının bulunduğu yere doğru yollandı. Tulumları eline aldı ve kulağının yakınında salladı. Biri boştu, öbürünün içinde biraz su kalmıştı. Çoğu kişi iki tulum arasındaki farkı söyleyemezdi. Oysa silahşor doğurduğu yumurta ikizlerini birbirinden kolayca ayırt eden bir anne gibi tulumlarını tanıyordu. Uzun süreden beri bu tulumlarla birlikte yolculuk etmişti. Şimdi bunlardan birinde su şakırdıyordu. Bu iyi bir şeydi, sanki bir hediye almış gibiydi. Kendisine saldıran ıstakoza benzer yaratık ya da başka bir şey rasgele bir ısırışla ya da pençe vuruşuyla tulumu da patlatmış veya bir gelgit dalgası tulumu alıp götürmüş olabilirdi. Roland'ın öldürdüğü yaratık da ortalarda görünmüyordu. Olasılıkla diğer yırtıcılar onu haklamış ya da belki çocuklukta öykülerini sıkça duyduğu kendi mezarlarını kazan dev filler gibi bu yaratık da kendisini denize gömmüştü.

Tulumu sol dirseğiyle kaldırarak suyu kana kana içti ve biraz gücünün daha geriye döndüğünü duyumsadı. Kuşkusuz sağ çizmesi berbat olmuştu...ama gene de adam umut kıvılcımlarını görür gibi oluyordu. Hiç değilse sağ çizmesinin biraz örselenmiş tabanı sağlam kalmıştı. Diğer çizmesinden bir parça deri kesip yama yapmak ve bir süre durumu idare edecek pabucu oluşturmak mümkün olabilirdi.

Üzerine baygınlık çöküyordu. Bu durumu geçiştirmeye çalıştı ama dizleri sanki yerlerinden çıkmış gibiydiler. Dilini aptallar gibi ısırarak oraya çöktü, oturdu.

Kendi kendisine acımasız bir tavırla seslendi: Tümüyle bilincini yitirmeyeceksin. Bu gece o uğursuz yaratıklardan birinin geri gelip de senin işini bitirebileceği bu ortamda bilincini yitiremezsin.

Zorlanıp ayağa kalktı ve boş deri tulumunu göğsüne bağladı. Ama, tabancalarıyla torbasını bıraktığı yere doğru olan yirmi metrelik uzaklığı yürümeden yarı baygın durumda bir kez daha yere düştü. Bir süre orada yanağı kuma dayalı olarak yattı. Bir deniz kabuğununun kenarı neredeyse kesip kan çıkaracak denli çenesini kesiyordu. Tulumundan biraz daha su içmeyi başardı. Sonra uyandığı yere doğru süründü. Orada eğimli alanın yirmi metre kadar yakınında bir avizeağacı bulunuyordu. Ağaç bodur kalmıştı ama hiç değilse biraz gölge veriyordu.

Şimdi Roland'a yirmi metrelik uzaklık, yirmi kilometrelik yol gibi görünmekteydi.

Buna karşın, büyük zahmetler pahasına eşyasından geri kalanları küçük gölgeye taşıdı. Orada başını otlara dayayıp yatarken şimdiden bir uykuya, bilinçsizliğe ya da ölüme doğru kayıyordu. Göğe bakıp zamanı kestirmeyi istedi. Henüz öğle olmamıştı ama dinlendiği ağacın gölgesinin büyüklüğü öğle zamanının yaklaştığını gösteriyordu. Bir an sağ elini kaldırıp gözlerine yaklaştırarak yarasındaki bulaşmanın durumuna baktı. Şimdi bir miktar zehir içine doğru akıyor olmalıydı.

El ayası donuk kırmızı renkteydi. Bu da pek iyiye yorulacak şey değildi.

Bundan sonra, sol elle mastürbasyon (!) yaparım diye düşündü. Hiç değilse bu da bir şeydi.

Sonra karanlık onu aldı ve izleyen on altı saat boyunca Batı Denizi aralıksız adamın düş gören kulaklarına vururken Silahşor kesiksiz bir uykuyla uyudu.


3
Silahşor yeniden uyandığında deniz karanlıktı oysa göğün doğu kesiminde silik ışıklar görülüyordu. Sabah yaklaşmaktaydı. Adam doğrulup oturdu ama az kalsın baş dönmeleri onu alt ediyordu.

Başını eğdi ve bekledi.

Sonra baygınlık durumu geçti. Eline baktı. Eli bulaşmış, mikrop kapmıştı. Tamam. Kırmızı renkte bir şişkinlik avuç içine ve oradan bileğe kadar yayılmıştı. Kırmızılık orada kesiliyor ama soluk kırmızılıkların başlangıcı görülüyordu. Bunlar sonunda kalbini ve kendisini öldürecekti. İçinin ateş gibi yandığını duyumsadı.

Bir ilaca gereksiniyorum diye düşündü. Ama, burada hiç ilaç yok.

Şu halde buraya kadar yalnızca ölmek için mi gelmişti? Böyle olmamalıydı. Kararlılığına karşı ölecekse Kule yolunda ölmeliydi.

Kafasındaki Karalar Giyinmiş Adam kıkır kıkır gülerek konuştu: Ne tuhafsın sen Silahşor! Ne boyun eğmez şeysin! Aptalca sabit fikrinle ne denli romantiksin sen!

"Siktir ol (!) yıkıl karşımdan!" diyen Silahşor tulumundan biraz su içti. Pek fazla suyu kalmamıştı. Önünde kocaman bir deniz uzanıyordu. Her taraf su içindeydi ama bunun bir damlası bile içilemezdi. Değeri yoktu.

Kemerini beline taktı, tokalarını bağladı. Güneşin ilk zayıf ışıkları günün gerçek başlangıcı olarak ortalığı aydınlatmadan önce kemerini takması uzunca bir süre zamanını alan işi oldu. Ayağa kalkıp dikilmeye çalıştı. Sonunda ayakta durana değin bunu yapabileceğine inanmamıştı.

Sol eliyle avize ağacını tutup suyu iyice azalan tulumu sağ eliyle kaparak omuzuna astı. Sonra torbasını da omuzuna attı. Doğrulduğunda bir kez daha üzerine baygınlık çöktü. Başını öne eğdi. İstekle bekledi.

Baygınlığı geçmişti.

Sarhoşların yürüyüşüne benzer sendeleme ve tökezlemelerle kumsala doğru yürüdü. Orada durup karadut şarabı rengindeki kapkara denize baktı ve torbasından güneşte kurutulmuş etinin son parçasını çıkardı. Yarısını yedi ve bu kez ağzı ile midesi yiyeceği biraz daha fazla istekle benimsediler. Dönüp Jake'in öldüğü dağların ardından güneşin yükselişini seyrederken etin geri kalanını da yemeye başladı. Güneş önce dağların ağaçsız ve sivri doruklarından görünüp sonra yükselmişti.

Roland yüzünü güneşe çevirdi. Gözlerini kapadı ve gülümsedi. Etini yiyip bitirdi.

Şöyle düşünüyordu: Tamam. Şimdi yiyeceksiz de kaldım.

Birlikte doğduğum iki parmağımla bir başparmağımı da yok artık. Yanındaki mermileri belki de ateş etmeyecek bir Silahşor’um. O uğursuz yaratığın bedenimde açtığı yaralar yüzünden hastayım ve ilaca sahip değilim. Eğer şanslıysam bir gün idare edecek kadar suyum var. Kendimi sonuna kadar zorlasam belki on, on beş kilometre yürüyebilirim. Kısaca ben her şeyini bitirme noktasındaki bir adamım.

Hangi yöne doğru yürümeliydi? Doğu yönünden gelmişti. Bir aziz ya da kurtarıcının gücü olmazsa batıya doğru yürüyemezdi. Geriye kuzey ve güney yönleri kalıyordu.

Kuzeye.


Kalbiyle verdiği yanıt buydu ve bu konuda soru sorulamazdı.

Kuzeye. Silahşor kuzeye doğru yürümeye başladı.


4
Üç saat yürüdü. İki kez yere düştü. İkinci düşüşünde yeniden ayağa kalkabileceğine inanamadı. Sonra ona doğru bir dalga geldi ve adama silahlarını anımsattı. Kendini bilemeden ayağa dikildi ama uzun tahta bacaklar üzerine çıkmış gibi bacakları titremekteydi.

Üç saatte altı kilometre kadar yürümeyi başardığını düşündü. Şimdi güneş ortalığı iyice ısıtıyordu. Ama ortama egemen olan sıcaklık Silahşor’un kafasına vuran ya da yüzünden terler akıtan nedenin tek açıklaması değildi. Aynı şekilde onu birdenbire kavrayıp saran, bedenini kaz etine çeviren ve çenelerini sarsan titremelerin nedeni de denizden esen rüzgârın yeterince güçlü oluşu değildi.

Karalar Giyinmiş Adam gene kıkır kıkır gülerek konuştu: Bu, bedenindeki ateş Silahşor. İçinde kalan her şey ateş almış senin...

Roland'ın elindeki kırmızı çizgiler şimdi daha belirgindi.

Sağ bileğinden dirseğine kadar olan uzaklığın yarısına çıkmışlardı.

Bir buçuk kilometre kadar daha yürüdü ve tulumundaki suyu içip bitirdi. Boşalan tulumu göğsünde ötekinin yanına bağladı. Çevresindeki görüntü tekdüze ve sıkıcıydı. Yürürken deniz sağında, dağlar solunda kalıyordu. Üzerine deniz kabukları serpilmiş gri renkli kumlar yıpranmış çizmelerinin altında uzanıyordu. Denizden dalgalar geliyor ve geriye çekiliyordu. Kıyıda ıstakoza benzer yaratıkları arandı ama göremedi. Silahşor şimdi nereden geldiği ve nereye gittiği belli olmayan kişi durumundaydı. Bu gidişi bir yere varacağa benzemiyordu.

Öğleye doğru bir kez daha yere düştü. Artık ayağa kalkamayacağını biliyordu. Şu halde burası onun yeriydi. Evet burası... Bu da onun sonuydu artık.

Ellerinin ve dizlerinin üzerine abanarak kroke olmuş bir dövüşçü gibi başını kaldırdı... Ve bir buçuk belki de beş kilometre ötede (kumsalın değişmeyen tekdüze görüntüsü içinde ve adamın gözkürelerinde zonklayan ateşler arasında uzaklığı kestirebilmek pek güçtü) yeni bir şeyi gördü. Plajda bir şey dikilmiş durumda görülüyordu.

O ne idi?

O Üç sözcük)

Önemli değildi.

(Üç, senin yazgının sayısıdır)

Silahşor yeniden ayağa kalkmayı başardı. Bir şeyi, yalnızca çevresindeki deniz kuşlarından gelen bir yakarışı işitti (ve şimdi bu kışlar gözlerimi oyup yuvalarından çıkarmaktan mutluluk duyacaklar, diye düşündü. Ne denli tatlı lokma olacak organlarım onlara!) ve yürüdü. Şimdi daha korkutucu bir şekilde sendeliyor, ardında tuhaf daireler ve çırpınmalarını gösteren izler bırakıyordu.

İlerde, kumsalda dikilip duran cisim her ne ise, bakışlarını onun üzerinde sabit tutuyordu. Saçları gözünün üzerine düşünce eliyle onları yana itti. Kumsaldaki cisim yaklaşır gibi görünmüyordu bir türlü. Güneş gökyüzünün çatısına erişmişti ve orada uzun süre kalacak gibi görünmüyordu. Roland yeniden çölde bulunduğunu, son yabancının kulübesine yakın bir yerde olduğunu hayal etti.

(sen yedikçe boru sesi çıkardığın müzikli meyve)

ve oğlanın durduğu ara istasyon

(senin Isaac'ın)

onun gelişini beklediği..

Dizleri büküldü, doğruldu, büküldü ve yeniden doğruldu. Saçları bir kez daha gözüne düşünce onları itmek için uğraşmadı. Bunu yapacak gücü bile kalmamıştı. İlerde, kumsalda dar bir gölgeyi oluşturan cisme baktı ve yürüyüşünü sürdürdü.

Şimdi ateşler içinde yanmakta olsa da cismin ne olduğunu ayırt edebiliyordu.

Kumsaldaki cisim bir kapıydı.

Kapının durduğu yere yarım kilometreden az uzaklıkta Roland'ın dizleri yeniden büküldü ve bu kez adam onların menteşelerini sıkılayamadı. Düştü ve yaralı sağ eli iri taneli kumlara ve deniz kabuklarına sürtündü. Kopan parmaklarının elinde kalan uçlarındaki yaraların kabukları acı feryatlar çıkarır gibi sancıyarak yerlerinden kalktılar. Parmak uçları bir kez daha kanamaya başladı.

Silahşor yerde süründü. Kulaklarında Batı Denizi'nin sürekli koşan, kükreyen ve sonunda geri çekilen dalgalarının sesiyle süründü, süründü. Kumda gelgit hattını markalayan yeşil kahverengi kelp suyosunlarının üzerinde dirsekleri ve dizleriyle küçük oyuklar oluşturarak ilerledi. Rüzgârın şimdi de estiğini düşünüyordu. Çünkü serin dokunuşlar bedenini kamçılamayı sürdürmekteydi. Oysa, sesini işittiği tek esinti akciğerlerinden kaba bir üfürüşle bedenine girip çıkan kendi soluğuydu.

Kapı giderek yakınlaşır gibi oldu.

Daha daha yakına gelir gibiydi.

Sonunda saçmalamalarla dolu uzun bir günün öğleden sonrasında saat üç dolayında artık kendi gölgesi sol yanında büyümeye başlarken Silahşor kapıya vardı. Kalçalarının üzerine oturdu ve yorgun bakışlarla onu baktı.

İki metre yüksekliğindeki kapı belli ki çok sert ağaçların kerestesinden yapılmıştı. Bu türden ağaçlar bölgeye en yakın bin kilometre uzaklıkta yetişirdi. Kapının tokmağı sanki altından yapılmış gibiydi. Ve üzerindeki bezemeyi Silahşor sonunda tanıyabildi: Bu, bir Habeş maymununun sırıtan yüzüne benziyordu.

Kapı tokmağının üst ya da alt kısmında bir anahtar deliği bulunmuyordu.

Kapının menteşeleri vardı ama bunlar bir yere raptedilmemişti ya da öyle görünüyor diye düşündü Silahşor. Bu bir gizem, en olağanüstü türünden bir gizem. Oysa gerçekten önemli mi? Sen ölüyorsun. Senin kendi gizemin (sonunda bir kadın ya da erkek olsun ona gerçekten önemli gelecek şey budur) yaklaşıyor.

Bununla birlikte, kapının durumu önemliydi.

Kapı. Bu kapı, hiçbir kapının olmaması gereken yerdeydi. Gelgit hattından üç metre uzaklıkta gri renkli kumun üzerinde şimdi güneş batıya yönelirken doğu yönünde hafif eğimli gölgeleri içeren denizin kendisi gibi kapı da başı ve sonu olmayan ebedi bir varlık gibi görünüyordu.

Kapının üzerinde, yerden yüz yirmi santim kadar yükseklikte kara renkte büyük harflerle yazılmış bir sözcük bulunuyordu:

HÜKÜMLÜ

Bir ifrit ona zarar vermişti. İfritin adı EROİN'di.



Silahşor hafiften gelen tekdüze bir vızıltıyı işitti. Önce bunu rüzgâr ya da kendi ateşli kafasında oluşan bir ses diye düşündü oysa giderek bir motordan geldiğine inandı... Ve vızıltı sesi kapının arkasından geliyordu.

Şu halde kapıyı aç. Kapı kilitli değil. Kilitli olmadığını biliyorsun.

Bunun yerine Roland incelikten yoksun bir biçimde sendeleyerek yürüdü ve çevresinden dolaşarak kapının arka tarafına vardı.

Kapının arka tarafı bulunmuyordu.

Burada yalnızca koyu gri renkli kumsal boydan boya uzanıyordu. Ve salt dalgalar, deniz kabukları, gelgit hattı, kendisinin buraya yaklaşırken kumda bıraktığı işaretler olan çizme izleri ve dirsekleriyle açtığı küçük oyuklar görülüyordu. Adam gözleri irileşmiş olarak bir kez daha bütün bunlara baktı. Kapı orada değildi, yalnızca gölgesi görülüyordu.

Sağ elini uzatmak üzere harekete geçti. (Oh, şimdi yaşamında sağ elinin yapacağı işlerin yerini öğrenmek ne yavaş gerçekleşiyordu.) Sonra sağ elini indirip yerine sol elini kaldırdı. Sert bir cismin kendine direnişini eliyle arandı.

Eğer onu duyumsarsam olmayan bir şeyin üzerine elimle vurmuş, kapıyı çalmış olacağım diye düşündü. Bu da ölmeden önce yaşadığım ilginç.bir deneyim olacak.

Sol eli kapının bulunması gereken yerde (eğer kapı görünmez türden değilse kuşkusuz) seyrek bir hava tabakası ile karşılaşmıştı.

Vurulup çalınacak bir kapı bulunmuyordu.

Ve motor sesleri (eğer gerçekten varsalar) şimdi susmuştu. Şu anda yalnızca rüzgâr, dalgalar ve kendi kafasındaki vızıltının sesi duyuluyordu.

Silahşor yavaş yavaş kapının hiçbir şey bulunmayan yanından öbür tarafa yürürken daha şimdiden akıl dengesi bozukluğundan ileri gelen sanrılan görmeye başladığını düşündü.

Durdu.


Bir dakika süreyle batı yönüne bakarken kesintisiz soyu gri renkli kumsalı, gelen dalgaları gördü ve sonra görüşü bir kapı kalınlığı ile kesintiye uğradı. Kapının bu da altından yapılmışa benzeyen anahtar deliği zeminini ve oradan metal bir dil gibi dışarı sarkan mandalını görebiliyordu. Roland başını üç, beş santim daha kuzey yönüne çevirdi kapı gözden kayboldu. Daha önce bulunduğu yere başını çevirince kapı yeniden yerindeydi. Kapı görünmüyordu ama kesinlikle oradaydı.

Çevresini dolaşarak kapı ile karşı karşıya geldi. Adam şimdi ayakta sallanıyor gibiydi.

Deniz tarafından da yürüyüp kapının çevresini dolanabilirdi. Ancak aynı şeyin başına gelebileceğini düşündü. Üstelik bu kez yere düşecekti.

Hiçbir şey olmayan taraftan bu yana kapıdan geçer gibi geçebilir miydim? diye kendi kendisine sordu.

Oh, merak edilecek pek çok şey vardı ama gerçek yalındı, pek basitti: Burada kumsalın sonsuzluğa uzanışı içinde kapı yalnız başına dikiliyordu. Kapı yalnızca iki şey, açma ve kapalı bırakma işlemleri içindi.

Silahşor soluk bir mizah güdüsüyle belki de düşündüğü kadar hızla ölmediğini sezinledi. Eğer öyle olsaydı, böyle korktuğunu duyumsar mıydı?

Uzandı ve kapı tokmağını sol eliyle kavradı. Ne metalin ölümcül soğukluğu ne de tokmak üzerine kazınmış olan eski Germen alfabesiyle yazılı yazıların ateşli sıcaklığı onu şaşırttı.

Kapı tokmağını çevirdi. Çekince kapı kendisine doğru açıldı.

Burada tüm beklediği şeyler içinde bunlar olası değildiler.

Silahşor baktı, donar gibi oldu ve yetişkinlik yaşamı içinde ilk kez korku çığlığı atarak kapıyı çarpıp kapattı. Burada kapandığında güm diye ses çıkaracak bir şey bulunmuyordu. Oysa, gene de aynı güm sesi duyuldu ve çevredeki kayaların üzerine tüneyip kendisine gözleyen kuşların çığlıklar atarak havalanmalarına neden oldu.


5
Gördüğü, gökyüzünde biraz yüksekten ve olanaksız bir uzaklıktan (kilometrelerce yükseklikten) görülebilen şeylerdi. Dünyanın dışında ve üstünde yer alan ve düşler gibi yüzen bulutların gölgesini görmüştü. Eğer kişi bir kartalın uçabileceği yüksekliğin üç katına yükselse göreceği şeyleri kendisi görmüştü.

Böyle bir kapıdan geçme çığlıklar atılarak dakikalarca sürecek ve sonunda kişinin kendisim dünyanın derin bir yerinde bulacağı bir düşüş olacaktı.

Hayır, sen bundan daha çoğunu gördün.

Kapalı kapının önünde, kumun üzerinde ve yaralı eli kucağında olarak aptalca tavırla otururken bunu düşündü. Şimdi dirseğinin üzerinde de yaradan oluşan ilk soluk belirtiler görülmeye başlamıştı. Yakında bulaşma kalbine değin ulaşacaktı. Bundan kuşku duyulamazdı.

Kafasında Cort'un sesi çınlıyordu:

Beni dinleyin sürfeler, tırtıllar! Yaşamlarınıza kulak verin, çünkü onlar bir gün bir anlam ifade edebilirler. Gördüklerinizin tümünü kesinlikle görmeyeceksiniz. Size gönderdikleri şeylerden biri bana göre, gördükleriniz içinde (korktuğunuzda, kaçarken ya da cinsel ilişkide bulunurken) göremediklerinizi benim size. göstermemdir. Ama siz Silahşorlar yani Batıya gidemeyecek olanlarınız) siz bir tek bakışta çoğu insanın bir yaşam süresinde göreceğinden daha çok şey göreceksiniz. Ve bu bakışta görmediklerinizi daha sonra belleğinizde görebileceksiniz, kuşkusuz anımsayacak kadar uzun yaşarsanız... Çünkü görme ile görmeme arasındaki fark, yaşama ile ölme arasındaki fark gibidir.

Silahşor dünyayı böyle korkunç yükseklikten görmüştü (ve bu görüşü Karalar Giyinmiş Adamla birlikte geçirdiği zamanın bitiminden önce kendisine her nasılsa daha baş döndürücü ve rahatsız edici gelmişti çünkü kapıdan gördüğünde bir görüntü bulunmuyordu.) Dikkatinde kalan, gördüğü alanın ne bir çöl ne de bir deniz oluşu; ancak kurumuş bir bataklığı düşündürür derin yarıklanyla inanılmaz berekette yeşil bir alanı temsil edişiydi. Ancak...

Dikkatinde ne denli az şey kalmış senin! diyen Cort yabanıl bir biçimde eleştiriyordu: Sen daha çok şey gördün!

Evet.

Beyazları da görmüştü.



Beyaz kenarları da.

Kafasının içinde Cort, Bravo Roland! diye bağırdı. Ve Roland elindeki yaralarının onarılıp nasırlaşarak sertleştiğini duyumsadı. Ürperdi.

Şimdi bir pencereden dışarı bakıyordu.

Silahşor büyük çaba harcayarak öne eğildi. El ayasında soğuğu ve ince bir alevin kızgın sıcaklığını duyumsadı. Bir kez daha kapıyı açtı.


Yüklə 1,6 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   33




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©www.genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə