Stephen King Kara Kule Cilt2 üçün Çizgileri



Yüklə 1,6 Mb.
səhifə3/33
tarix16.08.2018
ölçüsü1,6 Mb.
#63306
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   33

6
Beklediği görüntü, (dünyanın korkunç, düşünülemez yükseklikten görünüşü) gitmişti. Şimdi Roland anlamadığı sözcüklere bakıyordu. onları neredeyse anlar gibi oldu. Sanki, Büyük Harfler eğilip bükülmüş gibiydiler.

Görüntüde sözcüklerin üzerinde atı olmayan bir arabanın, harekete geçmeden önce dünyayı doldurduğu düşünülen bir aracın resmi yer alıyordu. Ansızın Silahşor ara istasyonda Jake'i ipnotize ettiği sırada onun kendisine anlattıklarını düşündü.

Yanında kürkten şal takınmış gülen bir kadın duran atı olmayan araba, Jake'i ezip bu dünyadan ötekine gönderen araç olabilirdi.

Silahşor bu dünyadan ötekine diye düşündü.

Görüntü bir an değişmedi ama hareketlendi. Ve Silahşor ayaklarının üzerinde sallandı, başının döndüğünü ve midesinin bulandığını duyumsadı. Görüntüde şimdi sözcükler ve resim küçülüyor ve iki tarafında oturulacak sıralar dizilmiş bir ara geçidi görülüyordu. Oturulacak yerlerin bazısı boştu. Ama, çoğunda tuhaf giysili adamlar oturuyordu. Roland bu giysilerin takım elbise olduklarını düşündü ancak daha önce kesinlikle benzeri giysiler görmemişti. Boyunlarındaki şeyler papyon ya da kravat olabilirdi ama böyle boyunbağlarını da kesinlikle görmemişti. Kendisine sorulsa adamlardan hiçbirinin silahlı olduğunu söyleyemezdi. Bırakın tabancayı, adamların hiçbirinde kama ya da kılıç görememişti. İnsanlara güvenen ne türden koyunlardı bunlar? Bazıları minik minik yazıları olan; yazıları orasında burasında resimlerle kesilen gazeteleri okuyor; diğerleri Silahşor'un bugüne değin görmediği türden kalemlerle kâğıtların üzerine yazılar yazıyorlardı. Ancak burada Silahşor için önemli olan kalemler değil, kâğıtlardı. Roland şu ana değin kâğıtla altının kabaca eşit değerde sayıldığı bir dünyada yaşamıştı. Yaşamında bu denli çok kağıdı hiç görmemişti. Şimdi bile adamlardan biri kucağındaki sarı kâğıtlı not defterinden bir tabaka kâğıdı yırtıp buruşturarak avucunun içinde top şekline sokuyordu. Oysa kâğıdın bir yüzünü hiç kullanmamış, diğer yüzünün yalnızca baş tarafına birkaç satır bir şeyler yazmıştı. Silahşor bu denli doğal olmayan savurganlık karşısında yalnızca ürkü değil, öfke de duyulmuyordu.

Adamların ilerisinde eğimli bir duvar ile bir dizi pencere vardı. Birkaç pencere bir tür pancurla kapatılmıştı ancak diğer pencerelerden koyu mavi renkli gökyüzü görülüyordu.

Şimdi kapı girişine bir kadın yaklaşıyordu. Bu kadın üniforma giyinmişti ama bu da Roland'ın bugüne dek gördüğü türden üniforma değildi. Parlak kırmızı renkteydi ve kısmen pantolondan oluşuyordu. Silahşor kadının pantolonunun ağında bacaklarının birleştiği yeri görebiliyordu. Bu görüntü, çıplak bir kadında görebileceklerine göre hiçbir şey düzeyindeydi.

Kadın kapıya o denli yaklaştı ki, Roland onun kapıdan geçeceğini sandı ve hiç düşünmeden geriye doğru bir adım attı. Şanslıydı. Yere düşmedi. Kadın ona bir zamanlar bir hizmetli ya da kimsenin değil kendisinin metresi imiş gibi kışkırtıcı bakışlarla bakıyordu. Bu bakışı Silahşor’un ilgisini çekmedi. Onu asıl ilgilendiren kadının yüz ifadesinin değişmemesi olmuştu. Hatta kadının bakışları; kirli, ayakta sallanan, yorgun, tabancaları kalçalarından sarkan, sağ eli kanlı bir paçavrayla sarılı ve kot pantolonu daire testerede çalışmış bir insanınki gibi harap görünen kişiye karşı bir kadından beklenen bakışlar olamazdı.

Kırmızılı kadın," ister miydiniz?" diye sordu. Silahşor sorunun baş kısmını tam olarak anlayamamıştı. Yiyecek ya da içecek öneriyor olabilir diye düşündü. Kadının giysisinin kırmızı kumaşı pamuklu değildi. İpekli miydi yoksa? İpekliye benziyordu ama...

Bir ses, "Cin isterim" diyerek yanıtladı ve Silahşor bunu anladı. Birdenbire daha çok şeyi de anlamıştı.

O cisim bir kapı değildi.

Gözlerdi.

Çılgınca görünebilirdi: Silahşor gökte uçan bir arabanın bir bölümüne bakıyordu. Ancak başka birinin gözleriyle bakıyordu.

Kimin gözleriyle bakıyordu?

Oysa biliyordu. O, bir hükümlünün gözleriyle bakıyordu.

İKİNCİ BÖLÜM


EDDİE DEAN
1
Çılgınca olsa bile bu fikri doğrulamak ister gibi, Silahşor’un kapı girişinden baktığı görüntü ansızın kaktı ve yanlara doğru kaydı. Görüntü döndü (Roland'a gene baş dönmesi gelmişti. Sanki onun görmediği hareketlerle sağa sola devinen bir zeminin üzerine basıyormuş gibi duyumsuyordu kendisini) ve sonra görüntüdeki ara geçidi kayıp kapı geçidinden akıp gitmek üzere hareketlendi. Silahşor tümü kırmızı renkli aynı üniformaları giyinmiş ayakta duran birkaç kadın daha gördü. Burası çelikten eşyalarla oluşturulmuş bir yerdi. Ve Roland tüm acıları ve bitkinliğine karşın görüntüyü durdurup çelikten yapılmış eşyaları (bir tür makineleri) görmekten hoşlanacaktı. Eşyalardan biri, fırını azıcık andırıyordu. Daha önce görmüş olduğu üniformalı kadın kendisinden istenen cini kadehe koyuyordu. Elindeki cin şişesi pek küçüktü, camdan yapılmıştı. Kadeh de camdan yapılmışa benziyordu ama Silahşor onun gerçekte ne olduğunu düşünemedi.

Daha fazlasını göremeden kapı girişindeki görüntü hareketlendi. Bir başka baş döndürücü dönüş oldu ve bu kez Roland metal bir kapıya bakıyordu. Kapıda dikdörtgen şeklinde küçük bir işaret vardı. İşaretin üzerindeki yazıyı Silahşor okuyabiliyordu: Orada AÇIK sözcüğü yazılıydı.

Görüntü biraz daha aşağıya kaydı. Silahşor’un baktığı kapıdan bir el görüntüye girdi ve adamın baktığı kapının tokmağını kavradı. Elin uzantısı olan kolda mavi renkli bir gömleğin manşeti ile hafifçe geriye çekilmiş kolun üzerinde kıvırcık kara kıllar görünmüştü. Eldeki parmaklar uzundular. Bir parmakta yakut ya da beş para etmeyen değersiz taklit bir taşı içeren yüzük bulunuyordu. Silahşor burada ikinci seçeneği düşünmek istedi. Çünkü yüzükteki taş gerçekten değerli olamayacak kadar iri ve kaba hatlıydı.

Metal kapı çarpılarak ardına kadar açıldı ve Silahşor şimdiye değin gördükleri içinde en tuhaf tuvalete tanık oldu. Bu tuvalette her şey metalden yapılmıştı.

Bu kez metal kapının kenarları bir plajın üzerine doğru kaydılar. Silahşor kapının kapandığını ve mandallandığını işitti. Bir kez daha sersemletici baş dönmelerine kapıldığını duyumsadı ve onun gözleriyle çevresini gözetlediği adamın arkasına gelip kendisini kilit altına aldığını düşündü.

Sonra görüntü döndü (bu kez tümüyle değil yarı yarıya dönmüştü) ve Silahşor bir aynaya bakıyor, daha önce gördüğü bir suratı... eski zamanların yirmi iki kâğıtlık iskambil destesinin bir kartı üzerinde görüyordu. O suratı, aynı koyu renk gözlerle ve alnına dökülmüş koyu renkli saçlarla görmekteydi... Surat sakin, dingin ama soluk renkliydi. Ve o gözlerde Roland, Habeş maymunlu karttaki genç adamın duyumsadığına benzer korku ve dehşeti gördü.

Adam titriyordu.

O da hastaydı.

Sonra Tull'daki yabanıl ot yiyen Nort'u anımsadı.

Kahini düşündü.

Bu ifrit ona zarar vermişti.

Silahşor birdenbire EROİN'in ne olduğunu bildiğini düşündü. O, bir tür şeytan otuydu.

Adam biraz üzücü durumda, değil mi?

Fazla düşünmeden uyguladığı basit kararlılık Silahşor'u, Kule fikriyle ilerlerken Cuthbert ve arkadaşlarının öldüğü ya da yürümekten vazgeçtiği, intihar ettikleri veya ihanet yoluna saptıkları o uzun yolu yürüyüşte yalnız bırakmıştı. İyi edilemez sabit fikirlilikle yoluna devam edip çölü geçen Silahşor, sürekli Karalar Giyinmiş Adam'ın izini sürerek kapı girişine kadar gelmişti.


2
Eddie cintonik ısmarladı. Belki de New York kenti gümrüklerine sarhoş girmek iyi fikir değildi. Ve bir kez içmeye başlayınca bunu sürdüreceğini biliyordu. Ama şu anda bir şey içmek zorundaydı.

Bir seferinde ağabeyi Henry ona şöyle demişti: Sen bir kez aşağı inmeye başlar ve asansörü bulamazsan, her yolu denemek zorundasın. Elinde bir tek kürek olsa bile...

Daha sonra siparişini verip de hostes başından çekilince Eddie kendisini belki de kusacakmış gibi duyumsadı. Kusacağından emin değildi. Belki kusabilirdi ama güvencede olmak daha iyiydi. Kişinin her iki koltukaltında yarımşar kilo saf eroinle ve soluğunda cintonik kokusuyla gümrükten geçmeye çalışması iyi fikir değildi. Pantolonunun üzerinde kurumakta olan kusmuk lekeleriyle gümrüğe girmek felaket olurdu. Bu yüzden güvencede bulunmak daha iyiydi. Kusar gibi oluş duyumsamaları geçecekti. Hep öyle olmuştu. Ama, güvencede bulunmak daha iyiydi.

Sorun şu ki, serinkanlı bir hindi olacaktı. Serinkanlı ama soğuk değil. Eroin düşkünü Henry Dean, pek çok kez hikmet dolu ve geçerli fikirleri ileri sürerdi.

Bir gün Regency Kulesi'nin çatı katının balkonunda oturmuşlardı. Yüzleri güneşle ılınmış, bu da kendilerine iyi gelmişti... Aldıkları uyuşturucudan ötürü daha uyuklama noktasına varmamış ama oraya yaklaşmışlardı... Bir kez daha eski, iyi günlere dönmüşlerdi. Eddie koklayarak esrarı içine çekmeye başlamış, Henry kendisine ilk iğneyi yapmıştı.

Gene Henry konuşup şöyle demişti: Herkes soğuk hindi olmaktan söz eder ama sen oraya varmadan önce serinkanlı hindi olmalısın.

Ve o anda Eddie çılgın tavırlarla, aklını yitirmiş gibi kesik kesik gülmüştü. Çünkü Henry'nin neden söz ettiğini tümüyle biliyordu. Oysa, Henry hafifçe gülümsemişti, o kadar.

Bazı bakımlardan serinkanlı hindi olmak soğuk hindilikten daha kötüdür diyen Henry eklemişti: Hiç değilse soğuk hindi olurken kusacağını BİLİRSİN. Titreyeceğini de bilirsin. Terlersin ve bu terin içinde boğulur gibi olacağını BİLİRSİN. Serinkanlı hindilik bir beklentinin laneti gibidir.

Eddie, bir iğne düşkününe ne denileceğini Henry'e sorduğunu anımsadı. (Altı ay önce yaşadıkları halde, geçmişte kalmış ve belli belirsiz gibi olmuş günlerinde kendi kendilerine uyuşturucuyu iğneyle alıp da kesinlikle birer iğne düşkünü olmayacaklarına ilişkin ciddiyetle güvence vermişlerdi.)

Henry hemence, onları fırınlanmış hindi olarak adlandırabilirsin diye yanıtlamış ama sonra pek şaşırmış gibi görünmüştü. Söylediğinin düşündüklerinden çok daha tuhaf olduğunu sezinleyen biri gibi şaşırmıştı. Karşılıklı bakışıp kahkahalarla gülmeye başlamış ve sonra birbirlerine sarılmışlardı. Fırınlanmış hindi lafı pek tuhaftı ama şimdi kulağa pek tuhaf gelmiyordu.

Eddie uçaktaki sıralar arasındaki geçitte ilerleyip mutfak kesimini geçerek tuvalete doğru yürüdü. Kapıdaki küçük etikette BOŞ yazısını okudu ve kapıyı açtı.

Hey Henry, hikmet sahibi ve önde gelen esrar düşkünü kardeş; tüylü yaratıklardan söz açmışken sen de benim pişmiş kaz tanımımı dinlemek ister misin? New York'un Kennedy havaalanındaki gümrük memuru senin görünüşünde bir tuhaflık olduğuna karar verirse ya da gümrükçülerin, duyarlı burunları bu işte doktora sahibi olmuş köpeklerini işe saldıkları günlerden biri ise, köpeklerin tümü havlamaya ve yerlere işemeye başlarlarsa başına geleceklerden sonra seninki pişmiş kaz durumudur. O, durumda köpeklerin hepsinin boğmak istedikleri ve gümrük memurlarının tüm bagajına el koydukları, küçük bir odaya tıkıp gömleğini çıkarır mısın dedikleri kişi sen olursun. İşte öyle bir günde ben tamam demiş ve Bahama adalarındaki odada soğuğu kapmıştım. Ve New York gümrüğünde havalandırma gerçekten etkilidir. Korkarım ki, soğuk algınlığı zatürreye kadar ilerler. Gümrük memurlarının tüm diyeceği bağışla bizi bayım, havalandırma böyle etkili bir şekilde çalışırken sen hep böyle terler misin biçiminde olacaktır. Bay Dean, iyi, lütfen bizi bağışla. Şimdi iç fanilanı de çıkar. Çünkü bir takım tıbbi sorunların var gibi görünüyor deyip ekleyeceklerdir: Koltukaltlarındaki bu şişkinlikler olasılıkla lenfatik urlar ya da başka bir hastalıktan ötürüdür. Ve sen, ağzını açıp bir şey demezsin bile. Başka yöne topun gittiğini gören ve topu izlemeyi bile düşünmeyen bir orta saha oyuncusu gibisindir. Top gittiyse gitti dersin. İşte böylece iç fanilanı de çıkarırısın. Hey bakın! Sen, sanık bir çocuksun artık. Eğer sizler kendi toplumunuzda bunlara ur adını vermiyorsanız, bunlar bildiğimiz ur değiller! Cık cık! Bunlar yapıştırıcı bantlarla tutturulmuş torbalara pek benziyorlar. Sırası gelmişken koku sizi telaşlandırmasın, evlat. Bu bir kaz kokusudur. Pişmiş kazın kokusu...

Eddie arkasını döndü, tuvaletin kapısını kilitledi. Küçük tuvalet kabininde ışık yandı. Dışardan motorların sesi pek hafif geliyordu. Eddie ne denli kötü göründüğünü anlamak üzere aynaya döndü. Ansızın korkunç kapsamlı bir duyumsama onu sardı.

Haydi, kendine gel, boş ver! diye huzursuz bir şekilde düşündü. Sen, dünyada delilikle en az ilgili kişi olarak düşünüldün. Bu yüzden seni buraya gönderdiler.

Ama birdenbire aynadakiler, kendi gözleri; Eddie Dean'in pek çok kalbi eriten ve yirmi bir yıllık yaşamının son üçte birinde pek çok güzel bacağa onu yaklaştıran kahverengi, neredeyse yeşil gözleri değil de bir yabancının gözleri gibi göründüler. Bu gözler kahverengi değil, soluk bir Levis kot pantolonunun mavi rengi gibiydiler. Bu gözler; soğuk, dakik ve ayarlılığın görkemini içeriyorlardı. Bunlar bir bombardıman uçağınının bombacısının gözleriydi.

Bu gözlerin aynaya yansımasında Eddie açık biçimde kırılan bir dalga üzerine dalış yapıp oradaki balığı kapan martının gözlerini gördü.

Tanrı adına bu ne tür pislik? diye düşünecek zamanı bulmuştu. Ancak bunun kısa süreceğini ve sonunda kusacağını biliyordu.

Kusmadan önce son anda aynaya bakarken mavi gözlerin kaybolduğunu gördü... Ancak bundan önce de kabinde iki kişi imişler gibi bir duyumsamaya kapıldı.... Şeytan filminde ruhuna sahip çıkılan küçük kız gibi duyumsadı kendisini.

Şimdi kendi kafasında açık seçik yeni bir aklı duyumsuyor ve bir radyodan gelen ses gibi kafasında şu sözleri işitiyordu: Benden bekleneni yaptım. Gök aracının içindeyim.

Bir ses daha vardı ama Eddie onu işitmedi. Olabildiğince sessiz davranarak tuvaletteki lavaboya kusmaya koyuldu.

O iş bitince daha önce hiç yapmadığı şekilde ağzını bile temizleyip kuruladı, insanı korkutan bir dakika süreyle her şey yok olmuş ve salt boş bir an geçmiş gibiydi. Sanki bir gazetenin tam bir sütunu basılmayıp boş kalmıştı.

Eddie çaresizlik içinde düşündü: Bu ne? Bu pislik de ne oluyor?

Sonra bir kez daha kusmaya başladı. Ve belki de, ne denilirse denilsin kusmak Eddie'nin yararına olmuştu.
3
Silahşor, benden bekleneni yaptım. Gök aracının içindeyim, diye düşündü. Bir saniye duralayıp düşünmeyi sürdürdü: O, beni aynada görüyor.

Roland geriye çekildi. Oradan ayrılmadı ama uzun bir odada bir köşeye çekilen bir çocuk gibi geriye çekildi. Bir gök aracının içindeydi. Aynı zamanda kendisi olmayan bir erkeğin, Hükümlü'nün içindeydi. İlk anda öne yakın durduğunda (Roland bunu ön sıfatı ile tanımlıyordu), adamın içinde olmasının ötesinde hemen hemen o adam olmak biçimine giriyordu. Adamın hastalığı her ne ise onu ve öğüren adamın duyumsadıklarını duyumsadı. Roland eğer gereksinirse bu adamın bedenini kontrol edebileceğini anlıyordu. Onun çektiği acılan çekecek, onun omuzuna binen şeytan maymun kendi sırtına da çıkacak ama eğer gerekirse onun bedenini kontrol edebilecekti.

Ya da dikkatleri çekmeden geride kalabilecekti.

Hükümlü'nün kusma nöbetleri geçince Silahşor öne fırladı. Bu kez öne kadar tüm yolu ilerlemişti. Tuhaf durumu pek az anlıyordu. Ve böyle bir durumda kişi en korkunç sonuçlara çağrı çıkardığını anlayamazdı. Ancak bilmeye gereksindiği iki şey vardı: Bu denli umutsuzca öğrenmeye gereksindiği şeyler, ortaya çıkacak sonuçlan alt etmesine yeterli olacak mıydı?

Geçip geldiği kapı şimdi de orada olan kendi dünyasına mı açılıyordu?

Ve eğer öyleyse, fiziksel benliği şimdi de orada çökmüş, sahipsiz bir beden gibi kalmışsa, belki ölüyorsa ya da çalışmakta olan, akciğerleri, kalbi ve sinirlerini düşünmeden ölmüşse ne olacaktı? Eğer bedeni şimdi de yaşıyorsa, bu yaşam kumsalda gece başlayana kadar sürebilirdi. Sonra ıstakoza benzeyen o korkunç yaratıklar tuhaf sorular sorar gibi sesler çıkararak gelecek ve akşam yemeklerini aranacaklardı.

Başını hızla çevirip sağma soluna sonra arka tarafa baktı.

Kapı şimdi de oradaydı. Şimdi de arkasında duruyordu. Silahşor’un kendi dünyasına açılmak üzere kapı orada dikiliyor ve çelik menteşeleri adamın özel yaşamına raptedilmiş bulunuyordu. Ve evet, son Silahşor Roland orada, yanına doğru dönüp kıvrılmış yatıyordu. Sakatlanmış olan sağ eli midesinin üzerindeydi.

Roland şöyle düşündü: Soluk alıyorum. Öyleyse yaşıyorum. Geriye dönüp hareket etmeliyim. Ama, daha önce yapılacak şeyler var. Önce...
4
Kusması bitince Eddie gözlerini sıkıca yummuş olarak lavaboya eğilmiş durumda kaldı.

Bir saniye süren bir boşluk oldu. Bunun ne olduğunu bilemedim. Çevreme baktım mı?

Musluğu aradı ve soğuk suyu akıttı. Gözlerini şimdi de yumup soğuk suyu yanaklarına ve alnına çarptı.

Artık suyu yüzüne çarpmaması gerekince yeniden başını kaldırıp aynaya baktı.

Kendi gözleri şimdi de ona bakıyordu.

Kafasında yabancı sesler bulunmuyordu artık.

Gözetlendiğine ilişkin duyumsama kalmamıştı.

Geçici bir besteleme yetisine sahip olmuşsun sen, Eddie diyen hikmet sahibi ve önde gelen esrar düşkünü Henry eklemişti: Soğuk hindi durumuna gelen bir kişi için rastlanmayan bir durum değil bu..

Eddie saatine baktı. New York'a varmaları için daha bir buçuk saatlik yolları vardı. Uçak, Doğu Amerika saat sistemine göre öğleden sonra saat 4.05'de alana inecekti. Ama bu gerçekte öğle zamanı gibi, iskambil oyunlarında elde bulunan tüm kartları açma ve kesin bir sonuca varma zamanı gibi olacaktı.

Tuvaletten çıkan Eddie oturduğu yere döndü. İçkisi orada oturduğu yerin karşısında katlanan küçük masacığın üzerine konulmuştu. İki yudum içti. Hostes daha başka istediği bir şey var mı diye sormak üzere yanına geldi. Eddie "Hayır" demek üzere ağzını açtı... O bomboş geçen anlardan biri daha geldi.


5
Silahşor, Eddie Dean'in ağzından konuşmak üzere, "Ben, bir şeyler yemek isterdim, lütfen" dedi.

"Biz burada yalnızca sıcak alaminüt yiyecek servisi yapıyoruz."

Tümüyle gerçeği dile getiren Silahşor, "Açlıktan ölüyorum. Her şeyi hatta bir kanepeyi bile yiyebilirim" şeklinde konuştu.

"Kanepeyi mi?" diyen üniformalı kadın kaşlarını çatıp ona baktı ve Silahşor aynı anda kadını Hükümlü'nün gözleriyle gördü. Sandiviç sözcüğü kendisine bir sedefli deniz helezonunun kabuğundan gelen mırıltı gibi uzak ve anımsanamaz bir sözcük gibi gelmişti.

Sonunda Silahşor kendisini zorlayıp konuştu, "Bir sandiviçi bile yiyebilirdim."

Üniformalı kadın ona kuşkuyla bakarak yanıtladı, "İyi... Biraz tonbalıklı sandviçim vardı sanırım?"

Silahşor hiç sevmediği bu balığın adını ilk kez duymuş gibi yaparak, "O dahi açlığıma çok iyi gelebilir" dedi. Dilenciler seçme olanağına sahip değildiler.

"Biraz solgun görünüyorsunuz" diyen üniformalı kadın ekledi, "Sanırım sizi uçak tutmuş..."

"Yalnızca açlık nedeniyle solgunum."

Kadın profesyonelce gülümseyip konuştu, "Sizin için ne yapabileceğime bir bakayım."

Silahşor yapmak mı? diye düşündü. Kendi dünyasında yapmak fiili bir kadını zorla, ele geçirmek demekti. Neyse boşver! Yiyeceği bir şeyler gelecekti. Gelecek yiyeceği, kapı girişindeki besine fena halde gereksinim duyan bedene götürüp götüremeyeceğini bilemiyordu. Ancak, her şey sırası gelince olurdu. Yapmak diye düşündü. Eddie Dean'in başını inanamaz tavırlarla salladı.

Sonra, Silahşor bir kez daha geriye çekildi.


6
Büyük kahin, önbilici ve önde gelen esrar düşkünü Henry ona şöyle diyerek güvence vermişti: Sinirden yalnızca sinirden bu halin. Bu, soğuk hindi deneyiminin bir bölümüdür, küçük kardeş.

Oysa sinirden olsaydı tüm bedenini saran bu tuhaf uyuşukluğu nasıl duyumsardı? Uyuşukluğu tuhaftı, çünkü gerçek titremelerden önce kaşıntılarla, kıpırtı ve kıvranmalarla geliyordu. Henry'nin "serinkanlı hindi" tanımında olmasa bile, ortada onun bir kilo kokaini ABD gümrüklerinden geçirine girişimi bulunuyordu. Bu da, yakalanıldığında federal cezaevlerinde en az on yıllık hükümlülükle cezalandırılan bir suçtu. Ve birdenbire bu durumu bir karartma hali gibi görüyordu.

Şimdi de uyuşukluk durumundaydı.

Yeniden içkisini yudumladı ve gözlerinin kapanmasına izin verdi.

Neden karartma yaptın?

Ben karartma yapmadım yoksa o kadın taşıyabileceği tüm ivedi durum donanımıyla birlikte koşuyor olacaktı.

Şu halde karartma yaptın. Bu da iyi bir yol değil. Yaşamında hiç böyle karartma yapmamıştın. Başını eğip onayladı. Oh evet, hiç karartma yapmamıştım diye düşündü.

Sağ elinde tuhaf bir şey oldu. Belli belirsiz bir şey elinde nabız gibi attı. Sanki o eline bir çekiçle vurulmuş gibi olmuştu.

Gözlerini açmadan kolunu büktü. Acı yoktu. Nabız gibi atma hali de bulunmuyordu. Bombacının mavi gözleri de ortalarda görünmüyordu. Karartmalara gelince, onlar serinkanlı hindi durumu ile büyük kahin, önbilici ve önde gelen esrar düşkünü vesairenin kuşku duymadan kaçakçıların mavisi diyeceği durumun bir bileşkesi olmalıydı.

Ama, ne olursa olsun uyuyacağım diye düşündü. Buna ne dersiniz?

Henry'nin yüzü yanıbaşında sopanın ucuna bağlı bir balon gibi havada süzülüyordu. Endişe etme diyordu Henry: İyileşeceksin, küçük kardeş. Nassau'ya kadar uçacak, Aquinas'ta bir otelde kalacaksın. Ve cuma gecesi oraya bir adam gelecek. Gelen, iyi adamlardan biri olacak. Pazar gecesi sana kokaini getirecek ve sen de ona bankadaki özel müşteri kasasının anahtarını vereceksin. Pazartesi sabahı Balazar'ın sana söylediği programı uygularsın. Balazar işi yönetenlerden biridir. Neyin nasıl yapılacağını bilir. Pazartesi öğleyin uçakla yola çıkarsın. Seninki gibi namuslu bir suratla gümrükten rüzgârlar gibi geçer ve daha akşam olmadan nefis bifteğini Sparks'ta yersin. İşin rüzgâr gibi olacak. Başka bir şey değil ama serin bir rüzgâr gibi olacak.

Oysa iş bir tür ılık rüzgâr gibi gelişmişti.

Onunla Henry arasındaki sorun, gazetelerdeki seri karikatür kahramanları Charlie Brown ile Lucy'e benzemelerinde yatıyordu. Aralarındaki tek fark, Henry'nin futbol maçı seyretmeye düşkün oluşuna karşın, Eddie'nin seyrek olsa da futbol oynamasındaydı. Eddie eroin alıp da yarı bilinçsizlik durumlarından birine düştüğünde Charles Schultz'a bir mektup yazması gerektiğini bile düşünmüştü. Mektubuna şöyle başlayacaktı: Sayın Bay Charles Schultz. Siz HER ZAMAN Lucy'nin son anda golü kurtarmasıyla bahsi kaybettiriyorsunuz. Arada bir o kız da golü yemeli. Hiç değilse ayda birkaç kez bu böyle olmalı. Biliyorsunuz, beni anladınız, değil mi? Bu böyle olursa GERÇEKTEN iyi olacaktır. Değil mi?

Eddie böyle olursa Charlie Brown için gerçekten çok iyi olacağını biliyordu.

Deneyimiyle bunun iyi olacağını sezinliyordu.

Henry, iyi adamlardan biri demişti. Oysa, adaya gelen adam, İngiliz aksanı ile konuşan, 1940'ın siyah beyaz filmlerinden çıkmış biri gibi bıyıkları saç çizgisine kadar uzanan, sapsarı dişleri hayvan tuzağı gibi içeri doğru bükülmüş ve beti benzi sararmış, soluk yüzlü bir adamdı.

Gelen adam, "Anahtar sizde mi, senyor?" diye sormuştu. Konuşması, lise son sınıfta özenilen ve İngiliz kamu okullarında konuşulan dile benziyordu.

Eddie, "Kasa anahtarından söz ediyorsunuz sanırım?"demişti.

"Şu halde anahtarı bana verin."

"İş böyle olmayacaktı. Hafta sonunu geçirmem için sen bana bir şey verecektin. Ben de bunu üzerine anahtarı verecektim. Pazartesi günü sen kente inip onu başka bir iş için kullanacaktın. Ne olduğunu bilmiyorum. Çünkü, benim sorunum değil bu."

Ansızın soluk yüzlü adamın elinde mavi renkli, küçük, yassı bir otomatik tabanca görünmüştü. Adam, "Şu halde neden bana anahtarı vermiyorsun, senyor! Böylece ben zamandan ve çabadan ekonomi yaparım; sen de canını kurtarırsın" demişti.

Eroin düşkünü olsa ya da olmasa, Eddie'nin çelik gibi bir bileği ve yılmak bilmez azmi vardı. Henry bunu biliyordu, daha önemlisi işi yöneten Balazar da bunu biliyordu. Bu yüzden işe Eddie gönderilmişti. Çoğu kişi onun küçük bir paket uyuşturucu almak için kapana düşeceğini düşünmüştü. Oysa, Eddie'nin ne biçim insan olduğunu Henry de, Balazar da biliyordu. Ancak yalnızca Eddie'nin kendisi ile Henry, Eddie'nin işi sağlam kazığa bağladığını bilirlerdi. Balazar henüz bunu kestiremezdi ama Balazar şimdilik siktir olsundu (!)

Eddie, "O elindeki şeyi neden ortadan kaldırmıyorsun, küçük çiroz?" diye sorup eklemişti, "Ya da belki Balazar'ın buraya birisini gönderip senin gözlerini paslı bıçakla oymasını istiyorsun, ha?"

Soluk benizli adam gülümsemiş, hokkabazlık yapar gibi bir anda tabancası elinden kaybolmuş ve yerinde ufak bir zarf görünmüştü. Zarfı Eddie'ye uzatırken, "Küçük bir şaka yapmıştım, biliyorsun" diye konuşmuştu.


Yüklə 1,6 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   33




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©www.genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə