139
Herhangi bir yerde ortaya çıkan bir oluşu tamamıyla dış kaynaklara bağlayıp
iç tesirleri ve kökleri görmezlikten gelinemez. Bir yerde belli bir dayanak ve vasıta
bulamayan
bir düşüncenin, filizlenmesi zordur.
Tasavvuf, İbn Arabî‘ye kadar, pratik durumunu korumuş, yani Kitap ve
Sünnete uymayı, hedef edinmiş iken İbn Arabî ile teorik duruma geçip felsefeleşmiş
ve özellikle, İbn Arabî‘nin, (Fusûs)‘u, Fahrüddin-i Iraki‘nin (Lemeât)‘ı ve Câmî‘nin
(Levâyih)‘i ile de dört bir tarafa yayılmış ve sonunda İbn Arabî‘den sonra bir Teozofi
hâlini almış, ilerleme ve orijinaliteden uzaklaşarak sırf taklitten ve tekrardan ibaret
kalmıştır.
Görülüyor ki, ilk dönemde yaşamış sufîler diğer medeniyetlerin
birikimlerini kabullenme noktasında oldukça özgür davranmışlardır. Burada üzerinde
durulması gereken problemlerden biri de tasavvufun uğradığı etkileşimin boyutudur.
Etkileşim kaçınılmaz bir gerçektir. Bu açıdan, tasavvufun tek bir kaynağa
indirgenmesi de yanlıştır.
Araştırmamızdaki en önemli tespitlerden biri
tasavvufun, tek bir kaynağa
dayanmayacak veya doğuşunu ve hayatiyetini tek bir kaynaktan almayacak derecede
komplike bir hareket olduğudur. Fakat İslâmi doktrinlerin, ilk dönemlerde zühde ne
ölçüde tesir ettiğini; Hıristiyan, İran, Hint düşüncelerinin, Gnostik, Yeni-Eflatuncu,
Hermetik düşüncelerin sufî çevreye nasıl girdiğini; hangi bölgelerde bu düşüncelerle
sufîlerin düşünceleri arasında birleşme meydana geldiğini; bu düşüncelerin sufîlere
hangi şekilde ve ilk olarak hangi dilde ulaştığını; sufîlerin bu düşünceleri gerçek
anlamıyla ne kadar bildiklerini; eski kültür merkezlerinin bu düşünceleri sufîler
arasında ne kadar yayıldığı bilinmemektedir. Ancak günümüzde de mistik, gnostîk
ve gizemli olan her düşünce tarzının insanlara cazip geldiği bilinen bir gerçektir.