121
meâlimihi‖ kitabında açıkladığı görüşüne benzer bir şekilde, felsefi yönü itibarıyla
tasavvufun Yeni-Eflatunculuktan alındığı sonucuna varmıştır.
255
Nicholson bu konuyla ilgili görüşünü şöyle özetlemiştir:
―Üçüncü asra gelince bu dönemde tasavvuf bir önceki dönemden (Zühd
döneminden) tamamen farklı yeni bir görünüm kazanmıştır. Bu görünüm, bizzat
İslâm‘ın içinden çıkan ruhi faktörlerin gelişiminin neticesi olarak açıklanamaz. Ancak,
gerçek anlamda tasavvufun doğuşunu hazırlayan tarihi şartlara baktığımızda onu Hint
veya İran kaynaklarından birine dayandırmamız da imkânsız görünmektedir.
Tasavvufu Yunan düşüncesinin ve Doğu dinlerinin, daha açık bir ifadeyle, Yeni-
Eflatunculuğun, Hıristiyanlığın ve Gnostisizmin birleşiminin bir ürünü kabul etmemiz
gerekir.
256
Tasavvufun değişim ve dış unsurlardan etkilenme sürecinde yukarıda kısaca
bahsedilen Zünnun el-Mısrî‘nin payı büyüktür. Eski ve yeni araştırmacıların çoğuna
göre bu zat, İslâm‘da ―teozofik tasavvuf‖un kurucusudur. Mısır ve Suriye, hicrî
üçüncü asrın ilk yarısında, bu bölgeye yayılan Yeni-Eflatuncu kültürlerin etkisi
altındaydı. Zünnun da bu bölgede yaşamış olan bu felsefenin önemli simaları gibi gizli
ilimler olan sihir, tılsım ve kimya ile uğraşarak bunlarla tasavvufu mezcetmiş, onu
gizli ilimlerden biri olarak görmüştür. Batınilik fikrini derinleştirip geliştirerek
tasavvuf düşüncesinin çeşitli yönlerine uygulayan odur.
257
Nicholson‘a göre ―Haller‖
255
Nıcholson, a.g.e., s.27.
256
Nıcholson, a.g.e., ss.27-28.
257
Uysal, a.g.e., s.17.
122
ve ―Makamlar‖dan ilk o söz etmiştir.
258
Ma‘ruf‘un ilk defa söz ettiği ―Ma‘rifet‖
kavramını sistematik hale o getirmiştir. İsm-i Azam‘ı bildiği söylenmiştir.
259
Ebdal,
Nukaba, Nuceba ve Kaimun gibi adlarla anılan Ricalül gayb kavramından ilk söz eden
de odur. ―Arif ile muamele, Allah ile muamele gibidir. O senden zuhur edenlere
katlanır, Allah‘ın ahlâkıyla ahlâklanması sebebiyle, ona halim olarak davranır.‖ Sözü
ona aittir.
260
Muhittin Uysal bu konuda, Yeni-Eflatunculuk felsefesinde ön plana çıkan
―Keşf‖ ve ―Marifet‖ nazariyeleri ile, tasavvufta marifete ulaşmak için önerilen ön
eğitimin birbirine çok benzediğini belirtmektedir. Ona göre, gerek tasavvuf gerekse
söz konusu düşünce sistemi, gerçek marifete ulaşmanın; ancak kalbin kirlerden
temizlenmesi, nefsi dünyanın geçici lezzetlerinden soyutlama, huşu derin tefekkür gibi
bir dizi ön uygulamalardan sonra gerçekleşebileceğine inanırlar. Bu benzerlikten ve
söz konusu felsefi akımların, tarih bakımından tasavvuftan önce oluşu gerçeğinden
yola
çıkarak,
―Keşf-Marifet‖
nazariyesini
Yeni-Eflatunculuk
felsefesine
dayandırmanın, ilmi bir izahı olmasa gerektir. Çünkü İslâm nasslarında ve düşünce
sisteminde kalbini her türlü pislikten temizlemiş gönüllerine Allah‘ın ilahî bir teyit
olarak bir kısım bilgileri koyabileceği ve bunun mümkün olabileceği kabul
edilmektedir. Nitekim İslâm tefekküründe imkân dâhilinde görülen bu ilahî teyitler,
teknik adlarıyla ―Kerâmet, İlham, Keşf‖ gibi kavramlarla ifade edilmektedir. Ancak
258
Nicholson, a.g.e., s.7; Uysal, a.y.
259
Uysal, a.y.
260
Uysal, a.g.e., s.18.
123
bunlara ulaşma yolunda sarf edilen çaba ve eğitimin şekli ve niteliğinde tasavvuf,
diğer kültürlerden etkilenmiş olabilir, ona göre bu yüksek bir ihtimaldir.
261
Ancak 1921 yılında ―Din ve Ahlâk Ansiklopedisi‖ ‗nde ―Tasavvuf‖
başlığıyla yayınladığı makalede, Nicholson‘ın teorisinde belirgin bir değişim
görüyoruz. O şöyle diyerek, tasavvufun doğuşunu hazırlayan faktörler içerisinde
İslâmi faktörün yerini açıkça itiraf eder.
Sözün özü şudur: ―Tasavvuf, üçüncü asırda, etkisi bir bütün olarak görülen
değişik faktörlerin sonucu olarak ortaya çıkmıştır ki, bu faktörler, tevhidin anlamı
hakkındaki felsefi araştırmalar, Hıristiyan zühd ve tasavvufu, Gnostisizm doktrini,
Yunan, Hint ve İran felsefelerinden ibarettir.‖
Nicholson daha sonra tasavvuf için tek bir kaynak olduğunu düşünmenin,
yanlış olduğunu anlamıştır. O kendisinin de ileri sürdüğü Yunan kaynağı da dahil
olmak üzere tasavvufu tek bir kaynağa dayandırmaya teşebbüs eden bütün nazariyeleri
reddeder ve şöyle der:
―Ben bugüne kadar İslâm‘da tasavvufun doğuşu meselesini yanlış bir şekilde
ele aldım. İlk araştırmacıların büyük çoğunluğu, hayat ve kuvvetini İslâm
imparatorluğunu meydana getiren pek çok ırk ve sınıftan alan bu büyük hareketin
doğuşunun, Hint Vedentası veya Yeni-Eflatunculuk felsefesine dayandırmakla ya da
hakikatin tümünü değil, bir yönünü yansıtan faraziyeler va‘z etmekle
açıklanabileceğini düşünmüşlerdir‖.
262
261
Uysal, a.g.e., s.21.
262
Nıcholson, a.y.
124
Montgomery Watt, 950 yılına kadar olan dönemi, İslâm düşüncesinin
teşekkül devri olarak adlandırmaktadır. İslâm tasavvuf düşüncesi de bu dönem içinde
neş‘et edip tabiî seyir içinde ortaya çıkan dini bir ilim ve disiplin olarak kabul
edilmelidir.
263
Arnaldez, her ne kadar İslâm her şeyde ölçülü bir dinî hayatı örgütlüyorsa da,
Kur‘an‘ı Kerim‘in buyruklarına çok titiz bir şekilde uymayı bir davranış çizgisi olarak
kabul edip inanalar tasavvufun meydana çıkmasına neden oldular düşüncesindedir. Bu
tür düşüncelerin karşısında Massingnon ve Arberry gibi oryantalistlerin sözleri dikkat
çekmektedir. Onlara göre tasavvuf, kaynağında ve gelişmesinde, tekrar tekrar okunup
üzerinde derin, düşünülen Kur‘an‘ı Kerim‘den ileri gelmiştir. P.Nwyia da aynı
düşünceyi paylaşarak tasavvufun İslâm‘a mahsus, benzersiz bir özelliğe sahip
olduğunu söyler. Bu fikirleri doğrulamak ve tasavvufa dıştan etkilerin olduğu
yolundaki iddiaları yalanlamak için Ogan, ileri sürülen etkileri kabul etmeyerek belki
tasavvuftaki zühd ve uzlet ile Budizmin ve Hıristiyanlığın bazı ilkeleri arasında
―gaybet ve ittisal‖ ile gene Budizm ve İskenderiye felsefesi arasında, vahdet-i vücûd
ile Hint dinlerinin Nirvana‘sı arasında benzerlik olabileceğini, ancak bu halde bile, bu
benzerliğin görünüşte ve şekli olduğunu, fakat asla temelde olmadığını, arada
derinliğine çok farklar olduğunu söyler.
264
İslâm âlimleri tarafından, tasavvuf cereyanının menşei olarak, bizzat İslâm‘ın
kendisi kabul edilmiştir. Bununla beraber, tasavvufun menşei meselesi üzerinde çeşitli
263
Filiz Şahin, Er-Riâye Li-Hukûkillah, (Haris b.Esed el-Muhasibî), Tasavvuf
Klasikleri, İstanbul 2010, s.9.
264
Altıntaş, a.g.e., s.16.
Dostları ilə paylaş: |