135
kısıldığını vurgulamakta, özellikle ‘İslamcı köktendinci’ tanımlamasının
Amerikan dış politikası ve İsrail lobilerinin planlı çalışması ile gündemde
tutulduğuna çünkü İslam dünyasındaki dînî uyanışların Batı
hegemonyasına ve medeniyetine bir meydan okuma olarak
algılandıklarına işaret etmektedir. Bunları vurguladığı eserin adı da aynı
noktaya gönderme yapmaktadır: İslâmî Tehdit: Efsane mi Gerçek mi? (J.
Esposito (1995) The Islamic Threat: Myth or Reality?, New York:
Oxford University Press.). Ahlâkî kaygısını devam ettiren pek çok
müslüman aydın ve bilim adamı gibi, günümüzde modern teknoloji
toplumundaki, ahlâkî, siyâsî ve sosyal krizlerin toplumsal yaşamda daha
fazla
manevî-dînî
duyarlılığı
ortaya
çıkardığını
vurgulayan
akademisyenler ve aydınlar Batı’da da mevcuttur. İslam dünyasında dînî
canlanış olgusunun farklı yansımalarını, ‘aşırı-dincilik’, ya da
‘köktendincilik’ gibi tanımı belirli olmayan subjektif nitelemelerle ele
almak sosyolojik açıdan isabetli olmayan bir yaklaşımdır. Ünlü sosyolog
ve İlâhiyatçı Peter Berger’e göre, “__ (Fundamentalizmi) kimlerin daha
iyi anlaması gerekiyordu? Bu soruya verilecek cevap basitti: Vakfın,
fundamentalizmi daha iyi anlamaları gerektiğini düşündüğü kişiler, vakıf
yetkililerinin her zaman görüşüp konuştuğu elit Amerikan
üniversitelerinin profesörleriydi. İşte, “Tamam, buldum!” tecrübesini bu
sebebi düşündüğüm an yaşamıştım. Vakfı bu projeye dünyayı tersinden
görme motivasyonu yönlendirmiş olmalıydı. Buradaki zan, aşırı dinî
hareketi ima eden bu sözde fundamentalizmin ender ve izahı zor bir
hadise olduğu şeklindeydi. Ama aslında tarihe veya günümüze
bakıldığında fundamentalizmin ender bir hadise olmadığı ortadaydı.
Aksine ender olan şey bunun tersini düşünen insanlardı. Anlaması zor
olan hadise İranlı mollaların durumu değil, Amerikan üniversite
profesörlerinin durumu olmalıydı. (Dolayısıyla da bu profesörler üzerine,
onları izah etmek için milyonlarca dolar harcamaya değer miydi?).... Bir
grup sosyolog eski sekülerleşme tezini son bir çabayla kurtarma
gayretindedirler. Bunlar modernizasyonun insanları sekülerleştirdiğini,
buna istisna teşkil eden İslâmî ve Evanjelik hareketlerin de ancak dinin
son kaleleri olduğunu ve bunların da çok fazla direnemeyeceklerini hâlâ
iddia etmektedirler. Onlara göre sekülerite mutlaka kazanacak veya en
azından İranlı mollalar, Pentakostal vaizler ve Tibetli lamalar zamanla
Amerikan üniversitelerindeki meselâ edebiyat profesörleri gibi düşünüp,
onlar gibi hareket edeceklerdir. Ama bana göre bu tez hiç de ikna edici
görünmemektedir.... son zamanlarda özellikle Fransa, İngiltere ve
İskandinavya ülkelerinde yapılan bazı din sosyolojisi araştırmaları bu
gelişmelere yüklediğimiz sekülerleşme nitelemesini sorgulamaktadır. Bu
araştırmalar organize kiliselere karşı var olan yabancılaşmaya rağmen,
136
makale konusudur. Ancak son olarak belirtilebilir ki, Ortaçağ
Hıristiyan Avrupası’nın ‘Deccal’ kurgusuna dayalı ‘öteki’ algısı,
günümüzde ‘küreselleşmeye karşı fundamentalism ve İslam terörü’
kurgusuyla devam ettirilmektedir. Bu da Ortaçağ anti-İslamizminin bir
modern versiyonudur.
Oryantalizm’de kendisini gösteren temel tavır, yani ‘Öteki’ni
tanımlama üstünlüğünü, yetkinliğini kendinde görme rûhu/zihniyeti,
uzun bir tarihe sahip anti-İslamizme dayanır. Bu anti-İslamizm de
anti-Semitizme dayanır. Macar Yahudisi Ignaz Goldziher’in Hadis’in
gelişmesine ve önemine ilişkin, Alman Protestan Julius Welhausen’in
Hz. Peygamber’in mesajının sosyal-siyasal tarihe yansımasına dair
iddialarının dayandığı Oryantalist bakış açısı, anti-Semitik Hıristiyan
Kitâb-ı Mukaddes Tenkitçiliğinin Yahudilerden Müslümanlara
yönelmesinin bir neticesidir.
60
Goldziher’in Yahudi kökenli olması bu
özellikle Hıristiyanlık içerisinde çok kuvvetli bir dinî canlanmanın
olduğunu gösteren veriler ortaya koymaktadır. Bu veriler dikkatle
incelendiği zaman Avrupa’da dini tanımlayan şeyin “sekülerleşme”den
ziyade “kurumsallaşmış dinden kaçış” olduğu görülmektedir. Yani din
için bir “yok olma” değil, bir “yer değiştirme” söz konusu olmuştur.”
[Peter L. Berger “Secularism in Retreat”, The National Interest, n. 46,
Winter 1996/97.s.1-2, 6]
60
Ülkemizde son zamanlarda Kur`an’ın bütünüyle veya tek tek ayetleri
itibariyle tarihsel olup olmadığı anlamında tarihsellik tartışmasının,
büyük ölçüde, yalnızca Oryantalist literatürden değil, Batı Hıristiyan
düşünce tarihindeki Kitab-ı Mukaddes Yorum (Biblical Hermeneutics)
geleneği ve Tarih Felsefesi alanındaki ‘tarihselcilik’ (historicism)
tartışmalarından (tarihsellik ve tarihselcilik kelimelerinin aynı anlamda
olmadığı hatırlanmak kaydıyla) etkilendiği ve hatta ahkâma dair ayetler
çerçevesinde öne sürülen tarihsellik tezinin ve bu tezi tüm Kur`an’a
genişleten yaklaşımların da fikrî temelleri itibariyle buralara yani
tarihselciliğe kadar geri götürülebileceği söylenebilir. Söz konusu
etkilenmeye maruz kalanlar, her düşünce yönteminin ve kullanılan dilin,
kültürel-sosyal-tarihî ve epistemolojik bir çerçevenin ürünü olduğu
(Graham Ward, Theology and Contemporary Critical Theory, London:
Macmillan Press, 2000, s. 2) gerçeğini ve meselâ Reformasyon sonrası
Batı düşünce geleneğindeki, özellikle 18. y.y.’da başlamış olup Protestan
ilahiyatçı F.D.E. Schleiermacher (1768-1834)’den Wilhelm Dilthey
(1833-1911)’e ve M. Heidegger (1889-1976)’den etkilenen (Walter H.
Capps, Religious Studies, Minneapolis: Fortress Press, 1995, s. 223-6)
H.G. Gadamer (1900- ) ile P. Ricœur (1913- )’e kadar uzanan çizgide
‘hermeneutics’in Batı dışındaki medeniyetlerin ilim geleneğine hemen
aktarılabilecek genel-geçer bir ‘yorum yöntemi ve yaklaşımı olmadığını’