511
metalaşması ve bir çeşit kaynak olarak kullanımı ise –ayrıca sanat, politika ve
medyanın kaynaşması– kapitalist ekonomilerin işleyişinde çarpıcı bir etki yaratır.
Yaşanan sonuçlardan biri, gayri maddi ya da bilişsel emeğin endüstriyel üretimin
önüne geçmesi olur. Bu, endüstriyel üretimin ortadan kalktığı anlamına gelmez
elbette; hatta her zamankinden daha da fazla olduğu söylenebilir ancak şimdilerde
Üçüncü Dünya ülkelerine kaydırılmış durumdadır. Bilişsel ya da gayri maddi
emeğin çağdaş kapitalizmdeki egemenliği ise, göstergelerin üretimi ve yayılımının
artı değerin ana kaynağını oluşturması anlamına gelir. Diğer bir deyişle, "yaratıcı
eser" ekonomik hayatın her alanına adeta zerk edilmiş durumdadır. Gayri maddi
emeğin bir diğer sonucu da, “yaşam tarzı” ve “yaşam biçimi” olarak üretilen bir top-
lumsal hayat belirlemek –kültürün merkezde olduğu yeni bir kamusallık biçimidir(e-
skop).
Özerklik ve modernizmle eşzamanlı İki oluşumdur, birbirlerini kurarlar. Öyle
ki, bunları birbirinden ayrı düşünmek zordur. İkisi de on dokuzuncu yüzyılda
Paris’in merkezi olduğu kültürel devrimin eserleridir. Ancak sanatın özerkleşmesine
ilişkin hazırlıklar oldukça gerilere gider. Bu süreç Avrupa’da Rönesans’ta akade-
milerin kuruluşu ile başlar ve on yedinci yüzyılda sanat piyasasının yükselişi ardın-
dan da sanatın kurumsallaştığı ve itibarının doruğa çıktığı on dokuzuncu yüzyıl,
monarşik sanat kurumlarının tavsiyesiyle devam eder. Modernizm’de ise özerkliğin
inşa edildiği kurumların başında modern, kamusal müzeler gelir (Artun, 22).
Özerkleşme önce düşünce aleminde yerini bulur. İlkin Kant, estetik üzerine
tezlerini içeren ve 1790’da yayınlanan Yargı Gücünün Eleştirisi (Critique of Judge-
ment) kitabında sanat etkinliğini diğer etkinliklerden ayırt eder. Sanatın herhangi bir
yarar ve çıkar beklentisi olmaması gerektiğini öne sürer. Sanatın kendisinden başka
bir kullanımı olamayacağını savunur. Böylece sanatı, yarar ve çıkar üzerine kurulu
olan sanayiden ayırır. Ve sanatı yararlılık, kullanışlılık, insanların çıkarına hizmet
etmek gibi ilkelerin yönettiği endüstriyel kapitalizmden yalıtır; adeta korur. Kant
estetiğini ve sanat sanayi çatışmasını tartışmaya açan en kışkırtıcı iş, Duchamp’ın,
yüz elli yıl kadar sonrasına ait pisuarıdır. Pisuar gibi en doğal ihtiyacımızı gidermek
için kullandığımız ve binlerle üretilen endüstriyel bir ürün, Duchamp tarafından
kaide üstüne çıkarılınca sanatsallaşır. Artık ihtiyacımızı gideren yararlı, kullanışlı bir
nesne değildir ve biriciktir, unique’tir (age)
Topluma ve ona egemen olan her söyleme muhalefet eden sanat, haliyle en
başta burjuvazi düşmanı kesilir. Zaten artık kamu nezdinde ilgi uyandırmak gibi bir
derdi yoktur. Aksine, kamusal beğeniyi, popüler kültürü aşağılar. Yeni yeni baş
gösteren kültür endüstrisinin ürünlerine benzeyerek meta kisvesine bürünmeye karşı
direnir. Bundan böyle sanat artık toplum için, devrim için, iyilik, güzellik, insanlık
için değil, kendi içindir: “sanat sanat içindir. ” Böylece sanat hayattan kopar. Hatta
Bürger’e göre, bu kopma bizzat sanatın içeriğidir artık. “Sanat sanatın içeriği haline
gelir” veya başka deyişle sanatın “biçimi içeriği olur”. Gerçeklik, sanatı terk etmiştir.
Mallarmé ve Verlaine’nin şiiriyle bu estetizm yüzyıl sonunda sınırlarına gelir. Sanat
özerkliğinin zirvesindedir. 1848 ertesinde modernizmin inşası aynı zamanda sanatın
özerkliğinin inşasıdır. Özerklik ve modernizm sanki birbirlerinin ontolojileridir. Ve
512
“kuşku yok ki modernizm Baudelaire ile başlar” (A. Hauser); “kurucu Baude-
laire’dir” (P. Bourdieu). Modernizm ve özerkleşme, bir “sanat için sanat” esprisine,
estetizme, sembolik şiire, vb. indirgenemez. Modernizm sanatın kendi mecrasına,
formlarına, tekniklerine, malzemelerine hapsolması değildir. Oysa sanatı, birbir-
lerini yadsıyıp aşan stillerin, akımların ilerlemesi tarzında öyküleyen alışageldiğimiz
formalist tarihlerin yaklaşımı böyledir. Ne var ki, Sanat Tarihi bir yana, 20. yüzyılda
sanatın tarihi böyle yaşanmamıştır. Çünkü sanat, modernizmle birlikte kendini
birtakım düşünce ve ilişkilerden yalıtmakla kalmaz, aynı zamanda onların hegemon-
yasına karşı direnir ve bir tehdit oluşturur. Özerkliğini radikalleştirerek bir karşı-
kültür inşa eder. Ve giderek kendisini de, sanatı da karşısına alır ve anti-art bir
harekete dönüşür. Avangardın yükselmesiyle birlikte, müze gibi özerkleşmesini
sağlayan kurumları da hedef alır. Yani bir anlamda sanat, kazanmış olduğu özerklik
sayesinde özerkliğini yıkmaya girişir. O nedenle özerklik düşüncesinin Schiller’den
beri kendi imhasını da içerdiği öne sürülür. Avangard, sanatın terk ettiği hayatı
yeniden ele geçirerek, hayat üzerinde kendi egemenliğini kurmayı hayal eder. Haya-
lin akıl üzerinde, düşün gerçeklik üzerinde, bilinçaltının bilinç üzerinde gücünü
göstermesi için savaşır. Baudelaire’e inanır; ona göre, dünyayı eğer hayal gücü
yarattıysa, hayal gücü hükmetmelidir(age).
Türkiye’de Çağdaş Sanatın Politikleştirilmesi
Yerelde Türk siyasi platformunda ulusalcı düşüncelerin yirminci yüzyılda
temellenen aydınlanma karşıtı anlayışlara Cumhuriyet Halk Partisi döneminden bu
yana karşı görüldüğü anlaşılmaktadır. Ancak çağdaş siyaset ve siyaset felsefesinin
gelişmekte olan evrensel aydınlanma ve mümkün olan en büyük kuvvetleri aleyhine
çevirerek hem hakim sağ hem de sol kanat kültüralizm (çoğulçuluk ya da kültürlü-
lük) biçimlerini bireyin kendine özgü bir "kültür" ile köleleştirme yoluna gitmesin.
Sağ kanatın çok kültürlülüğüne sol tarafından yöneltilen ilk bakıştaki eleştirisi
aydınlanma noktasıyla başlayan çıkış noktasının ne kadar sapmış olduğunu gösterir.
Bu aslında son birkaç on yıl boyunca meydana çıkan savaşlardaki siyasi muhalifler
hakkında solun ne kadar da çok az şey ortaya koyduğu ve kültür sorununun gündeme
gelerek ıraksak politik ütopyalar üzerindeki tartışmalarla yavaş, yavaş ele almasıyla
oluşmuştur.
Bu şekilde çok kültürlülüğün kendi anlayışındaki Marksizm bir tür antro-
polojik karşı-devrime dönüşen yapı teşkil eder. Eğer birisi 1960 ve 1970'li yıllarda
Soldaki tartışmaları yansıtacak olsa, o günlerde her şeyden önce ekonomi, sınıf
mücadelesi, üretim araçları, sosyoloji, siyasal sistemler ve kaynakların çok önemli
görüldüğünü ve nadiren görülen "kültür" sözcüğünün dışarıda kaldığını söyleyebilir.
Ancak şimdi bunun tam tersi geçerlidir. Kültür ekonomi ve toplumdan çok
daha fazla ilgi çeker. Yinede tahmin edilebileceği gibi dünyadaki herhangi bir büyük
çatışmada sıradan politik bir tartışma konusu olabilecek bir model asla ötekiyle
alışverişte bulunmaz. Ekonominin ya da kültürün mutlak önemine ilişkin taraflar
arasında korkulacak bir çatışma olmamıştır. Zıtlar arasındaki geçiş tatlı bir dönüşüm
sayesinde elde edilmiş ve bir sonraki günden itibaren hemen, hemen iki tutumu
barındıran bir durum farkında olunmadan devreye sokulmuştur. Belki de bu durum