Büyük Dinleri Tanımak


Allah’ın Gücü Olan Din, Allah’ın Sevgisi Olan Din, Allah’ın Rahmeti Olan Din



Yüklə 379,11 Kb.
səhifə43/52
tarix01.08.2018
ölçüsü379,11 Kb.
#59924
1   ...   39   40   41   42   43   44   45   46   ...   52

9. Allah’ın Gücü Olan Din, Allah’ın Sevgisi Olan Din, Allah’ın Rahmeti Olan Din


Hıristiyanlar 2000 yıl önce Hz. İsa’nın zuhuruna kadar Yahudilerin Allah’ın gözetimi altında olduğunu kabul ederlerdi. Ancak şöyle derlerdi, zuhurdan sonra Allah’ın kayrası Hıristiyanlığa olmuştur. Müslümanlar da önceki şeriatların hak olduğunu kabul etmektedir. Ancak İslam dininin onları geçersiz kıldığına inanmaktadırlar.

Diğer taraftan Yahudiliğin Allah’ın gücü, Hıristiyanlığın Allah’ın sevgisi ve İslam’ın da Allah’ın rahmeti olduğu söylenilir.

Yahudilik Allah’ın gücü olan dindir. Çünkü Allah, çeşitli durumlarda bu kavmin lehine davranmıştır. Mesela; onlar Mısır’da Firavun’un baskısı altındayken kendilerini Kızıl denizden geçirmiş ve Firavunları da boğmuştur. Bu olaydan sonra da Sina çölünde onlara nimetlerini göndermiştir.

Hıristiyanlık Allah’ın sevgisi olan dindir. Çünkü Hıristiyanların inancına göre Allah Sevgi üzere insanlığa göründü. Dikkat edilmelidir ki, Hıristiyanlar genellikle “Beşerin Allah’a olan sevgisi” yerine “Allah’ın beşere olan sevgisi” ifadesini kullanırlar. Hıristiyan şiirlerinde ve irfani edebiyatlarında Allah âşıktır ve insan maşuk derler.

İslam, Allah’ın rahmet dinidir. Çünkü Allah, dünya halkına rahmet etmek için Resulullah’ı (saa) göndermiştir (Enbiya/107).

10. Allah’ı Tanıma


İslam teolojisinde tevhit terimi genel anlamda Allah’ı tanıma ve sonraki aşamada ise tek tanrı inancı anlamına gelmektedir.

Dinlerin çoğu (belki de günümüz dinlerinin tamamı) Allah’ın varlığına inanmaktadır. Allah’a inanan dinlerin çoğunda da O’nun için isimler vardır. Bazen de Allah’a has olan isim bir dinde veya dindarlardan bir kısım tarafından unutulmaktadır. Allah’a has olan isim Hinduizm’de “Brahma”, Yahudilikte “Yahve”, Zerdüştlükte “Ahura-Mazda” ve İslam dininde “Allah’tır”. Hıristiyanlıkta Allah’a has bir isim yoktur ve Yeni Ahit tanrının genel ismi olan (Yunanca metinlerde: Hosios’u) Allah hakkında kullanmıştır.

Din diliyle yerli dil arasında farklılık olduğu takdirde yerli dil için sorunlar çıkabilir. Günümüz Farsçasındaki genel bir isim olan “Hüda” kelimesi, aslında “ilah” kelimesinin karşılığıdır ki, Allah için de kullanılmaktadır. (Çünkü Farsların ilk Müslüman olanları, özel isim olan “Ahura-Mazda” kelimesini “Allah” yerine kullanmayı uygun görmemişlerdir.) Bu nedenle de “La ilahe illallah” cümlesini tercüme etmek sorun olmuştur. Çok şükür ki, Türkçede ilah kelimesi için “Tanrı” kelimesi ve Allah kelimesi için de bu kelimenin kendisi kullanılmaktadır. Avrupa dilleri ve Hıristiyanlığın kendisi gibi diğer bazı dillerde Allah için özel bir isim yoktur. Örneğin İngilizcede “God” kelimesi Allah’ın hem özel hem de genel ismidir. Yalnızca özel isim olduğunda onu büyük harfle belirterek “God” olarak yazarlar. Bu tedbir pek de etkili değildir. Çünkü yazılı kullanımlardan daha çok olan sözlü kullanımları kapsamamaktadır.

Dinlerde Allah ismine saygı göstermek tabuları meydana getirmiştir: nitekim Yahudilik bölümünde değinildiği üzere Yahudiler on emirden üçüncü emir olan “Allah’ın ismini batıl üzere kullanma!” gereğince Yahve kelimesini Tevrat’ı okurken ve ibadet halinde bile dile getirmeyi haram biliyorlar. Onlar bu durumda Yahve kelimesinin yerine “Benim efendim” anlamına gelen “Adonay” kelimesini ve diğer durumlarda onun yerine o isim anlamına gelen “Heşim” kelimesini kullanıyorlar. Bu tabu, Allah’a işaret eden her ismi ve hatta diğer diller ve yazıları da kapsamaktadır. Bir grup Yahudi, Allah kelimesini ifade eden her kelimenin harflerini ayırarak yazarlar. Tıpkı “God” kelimesinin “G-d” olarak yazılması gibi. Hıristiyanlar ve diğer toplumların da bu tür inançları vardı. Yirmi ciltlik Oxford ansiklopedisi “God” maddesinde bu İngilizce kelime için (genellikle XVII ve XVIII. asırlara ait olan) yaklaşık 20 dağınık telaffuz getirmiştir.[1]

10-1. Tevhit ve Şirk

Dünya halkının Allah inancı iki çeşittir; Tevhit ve Şirk. Bu iki görüşün her birini karşı görüşle uyum sağlayacak şekilde sunmak da mümkündür.

Bir taraftan Hıristiyanlıkta tevhit, teslis ile beraberdir. Hıristiyanlar Allah’ın bir olduğu inancının yanı sıra üç olduğuna da inanmaktadır. İnançlarını tevhit ve teslise zarar gelmeyecek şekilde uyarlamaya çalışırlar. Ancak böyle bir şey mümkün olmadığı için sonunda teslis bir sırdır, derler.

Diğer taraftan da birçok tanrıya inananlar genellikle bu tanrıların irtibatını şöyle açıklarlar:

“Tanrılardan birinin makamı (cahiliye dönemindeki Allah gibi) öylesine yücedir ki, diğer melek tanrılar onun kayra vesilesi sayılmaktadır.”

Putun Allah’ın yardımcısı ve insanın şefaatçisi olamayacağı inancı İbrahim dinlerine hastır. Onlar put hakkında şöyle derler:

 مَا تَعْبُدُونَ مِنْ دُونِه اِلَّا اَسْمَاءً سَمَّيْتُمُوهَا اَنْتُمْ وَابَاؤُكُمْ مَا اَنْزَلَ اللّهُ بِهَا مِنْ سُلْطَانٍ 

“Onun dışında taptıklarınız Allah’ın haklarında hiçbir delil indirmediği, sizin ve atalarınızın taktığı adlardan başka şeyler değildir.” (Yusuf/40)

İnsan vahiyden destek almaksızın tevhit ve şirk sınırlarını belirleyemez:

 مَنْ ذَا الَّذى يَشْفَعُ عِنْدَهُ اِلَّا بِاِذْنِه 

“İzni olmadan O’nun yanında kim şefaat edebilir?” (Bakara/255)

Muvahhitler, yüce ve tasavvur üstü bir ilaha inanmaktadır. Onların inancına göre Allah’ın ilmi ve gücü sonsuzdur ve ne zaman dini içeriklerde bunun aksi bir şeyle karşılaşılsa tevil edilmelidir.

Müşriklerden bazıları şuna inanır, Allah o kadar büyük ve münezzehtir ki, madde âlemiyle bir irtibatı yoktur. Bu yüzden hacetlerin istenmesi için onun ortaklarına başvurmalıyız.

Onlar bu varlıkları dünya işlerini yürütenler olarak görüp, onlara başvurmayı günlük ihtiyaçların temini için gereken vesilelere başvurmak gibi sayarlar. Yüce peygamberler insanlara bu ortakların Allah tarafından seçilmediğini ve bu yüzden hiçbir güçlerinin olmadığını ve onlara tapılmaması ile tevessül edilmemesi gerektiğini söylüyorlardı.

10-2. Teşbih ve Tenzih

İbrahimi dinler başlangıçta felsefeye iyi bakmıyorlardı ve zaten Pavlos da takipçilerine şöyle bir uyarıda bulunmuştur:

“Dikkatli olun! Mesih’e değil de, insanların geleneğine ve dünyanın temel ilkelerine dayanan felsefeyle, boş ve aldatıcı sözlerle kimse sizi tutsak etmesin.” (Pavlus’un Koloselilere mektubu, 2:8).

Kilisenin ilk pederlerinden olan Tertullian şöyle der:

“Atina’nın Kudüs ile ne ilgisi var?”[2]

Ancak kısa bir süre sonra İbrahimi dinlerin takipçileri bir biri ardınca felsefeye yöneldiler ve felsefe de onlara yönelerek o dinlerle uyum sağladı. Felsefe ilk önce teolojiyi meydana getirdi ve bu durum Müslümanların genelini tedirgin etmekteydi.[3] Daha sonra kendisi meydana çıkınca Yahudi, Hıristiyan ve İslam felsefesiyle bir kaos meydana geldi. Ondan sonra İbrahimi dinlerin takipçilerinin çoğu Allah’ı tanıma konularında felsefeye yöneldiler.

Felsefede genellikle maddi ve gayr-i maddi varlık ele alınmaktadır. İnsan yalnızca maddeyi tasavvur edebilmektedir. Tabiat ötesi âleme inanıyorsa tasavvur olmaksızın bir tasdik vardır.[4] En fazla olumsuzluk sözcükleriyle sırlarla dolu o âlemden bahsetmektedir. İşte burada Yüce Allah’tan, manevi ve akılla ilgili konulardan bahsederken ciddi anlamda sözcüklerin yetersizliğiyle karşılaşmaktayız. Bütün bu konular hususunda beşeri yaşamın sıradan sözcüklerini kullanmamız hakikatte birçok sıkıntılar meydana getirmektedir.

Aslında (o zatın varlığını tasavvur etmek gibi) Yüce Allah hususundaki her tahmin ve (ona tapmak gibi) her davranış ve (“Mevla ve Kul” veya “Baba ve Oğul” gibi O’nun insanla olan ilişkisinin açıklanması hususundaki) her türlü beyan, teşbihi ve münezzeh olan Allah’ı insan gibi görmeyi gerektirir. Bu ifadelerin idraki ancak beşeri ifadelerle mukayese etmekle mümkün olmaktadır.[5]

Yahudilerin ve Hıristiyanların kabul etmiş oldukları kitap, Yüce Allah’a güreş nispeti vermekten bile çekinmiyorsa[6] Kuran-ı Kerim de çeşitli yerlerde Yüce Allah’a hile, tuzak ve intikam nispeti vermekte ve O’nunla savaşanların veya (başka bir ayete göre) O’nu incitenlerin cezalandırılacağını söylemektedir. Kuran’a göre; müminler O’na yardım etmelidir, O’na borç vermelidir ve O’na ihanet etmekten kaçınmalıdır. Allah’ın arşa oturması, göklerde olması, gelmesi, ahiret gününde ona bakılması ve Allah’a el, göz, yüz ve yan nispeti verilmesi gibi durumların bazı ayetlerde geçmesi, her zaman Allah’ı cisimleştirmeye çalışanlar için bir bahane olmuştur. Hadis ehli, bu ifadelerin zahiriyle yetinmiş ve açıkça demişlerdir ki; “Cismi olmayan bir şey, yok demektir.”

Ancak Şia ve Mutezile, Hz. Ali’nin (as) kılavuzluğuyla bu tür ifadeleri makul ve münasip bir şekilde yorumlamıştır.[7] Eş’ariler de kendi tarihleri boyunca yavaş yavaş hadis ehlinin inancından uzaklaşmış ve bu konuda belli ölçüde Şia ve Mutezile inancına yaklaşmıştır.[8] Elbette bu inançların hepsi günümüzde mevcuttur.[9]

Aynı şekilde Allah Teala Tevrat’ta “Ateş”[10], İncil’de “Ruh”[11] ve Kuran’da “Nur”[12] olarak ifade edilmiştir. Yüce Allah’ı tenzih etme gerekliliği, semavi kitapların takipçilerini bu ifadeleri tevil etmeye yönlendirmiştir. Din âlimleri bu amaçla birçok akli ve nakli delillerden faydalanmaktadır. Akli delilleri bir kenara bırakmak gerekirse, bu konuda kitap ehlinin nakli delillerinden biri, Tevrat’ın şu cümlesidir: “Tanrı, insan değildir.”[13] Müslümanların da nakli delillerinden biri şu ayettir:

 لَيْسَ كَمِثْلِه شَیْءٌ 

“O’na benzeyen hiç bir şey yoktur.”[14]

Yahudi filozof Philo, miladi birinci asırda felsefenin yardımıyla Eski Ahit’i tevil etti. Philo’nun ilmi mirası, İskenderiyeli Clement (ö. 215) eliyle Hıristiyanlığa geçti ve Origen (ö. 254) onu düzenledi.

Din mütekellimleri nezdinde tenzih o kadar önemlidir ki, “Allah nasıldır?” denilmesi yerine “Allah nasıl değildir?” diye denilmelidir, iddiasında bulunmuşlardır. Bu görüş Yahudilikte ve Hıristiyanlıkta negatif teolojiyi meydana getirmiştir ve bu esasa göre her nevi beşeri sıfatlar Allah’tan nefiy edilir. Hatta “varlık” ve “var olan” ifadelerinin bile O’nun hakkında kullanılmasını uygun görmemektedirler. Diğer taraftan da Allah kendini beşere göstermiş olduğu için negatif teoloji cehaletle sonuçlanmamaktadır.

Biz Müslümanlar Yüce Allah’ın tenzihi hususunda yapılan her türlü çabadan ötürü mutlu olmalıyız. Kitap ehliyle işbirliği yapmak için gerekli olan şartlardan biri de bu konudur.[15]

Bahsedilen şeylerden şu sonuç çıkarılabilir; kimse sözcüklerin yetersizliğinden dolayı başkalarının dini kaynaklarını eleştirmemelidir. Ancak diğer taraftan da onların kitapları İslami açıdan insan eliyle yazıldığından dolayı biz Müslümanlar onların ifadelerini haklı çıkarmakla yükümlü değiliz. Ancak her Müslüman insaf yolunu tutmalıdır. Kuran-ı Kerim’de şöyle emredilmiştir, kitap ehliyle konuşurken en iyi yolu takip etmeliyiz.[16]

10-3. İrfan ve Tasavvuf

Daha önce de belirttiğimiz gibi Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam dini son din olduklarını savunmaktadırlar. Şimdi bu hususu da eklemek istiyoruz. Son din olma meselesi ilahi kayranın kesildiği anlamında değildir ve bu dinlerin her birinde oldukça büyük manevi şahsiyetler vardır. Bu şahsiyetlerin fakihlerden, mütekellimlerden ve müfessirlerden başka birilerinin de olması mümkündür. Zira bu gruplar yalnızca bilirkişilerdir ve ilimleri kesbidir. Oysa bahsettiğimiz manevi şahsiyetler örnektir ve ilimleri ledünnidir. Esasen çocukların veya avamın da böyle bir makama sahip olması mümkündür. Bunun örneklerini çeşitli din ve mezhep önderlerinde görmekteyiz.[17]

İslam’da ve özellikle Şia’da, kimseden ders almamış ve ruhları maneviyatla yoğrulmuş olan ve Peygamber Efendimizin (saa) yolunu sürdüren en yüce şahsiyetler, tertemiz Ehl-i Beyttir (as). Onuncu, on birinci ve on ikinci İmamlar (as) çocuk yaşta imamet görevlerine başlamıştır. Tıpkı Kuran tabiriyle Yahya’nın (as) çocuk yaşta ve İsa’nın (as) da beşikteyken peygamber olması gibi (Meryem/12 ve 30).

Kesbi olmayan ilimlere “İrfan” denilmektedir. Zahiri bakışta irfan, dinlerde şeraite ve akılcılığa (fıkıh ve felsefeye) bir tepki gibidir. Ancak din arifleri, irfanı şeriatın temeli ve aklın anahtarı olarak görürler. İrfan hazdan kaynaklanmaktadır ve ispat veya reddedilebilir nitelikte değildir. Sanatla sıkı bir bağı vardır. İrfan tıpkı bir ateş gibi latiftir ve her şeyi içine alarak ilerlemektedir. Hindistan ve Uzakdoğu dinleri baştanbaşa irfan kaynaklıdır ve günümüzde az bir tebliğle Amerika ve Avrupa halkının birçoğunu kendilerine cezp etmişlerdir.

İrfan, zahirden batına; şekilden manaya; sözcükten içeriğe; isimden isimlendirilene; cisimden ruha; başlangıçtan hedefe; şeraitten tarikata; sezgiselden gayba; yakınlıktan ulaşmaya; akıldan aşka ve… teveccühtür.

Bu teveccühün özünü bütün dindarlar kabul etmektedir ve onun gerekliliğini kimse inkâr etmez. Ancak bu teveccühte zahir ile batın birleştirilmeli mi veya batına ulaşmak için zahir bir kenara mı bırakmalı ve hatta onun zıddına mı yönlenilmelidir hususunda ihtilaf vardır.

Hepimiz biliyoruz ki, ariflerin efendisi Allah Resulü Muhammed Mustafa (saa) ve Hz. Ali (as) batına tam bir teveccühün yanı sıra zahiri amelleri de unutmuyorlardı. Onların söz ve ifadeleri de ilahi dergâhtaki huşularını göstermekteydi ve şathiyelerden, uzun ve geniş iddialardan uzak idi. İslam dünyasındaki birçok arif onları örnek edinerek halis bir manevi yolculuğu seçmiş ve kurtuluşa ermişlerdir.

Merhum Allame Tabatabai (ra) “İslam’da Şia” kitabının ikinci bölümünde şöyle yazmıştır:

“Arif, sevap ümidiyle veya azap korkusuyla değil, sevgi yoluyla Allah’a ibadet eden kimsedir. Buradan da anlaşıldığı gibi irfan, mezhepler karşısında başka bir mezhep sayılmamalıdır. İrfan, kulluk yollarından bir yoldur. Dinin zahiri ve akli düşünce yolu karşısında dinlerin hakikatlerini idrak etmek için bir yoldur.”

Tanrıya tapan dinlerin her birinin ve hatta putperestliğin bile bu yolla hareket eden takipçileri vardır. Putperestlik, Yahudilik, Hıristiyanlık, Zerdüştlük ve İslam’da arif ve arif olmayan kimseler vardır.”

Evet, irfan her bölgede yetişmektedir ve her zaman ve mekânın yaygın diniyle uyum sağlamaktadır. Endülüs sekiz asır boyunca bir İslam ülkesiydi ve İbn-i Arabî (ö. 1240) gibi arifler oradan çıkmıştır. O topraklar 1492 yılında tamamen Hıristiyanlaştı ve Cizvit ruhbanlığın kurucusu Loyolalı Ignatius (ö. 1556) gibi arifleri ortaya çıkardı. Gayet açıktır ki, o topraklar bir gün Hinduizm’e yönelse iki tanrıya inanan bir arif ortaya çıkaracaktır.

İslam irfanı Hz. Ali’den (as) gelmektedir ve bütün irfan halkaları ona dayanmaktadır.

İrfan ve tasavvuf sözcükleri İslam’ın temel kaynaklarında ve İslam ülkelerinde bir anlamda kullanılmaktadır. Şeyh-i Ekber Muhyiddin İbn-i Arabî, Mevlana Celalettin Rumi ve Seyit Haydar Amuli (ra) rahat bir şekilde “Arif” ve “Sofi” olarak adlandırılmaktadır. Ama İran’da genellikle “Sofi” kelimesi irfan iddiasında bulunan, bıyıklarını uzatan ve gruplaşmış teşkilatları olan kimselere denilmektedir ve bu kelime kınanma içermektedir.

Daha önce de belirtildiği gibi Yahudi irfanına “Kabala” denilmektedir. Elbette başlangıçta Hıristiyanlıkta da bir tür Yahudi irfanı bulunmaktaydı ve takipçileri onu “Tarikat” olarak adlandırıyorlardı (Elçilerin işleri, 9:2 ve 22:4) ve yavaş yavaş bağımsız bir dine dönüştü. Yahudi irfanı olduğunu iddia ettiğimiz Hıristiyanlığın kendisinin de derin irfanı ve büyük arifleri vardır. (O din, vaat edilenin zuhuruna inançla ortaya çıkmıştır ama yine de beklemektedir.)

Baştanbaşa irfani olan Hindistan ve Uzakdoğu dinlerinin irfan ve arifleri vardır.[18] Hıristiyan irfanı ruhbanlıkla, Hindistan ve Uzakdoğu irfanı nefis terbiyesi ve tefekkürle beraberdir. Bazı dinler teorik irfana ve bazıları da pratik irfana vurguda bulunmaktadırlar. Fakat her iki irfanın da tanınan bütün dinlerde var olduğunu söylemek mümkündür. Müslümanlar açısından Hz. İsa’nın (as) dağın tepesinde (Matta, 5-7) yaptığı nasihatte görülen irfan doğru irfandır ve Tevrat’a amel etmenin gerekliliği de o nasihatte vurgulanmıştır (Matta, 5:17). Ancak Pavlus’un mektuplarında ortaya çıkan ve Tevrat’ın şeriatını terk etmeyi tavsiye eden irfan (Pavlus’un Romalılara mektubu, 4:13-15), Müslümanlar açısından sapkın irfandır.[19] Her iki irfan Hıristiyanlıkta birleşmiştir ve bir Hıristiyan için onları birbirinden ayırmanın anlamı yoktur.

10-4. Vahiy

Vahiy kaynağını Allah’a nispet veren bütün dinler, Allah’ın insanla olan irtibatını anlatmaktadır.

İslam’daki vahiy terimi Hıristiyanlıktaki “revelation” ile biraz farklıdır. Vahiy (Arapçada “işaret” anlamındadır) İslami terimde ilahi hidayeti ifade etmektedir. Kuran-ı Kerim’de bu terim defalarca varlıkların tekvini hidayeti ve insanların teşrii hidayeti hususunda kullanılmıştır. Tıpkı bal arısına vahiy edilmesi (Nahl/68), meleklere vahiy (Enfal/12), peygamberlere vahiy (Nisa/163) ve Hz. Musa’nın annesine çocuğunu koruması üzere gelen vahiy (Kasas/7) gibi.

(Latince olan “revelare” kökünden ve “zuhur” ve “açığa çıkarmak” anlamında olan) “revelation” Hıristiyanlık teriminde tanrının insanları kurtarma amacıyla onlara zahir olması anlamındadır. Tanrının mazharı olan yaratılış âleminin yanı sıra denizin yarılmasıyla İsrailoğullarının kurtulması, Tevrat hükümleri ve Hz. İsa’nın yaşamı Hıristiyanlıktaki vahyin örneklerindendir.

Yahudilikteki vahiy, hemen hemen İslam’daki gibidir. Yahudilerin inancına göre, vahiy ve peygamberlik milattan yaklaşık dört asır önce kesilmiştir.

Dünya dinlerinin çoğunda vahiy inancı vardır. İlk dinlerde de vahyin olup olmadığı bizim vahyi tanımlamamıza bağlıdır.

10-5. Semavi Kitaplar

Vahyin sonraki dönemler için kalmış olan yazılı şekli dinlerin mukaddes kitaplarıdır. Bu kitaplar geçmişlerin vahiylerini geleceklere nakletmektedir. Dinlerin mensupları kendi dinleri gereğince o kitapları semavi ve kutsal olarak nitelerler. Tıpkı Vedalar, Tripitaka, Avesta, Eski Ahit, Yeni Ahit ve Kuran-ı Kerim gibi. Mukaddes kitapların edebiyatı çeşitlidir ve onların kutsallığı o dinin mensuplarının algılamasına bağlıdır.

Bazı mukaddes kitaplar asırlarca hafızalarda korunmuş ve sözlü olarak nakledildikten sonra uzun bir sürecin ardından yazıya dökülmüştür. Bazıları da başından beri kitap halindedir.

10-6. Kuran ve Kitab-ı Mukaddes

Din kitaplarının birçoğu başlangıçta kutsallığı nazara alınmadan yazılmıştır ve insanlar bir süre sonra o yazılanların kutsallığına inanmıştır. Ancak Kuran-ı Kerim kendisinin semavi olduğuna ve nazil olmuş vahiy olduğuna tamamen teveccüh etmekte ve sürekli buna değinmektedir.

Kuran-ı Kerim var olan semavi kitaplarla mukayese edildiğinde ondaki tevhit ve ahlak açısından var olan öğretici hususların Tevrat ve İncil’den çok daha fazla olduğu görülmektedir. Kuran-ı Kerim’deki Hz. Yusuf kıssasının yaratılış bölümündeki 37-46 kıssayla mukayesesi bu iddiayı en güzel şekilde ispatlamaktadır. Hz. İbrahim ve Hz. Musa kıssaları da böyledir. Kaldı ki diğer kitaplarda Hz. Lut’un sarhoşken kızlarıyla birlikte olması (Yaratılış, 19:30-38) ve Hz. Davud ile Uriya’nın eşinin kıssası (Samuel’in ikinci kitabı, 11) gibi utanç verici kıssalar vardır.

Gayet açıktır ki Yahudiler, Hıristiyanlar ve diğer din mensupları da Müslümanlar gibi kendi mukaddes kitaplarından ahlaki mesajlar almaktadırlar.

Kuran-ı Kerim İslam’ın temelidir. Oysa İnciller ve Yeni Ahit’in diğer kitapları Hıristiyanlığın kurulmasından yıllar sonra meydana gelmiştir ve Hıristiyanlık, onlar olmadan önce de vardı.

10-7. Allah Sözünün Kadim Olması

Yahudilikte Allah sözlerinin kadim olması inancı, İznik inanç bildirisinde geçtiği üzere Hıristiyanlıkta Mesih’in yaratılmamış olduğu inancına vardı. İslam’da da Kuran’ın yaratılmamış olduğu inancı şeklinde Ehl-i Sünnet nezdinde yaygınlaştı.

Yahudilerin inancına göre Tevrat, yaratılıştan önce de vardı ve siyah ateş ile beyaz ateşin üzerine yazılmıştı. Sonra Allah onu Hz. Musa’ya bildirdi ve o da onu gözyaşlarıyla yazdı[20] (yani duygular eşliğinde yazdı).

10-8. Mukaddes Kitapların Müellifi

Mesaj içerikli olmayan semavi kitapların müellifi hakkında konuşmak önemlidir. Kuran-ı Kerim’in tamamı ve günümüzdeki Tevrat’ın bir bölümü doğrudan Allah tarafından gelen mesaj içeriklidir. Ancak Luka İncil’inin mukaddimesi şunu gösteriyor ki, onun müellifi Hz. İsa’nın yaşamı ve sözleri hakkında bilgi edinmek için çeşitli kimselere başvurmuş ve kendi İncil’inin telifi için bir takım hususları bir araya toplamıştır. Aynı şekilde şuna da işaret etmektedir, insanların çoğu onun yaptığını yapmıştır. Hakikatte Hıristiyanların Yeni Ahit kitaplarını bir birine benzer bir yığın yazının içerisinden seçmeleri ve sonra da onların kutsal olduğuna inanmaları uzun bir süre sürmüştür.

İnsan Kuran-ı Kerime baktığı zaman bu kitabın sadece Allah’ın mesajlarını içerdiğini kolayca görmektedir ve ondan başka bir unsura rastlamamaktadır.

Kuran’ın mesajları tam bir dikkatle yazılmış ve nakledilmiştir. Hatta “Deki, O Allah tektir” mesajında “Deki” kelimesi de mesajla birlikte kalmış ve sonraki nesillere aktarılmıştır. Müslümanlar da bu kelimeyi tekrar etmektedirler.

Günümüzdeki Tevrat tarihin ve İsrailoğullarının geçmişinin bildirdiğine göre Hz. Musa’nın yaşamını ve Allah’ın ona vermiş olduğu mesajları içermektedir.

Yeni Ahit’in dört İncil’i Hz. İsa’nın yaşamını ve sözlerini içermektedir. Ancak onun direk olarak Allah’tan almış olduğu hiçbir mesaj onlarda mevcut değildir. Hıristiyanlık Hz. İsa’yı tanrı olarak görmektedir ve onun elçileri olduğuna inanmaktadır. Bu elçilerden bazıları İncilleri ve Yeni Ahit’in bazı bölümlerini telif etmiştir. Bu açıdan o kitapların tamamı tanrının mesajı olarak algılanır.

Yeni ve Eski Ahit’te bir takım münacat, hikmet, şiir, nübüvvet ve vahiy risaleleri bulunmaktadır ve Zebur yani Hz. Davud’un münacatları onlardan biridir.

Yeni Ahit’te elçilerin 21 mektubu vardır ve yeni bir edebiyat çeşididir ve onların bir benzeri Eski Ahit’te görülmemektedir.

Kuran-ı Kerim’in içeriği ve yazılımı, yukarıdaki kitaplarla mukayese edildiğinde şu açık bir şekilde görülmektedir; Kuran’ın temel hedefi dini bir toplumu oluşturmaktır. Oysa diğer kitapların asıl hedefi tarihin açıklanması ve var olan iki dini toplumun takviye edilmesidir. Hıristiyanların inancına göre “Kelimetullah” yani Hz. İsa onların dini toplumunu oluşturmuş ve semavi kitap olan Yeni Ahit bu işi bildirmiştir. O kitabın çeşitli bölümlerini de onun ardından takipçileri yavaş yavaş yetmiş yıl zarfında yazmıştır. Onların kendisi de yazdıklarının Eski Ahit’in dengi bir kutsal kitap olarak algılanmasını beklemiyordu.

Biz Müslümanlar Hıristiyanlığı incelerken şuna dikkat etmeliyiz, söylenenler Hıristiyan teoloji sisteminde tamamen anlam vermektedir ve biz onu İslam teoloji sistemiyle uyarlayarak sapmamalıyız. Bizim dini inancımızın bunun dışında olması gerektiği gayet açıktır ve bu da şimdi inceleyeceğimiz şeydir.

10-9. Semavi Kitapların İtibarı

İbrahimi dinlerdeki semavi kitapların itibarı dini açıdan bir değildir. Yahudiler İncil ve Kuran’ın ve Hıristiyanlar da yalnızca Kuran’ın semavi olmadığını kabul ederler. Diğer taraftan Müslümanların da var olan Tevrat ve İncil’i Kuran’ın tasdik ettiği Tevrat ve İncil gibi kabul etmeleri mümkün değil. Kuran-ı Kerim, Hz. Musa ve Hz. İsa’ya nazil olan Tevrat ve İncil’i tasdik etmektedir (Âl-i İmran/3-4 ve diğer ayetler). Oysaki kitap ehli kesin bir inanç üzere Tevrat’ı Hz. Musa’nın yazdığına inanıyorlar ve Hıristiyanlar esasen Hz. İsa’nın bir kitabı olmadığına ve İncil’in onun almış olduğu vahiyler bütünü olduğuna değil, onun yaşantısı ve sözleri olduğuna inanıyorlar. İncillerin kendisi de Allah’ın Hz. İsa’ya vahiylerini içerdiklerini iddia etmiyorlar. Onların yazılış yöntemleri de böyle bir şeyi göstermiyor. Elbette Yahudiler ve Hıristiyanlar Tevrat’ı, İncil’i ve diğer kitapları vahiy içerikli olduklarından dolayı onları mukaddes biliyorlar.

İbrahimi dinlerin vahiy içerikli, mukaddes ve semavi kitaplar için ortak bir tanımları olmadığından dolayı Yahudiler, Hıristiyanlar ve Müslümanlar kendi dinleri doğrultusunda mukaddes kitaplarına inanıyorlar.

Din harici bakış açısından Kuran-ı Kerim İslami medeniyet çerçevesinde bize ulaştığından dolayı açık bir tarihi vardır. Her araştırmacı bu kitabın Müslümanlar arasında tamamen yaygın olduğuna yakin eder. Ancak günümüzdeki Tevrat ve İncil tarihin karanlıklarından geldiği için açık bir tarihleri yoktur ve araştırmacılardan hiç kimse Hz. Musa ve Hz. İsa zamanına kadar onların tevatürünü iddia edemez. Yahudi ve Hıristiyanlar o kitapların semavi olduğunu ispatlamak için farklı bir yola başvururlar.

Aynı şekilde Kuran-ı Kerim’de geçtiği üzere Tevrat ve İncil’de yüce İslam peygamberinden bahsedilmiştir (Araf/157). Ancak asrımızdaki kitap ehli İslam’dan öncesine ait ve dünyanın önemli müze ve kütüphanelerinde korunan şu anki Tevrat ve İncil’in nüshalarına değinerek kendi kitaplarından Peygamber Efendimize (saa) en ufak bir değinmenin varlığını inkâr ederler ve Müslümanların bu husustaki tevillerini kabul etmezler. Nitekim kitap ehli beklendiği üzere, o müjdelerden veya herhangi bir delilden dolayı kendi dinlerini terk ederek İslam dinine müşerref olan mürtetlerin sözlerini de kabul etmezler. Bu farklılıklardan şu sonucu elde ediyoruz, Kuran-ı Kerim şu anda Hz. İbrahim’in bize ulaşmayan sahifelerinden[21] söz ettiği gibi Tevrat ve İncil’den bahsetmektedir.

Elbette Kuran-ı Kerim’in birçok yüce ilimleri gibi başka Tevrat ve İncil’in var olduğu iddiası da sadece Müslümanlar için kabul edilebilir bir durumdur ve her kim bu tür kitapların varlığını kabul ederse Müslüman olur.

10-10. Kitab-ı Mukaddes Tahrif Olmuş mudur?

İslam teolojisiyle Hıristiyan teolojisi arasındaki tartışma konularından biri de tahrif meselesidir. Kuran-ı Kerim’in birçok ayetinde Tevrat ve İncil’in (İncillerin değil) nazil olduğu açıkça bildirilmektedir:

 نَزَّلَ عَلَيْكَ الْكِتَابَ بِالْحَقِّ مُصَدِّقًا لِمَا بَيْنَ يَدَيْهِ وَأَنْزَلَ التَّوْرَاةَ وَالْإِنْجِيلَ مِنْ قَبْلُ هُدًى لِلنَّاسِ وَاَنْزَلَ الْفُرْقَانَ 

“Sana hak üzere kendinden öncekileri doğrulayıcı olarak Kitab’ı indirdi. Tevrat ile İncil’i de indirdi.”“(Onları) daha önce insanlara bir hidayet olarak indirmişti ve (Allah, doğruyu yanlıştan ayırıcı Kitab’ı) Furkan’ı indirdi.” (Âl-i İmran/3-4).

Müslümanlar eskilerden beridir şuna inanmaktadır, Allah’ın nazil ettiği Tevrat ve İncil tahrif olmuştur. Peygamber Efendimizin (saa) zuhurunun müjdesi gibi konular atılmış ve Allah’ın cisim olması gibi hurafeler katılmıştır. Aynı şekilde Müslümanlar o kitapların tahrif olması konusunun Kuran’da ve hadislerde olduğunu tasavvur etmektedirler.

Gayet açıktır ki, Yahudiler ve Hıristiyanlar kitaplarının tahrif olduğu suçlamasını kabul etmezler ve bu iddia karşısında oldukça öfkelenirler. Onlar müzelerde ve dünyanın önemli kütüphanelerinde korunan Eski Ahit’in yaklaşık 2000 yıllık ve Yeni Ahit’in yaklaşık 1600 yıllık el yazması nüshalarına değinerek şöyle sorarlar: “Tevrat ve İncil’in tahrifi ne zaman, nerede ve hangi hedef üzere gerçekleşti?” İslam âlimleri ve araştırmacılar bir takım cevaplar vermektedir ama verilen cevaplar Tevrat ve İncil’in nazil olduğu inancı üzerine kuruludur. Bu inanç Hıristiyanlar açısından tanıdık değildir ve onlar Hz. İsa’nın bir kitabı olduğunu kabul etmek istemezler.

Tevrat ve İncillere bakıldığında o kitapların Kuran-ı Kerim gibi olmadığı ve daha çok tarih kitaplarına benzediği kolayca anlaşılmaktadır. Dört İncil’in hepsinde vahiye nispet verilen bir tek satır yoktur. İncillerdeki nakledilmiş hikmetli sözler de Hz. İsa’nın kendi şahsına nispet verilmiştir ve onun sözleridir. O kitaplar öyle bir şekilde yazılmıştır ki, eğer “İncil” başlığı kitaptan kaldırılsa ve okuması için bir Müslüman’a verilse kesinlikle onun İncil olduğunu anlamaz.

Hıristiyanların kendisi o kitapların insanlar tarafından yazıldığını kabul etmektedir. Ancak inançlarının ölçüleri gereği onları kutsal görmekte ve Müslümanlara şöyle söylemektedirler; “Semavi bir kitap bundan daha fazla olamaz.” O halde her şeyden önce dikkat etmemiz gereken şey “Papadan daha Katolik olmamamızdır!” Hakikat şudur, Hıristiyanlar dört İncil’i elimize verip onları kabul etmemizi istediklerinde bu kitaplar Allah’ın Hz. İsa’ya mesajlarıdır, demiyorlar. Bilakis gördüğümüz gibi Hıristiyanlar şuna inanıyorlar; Bu kitaplar, Hz. İsa’dan sonra ve onun risaletinin beyanı amacıyla yazılmıştır. İslam’da peygamber, kitabın açıklayıcısıdır ama Hıristiyanlıkta kitap, peygamberin açıklayıcısıdır.[22]

O halde kolay ve akıllıca olan çözüm yolu şu olsa gerek, biz Müslümanlar da tıpkı Hıristiyanlar gibi bu kitapları insanların kaleminden dökülmüş bilelim. Ancak onların aksine kitapların içeriğini Allah tarafından bilmemeliyiz ve Kuran-ı Kerim’de geçen İncil ile Hıristiyanlıkta var olan İnciller arasında bir bağ kurmamalıyız.

10-11. Kuran-ı Kerim ve Tahrif Konusu

Günümüzdeki Tevrat ve İncil’in Kuran nurundan faydalanan bir Müslüman açısından uydurma kitaplar olduğu ve semavi olmadığını görmüş olduk. Tevrat’ın ve Eski Ahit’in bazı kitaplarının mesajları da kitabın yapısını bozmuyor ve tıpkı Peygamber Efendimizin (saa) hayatını anlatan bir kitapta Kuran ayetlerinin de nakledilmiş olması durumu gibidir. Bu ayetlerin sayısı ne kadar fazla olursa olsun o kitaba Kuran-ı Kerim denilemez.

Bunun karşısında her hangi bir kimsenin Tevrat ve İncil’in tahrifi konusunun Kuran’da geçtiğini zannetmesi mümkündür. Kuran-ı Kerim’in hiçbir ayetinde Tevrat ve İncil’in tahrifinden bahsedilmemiştir. Tevrat ve İncil’in tahrif olduğunu ispatlamak için okunan ayetler şunlardır:

1- “Bunların, size inanacaklarını mı umuyor, buna mı tamah ediyorsunuz? Oysa onlardan bir grup var ki, Allah sözünü duyarlar ve o sözleri anladıktan sonra, bile bile değiştirirler.” (Bakara/75)

2- “Şüphesiz, onlardan bir topluluk da, kitaptan olmayan bir şeyi kitaptan sanmanız için, kitap üzerinde dillerini eğip bükerler ve: “Bu Allah katındandır” derler. Oysa o, Allah katından değildir. Onlar, bile bile Allah hakkında yalan söylemektedirler.” (Âl-i İmran/78)

3- “Yahudilerden bazıları sözleri değiştiriyor; dillerini eğip bükerek ve dine saldırarak; “İşittik ve karşı geldik. İşit, işitemez olası” diyorlar ve (alay ederek) “Raina” diyorlar. Eğer onlar: “İşittik ve itaat ettik, işit ve (hakikatleri anlamamız için) bize mühlet ver” deselerdi, kendileri için muhakkak daha hayırlı ve daha doğru olurdu. Ancak kâfirliklerinden dolayı Allah onlara lanet etmiştir, artık az bir kısmı dışındakiler iman etmezler.” (Nisa/46)

4- “Kesin sözlerini bozmaları sebebiyle onları lanetledik ve kalplerini katılaştırdık. (Onlar,) sözleri yerlerinden alıp değiştiriyorlardı. Kendilerine hatırlatılanların bir kısmını unuttular. Çok azı dışında, her zaman onların (yeni) ihanetlerinden haberdar olursun. (Sen) onları affet ve geç. Şüphesiz Allah, iyilik edenleri sever.” (Maide/13 vb. 41)

Yukarıdaki ayetlere genel olarak bakmadan önce şu hususu hatırlatmalıyız, bu ayetlerde tahrif meselesi Yahudilere nispet verilmiştir ve yalnızca Tevrat ile ilgilidir. Elbette Hıristiyanlara sizin İncil’inizi Yahudiler tahrif etti dememiz oldukça zordur!

Kuran-ı Kerim’de Yahudilerin ve Hıristiyanların kitaplarının tahrifi hakkında bir şey söylenmemiştir. Çünkü:

1- Yukarıdaki ayetlerin hiçbiri Tevrat ve İncil’in tahrif olduğunu söylemiyor. Bilakis gördüğümüz üzere bir yerde “Allah’ın sözleri” ifadesi vardır ve müfessirlerin geneline göre Hz. Musa’nın dönemindeki Yahudilerin geçmişteki işlerine değinmektedir ve Resulullah’ın (saa) bi’setinden sonra Tevrat ve İncil’in tahrif edilmesiyle irtibatı yoktur. Belki de bahsedilen ayet İslam’ın başlangıcındaki Yahudilerin Allah’ın sözleri yani Kuran-ı Kerim hususundaki uygunsuz davranışlarını hatırlatmaktadır ki Kuran-ı Kerim’in ayetlerinden bazılarını işitiyor ama Kuran’ın itibarını zedelemek için onu tahrif edilmiş olarak başkalarına naklediyorlardı.[23] Üç yerde de “söz” ifadesi geçmiştir ve çok yakında Nisa suresinin 46. ayetinden ilham alarak onlar hakkında açıklama yapacağız.

2- Bahsedilen ayetlerde tahrif, söz ve işitme şeklindedir:

“Allah sözünü duyarlar ve o sözleri anladıktan sonra, bile bile değiştirirler.” “…kitap üzerinde dillerini eğip bükerler.” “…dillerini eğip bükerek ve dine saldırarak…”

Denildiği gibi Kuran-ı Kerim üç ayette sözün tahrifinden bahsetmiştir. Tahrif edilen sözcüklerin örnekleri doğru şekilleriyle birlikte Nisa suresinin 46. ayetinde geçmiştir:

1- “İşittik ve itaat ettik” yerine “İşittik ve isyan ettik.” Bazı Yahudiler “itaat ettik” anlamına gelen ve İbranice olan “isino” kelimesini kötüye kullanarak dalga geçmek maksadıyla “isyan ettik” anlamında “aseyna” diyorlardı.

2- “İşit” yerine “İşit, işitemez olası.”

3- “Bize mühlet ver” yerine “Raina” İbranicede “Ra” kelimesi kötü anlamındadır. “Raina” ise bizim kötümüz anlamındadır. (Bak. Bakara/104)

Kelimelerle oynamak ve onları belli bir hedef için bozmak Yahudilerin adetlerindendir. Bunun bir örneği Talmud kitabında mevcuttur. Siyer kitaplarının naklettiğine göre bazı Yahudiler Peygamber Efendimize selam verirken “ölüm sana olsun” anlamına gelen “Es-Samu Aleyke” diyorlardı ve o yüce Peygamber de sadece “Sana” anlamına gelen “Aleyke” diye cevap veriyordu.

Görüldüğü gibi Kuran-ı Kerim’de açıkça Tevrat ve İncil’in tahrif olduğu söylenmemiştir. Bilakis sözlerin tahrifinden bahsedilmiştir. Bu tahrif diyalog esnasında birkaç kelimede gerçekleşmiştir ve Tevrat ve İncil ile bir ilgisi yoktur. Bahsedilen tahrif söz ve işitmeyi aşmamış ve kaleme dökülmemiştir. Tahrif ayetleri de günümüzdeki Tevrat ve İncil’i nazara almamaktadır ve onlar hakkında bu ayetlere bakmadan hüküm vermek gerekir.

Bir Müslüman’ın kitap ehlinin sunduğu Tevrat ve İncilleri tahrif olmuş semavi kitaplar olarak görmesi ihtiyatsızlığın son haddi olur. Müslümanlar için onların sözlerinin ne değeri var. Hakiki Tevrat, İncil, İbrahim sahifeleri ve diğer semavi kitaplar kaybolmuştur ve onların yeri muteber olmayan beşeri kitaplarla dolmuştur, desek yerinde olmaz mı? Gerçek Tevrat’ın bazı cümlelerinin günümüzdeki Tevrat’ın içinde olması da çözüm değildir. Çünkü siyer kitaplarında da Kuran ayetleri geçer ama hiçbir zaman onlara Kuran denilmez.

Yüce Allah bu konuda şöyle buyurmuştur:

 فَوَيْلٌ لِلَّذينَ يَكْتُبُونَ الْكِتَابَ بِاَيْديهِمْ ثُمَّ يَقُولُونَ هذَا مِنْ عِنْدِ اللّهِ لِيَشْتَرُوا بِه ثَمَنًا قَليلًا فَوَيْلٌ لَهُمْ مِمَّا كَتَبَتْ اَيْديهِمْ وَوَيْلٌ لَهُمْ مِمَّا يَكْسِبُونَ 

“Vay olsun kendi elleriyle kitap yazıp sonra da az bir para almak için: “Bu, Allah tarafından geldi” diyenlere! Elleriyle yazdıkları şeylerden ötürü vay olsun onlara! Kazandıklarından ötürü vay olsun onlara!” (Bakara/79)

Peygamber Efendimizden (saa) şöyle rivayet edilmiştir:

“Şüphesiz İsrailoğulları, bir kitap yazıp ona uydular ve Tevrat’ı terk ettiler.”[24]

10-12. Semavi Kitapları Anlama

Mukaddes metinlerin içeriği incelendiği zaman dört yöntemden faydalanılabilir. Bu yöntemlerin dereceleri basitten karmaşığa, sübjektiften objektife ve yaygından nadire doğru aşağıdaki şekildedir:

1- Tercüme: Genellikle edebi ve sıkı olan mukaddes metinlerin içeriğinin asıl dilden başka bir dile nakledilme çabasıdır.

2- Tefsir: Mukaddes metnin çeşitli yönlerini açıklamak, anlaşılmayan yönlerin giderilmesi, ondaki çelişkili yerleri metnin diğer bölümlerinden, akli, dini ve ilmi kaynaklardan yardım alarak gidermektir.

3- Tevil: Bir takım marifet ve bilgi ilgili sorunların çözümü veya yüce anlamların elde edilmesi amacıyla kelimelerin zahiri anlamına teveccüh etmeksizin mukaddes metni latif bir hale getirmek, derinleştirmek ve genişletmektir.

4- Mukaddes metinlerden farklı alanlarda faydalanmak: Bu bölümde metinlerin zahiri veya batini anlamıyla hiç kimsenin işi yoktur. Kelimelerin ve mukaddes metinin harflerinin yerleri ve sayıları hakkında düşünmek ve yine değişik hesaplar yapmak yoluyla kişisel kavramlar elde ederler. Bu yöntemin İslam ilimlerinde özel bir terimi yoktur ve tevil çeşitlerinden sayılmaktadır. Ancak kitap ehli buna “Anagogy” adını vermektedir.

Bu yöntemleri birbirinden ayırmak kolay bir iş değildir. Zira bir taraftan basit yöntemler karmaşık yöntemlerden bağımsız değillerdir. Mesela, tercüme zaman zaman tefsire ve kimi zaman da tevile ihtiyaç duyar. Tefsir de bazen teville sonuçlanmaktadır. Diğer taraftan karmaşık olan yöntemler daha basit olan yöntemleri reddetmez. Bilakis onları tamamlayıp derinleştirmektedir.

Mukaddes kitapların meydana geldiği mekân ve zamanlarda bu yöntemlerden hiçbirinin olmadığı açıktır. Zira vahyin sözü onun ilk muhataplarının idrakleriyle tamamen mutabık idi ve hiç kimsenin hiçbir şeyi hatta Kuran’ı Kerim’in mukataa harflerini bile anlamada bir sorunu yoktur. Sorun zaman ve mekânları ve sonuçta idrakleri farklı olan sonraki nesillerde meydana geldi. Onlar sorundan kurtulmak için tercüme, tefsir ve tevile başvurdular. Nitekim çok yakında değineceğimiz üzere müteşabih ayetler sorunu da onların vaatlerinde idi, onları anlamada değil.

Tevili tefsirden ayırt etmek kolay bir iş değildir. İnsan kendi zihninin varsayımları esasınca bazı tevilleri tefsir ve bazı tefsirleri de tevil zannedebilir.

Örneğin, kolayca denilebilir ki “Leyl”, “Fecr”, “Zuha+Şerh”[25] ve “Asr” surelerinin başlarındaki yeminler özellikle de onların nüzul tertibini aynı gece ve gündüzün kısımlarının ulaşması gibi bilen rivayetlere teveccüh ettiğimizde gece ve gündüzün kısımlarıyla ilgilidir. Kuran-ı Kerim baskılarında bu tertip bahsedilen surelerin kimliğinde kaydedilmiştir. Bu açıdan “Andolsun Asr’a!” ahirete yemindir. Asrın önerilen (zaman, Peygamber Efendimizin (saa) dönemi, zuhur dönemi, ikindi namazı, gece ve gündüz, baskı, yaratılış âleminin özeti vb. gibi) diğer anlamları tevildir. Bunlar İlahi kelamın müfessirlerinin çoğunun yöneldiği çok güzel ve gönlü okşayan teviller ve tefsir olarak algılanmıştır.[26]

Diğer taraftan bazen tefsiri tevil olarak da adlandırmışlardır. Mukaddes metinlerde belagat gereği, herkes için anlaşılması kolay olan nur ve karanlık, yaşam ve ölüm, uyku ve uyanıklık, sarhoşluk ve kendinde olmak, görmek ve körlük, duymak ve sağırlık vb. gibi birçok mecazlar bulunmaktadır. Yani hiç kimsenin “Sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler ve artık onlar (doğru yola) dönmezler.”[27] ayetinin anlamında kafası karışmaz, onun tevilini boş saymaz ve aslında böyle bir tevil tefsirdir.

10-13. Semavi Kitapların Tevili

“Tevil” lügatte “dönüştürmek” anlamına gelen “Evl” kelimesinden gelmektedir. “Tevil” Kuran-ı Kerim’de 17 defa tekrarlanmıştır. Ondan maksat ise ön hazırlıkları önceden yapılmış olan işlerin gerçekleşmesidir. Tıpkı sevap ve ceza konusunda, Kuran vaatlerinin gelip çatması,[28] rüyaların tabiri,[29] Hz. Hızır’ın girişimde bulunduğu konular[30] ve dünyevi amellerin sonucunun ahirette zahir olması[31] gibi.

“Tevil” müfessirler teriminde, mukaddes metnin sözcüklerinin zahiri anlamından geçerek ilk bakışta anlaşılmayan yeni bir anlam sunmaktır.[32]

“Tevil” terimini din âlimleri Âl-i İmran suresinin yedinci ayetinden esinlenerek ortaya çıkarmışlardır. Ancak gayet açıktır ki, bu ayette ve Kuran’ın diğer ayetlerinde geçen tevil sözcüğünün nüzul dönemindeki anlamıyla şimdiki anlamı arasında bir ilgi yoktur.

“Tevil” bazı İslami metinlerde “tenzil” karşısında yer almaktadır. Bu metinlerde “tenzil” Kuran ayetlerinin dakik örnekleri ve “tevil” de o örneklerin genişletilmesidir.[33]

Aynı şekilde bir söz, söyleyenden alınıp başka bir yeni alanda yeni bir anlam bulması için kullanılabilir. Bu yönteme, “iktibas” denilir ve teville bir alakası yoktur.

Tevil esnasında kelimelerin zahirine bakılmaz. Yani tevil ehlinin sunacağı anlam, metnin zahiri tarafından desteklenmemektedir ve sadece zaruret gereği sunulmuştur. “Zaruretler yasakları mubah kılar.”

Tevilin gerekliliği şundan dolayıdır, dini metinlerin dili din anlayışının kolay olduğu bir döneme aittir. Zaman etkeni yani bilim ve beşeri tecrübelerin artması ve mekân etkeni yani dinin dünyanın çeşitli bölgelerinde yayılmış olması semavi kitapların muhkemlerini yavaş yavaş müteşabihe çevirmektedir. İşte burada dinin kolay anlaşılırlığı sona ermekte ve derin, zarif ve dakik düşünceler meydana gelmektedir. Bu düşünceler ne pahasına olursa olsun temel kaynaklara dayanmalıdır. Böylece hem o düşünceler değer kazanır hem de mukaddes metinlerin içeriği şimdiki muhatapların akıllarıyla uyum sağlar.

Yahudi, Hıristiyan ve İslam kültürü mirası açıkça şunu göstermektedir ki, o toplumların her bireyindeki seçkin kimseler, ümmet içerisinde çok mukaddes bilinen ve sayısız taraftar toplayan metinlerin de kimi zaman beklentilerinin aksine konuştuğunu görmekteydiler.

O seçkinlerden bazıları sabırsızlık göstererek mukaddes metinlere yüz çevirmiş ve Yüce Allah’ın öfkesiyle milyonlarca inanan kesimin nefretini kazanmışlardır. Bu kimselerin davranışı Yahudilerin, Hıristiyanların ve Müslümanların önceki nesillerinin felsefeye düşman olmalarına neden olmuştur.

O seçkinlerin büyük bir kısmı da sabır göstermiş ve insanların akıl seviyelerini yükseltmeye çalışmışlardır. Onlar zihinleri mukaddes metinlerin batınına yönlendirerek tevilin gerekliliğini hatırlattılar ve mukaddes metinlerden beklediklerini tevil yoluyla elde ettiler. Sonunda bu seçkin kimseler felsefeyi irfana çevirdiler. Bu mücadeleler İbrahim dinlerinin sonraki nesillerini felsefeyle barıştırdı.

Buraya kadar şunu anladık; tevil, metnin zahirinden destek alınmaması sonucunda sübjektif durumdadır ve metnin zahirinden destek alan tefsir ise objektif durumdadır.

Tevilin metinden direkt olarak destek alamaması sonucunda tevilciler, ıslahatçı tevillerini tefsirin yanında gösterdiler. Ancak biraz tefekkür ile şu ortaya çıkmaktadır, tevil ehlinin geneli zahiri tefsirleri etkili görmemiş ve kendi tevillerini insanların akıl seviyelerinin yükselmesinin ardından mukaddes metnin kesin ve doğru tefsiri olması ümidiyle sunmuşlardır.

Aslına bakılacak olunursa böyle de oldu ve zamanla insanların akıl seviyesi ve kapasiteleri arttı. Yahudilik ve İslam dini takipçileri şunu anladılar; Allah’ın, meleklerin, kıyametin, cennetin, cehennemin ve diğer şeylerin somut tasvirleri dini metinlerde soyut olarak tevil edilmelidir. Allah’ın soyut olduğu inancı bu yoldaki ilk adımdı. Bu dinlerin bazı âlimleri onunla yetinmiş ve öteye geçmemişlerdir.[34]

Bazıları da Allah’ın ve hiçbir varlığın soyut olduğunu kabul etmediler. İslam dünyasında bu kimseler hadis ehli, mücesseme ve müşebbehe olarak adlandırıldılar. Günümüzdeki selefiler bu düşüncenin geriye kalanlarıdırlar.

Bilim de gelişti ve bu gelişim sonucunda insanların semavi kitaplardan beklentileri arttı. Birçok kimse matematik, fizik ve kimya gibi günümüzün ileri seviyedeki diğer bilimlerinin mukaddes kitaplarında var olduğuna inandılar. Yeni sorular gündeme geldi ve her dinin seçkinleri tevil yoluyla ikna edici cevaplar hazırladılar.

Toplumsal düşüncelerin gelişimi de dinlerdeki düşünürleri semavi kitapları tevil yoluyla o düşüncelerle uyumlu bir hale getirmek üzere harekete geçirdi.

10-14. Tevile Muhalefet

Tevil, birçok fayda içermesine rağmen, yaygın ve gerekli olduğu halde metnin kendisi tarafından direkt desteklenmediğinden sürekli haşiyede ve ikinci planda kalmıştır. Bireysel yoruma müptela olma veya ona itham edilme korkusu, tevil ehlini bir an bile rahat bırakmamıştır. Dolayısıyla tevil ehlinden bazıları belli bir süre sonra yapmış olduğu tevilleri azaltmışlardır ve bunlardan bazıları ömürlerinin sonunda yapmış oldukları tevillerden beri olduklarını bildirmişlerdir. Kimi zaman vasiyetnamelerinde bu meseleye değinerek kendi dinlerini semavi kitaba sunmuşlardır.

Gerçekte geçmiş tarih göz önünde bulundurulacak olursak çok az bir kesim İsmaililerin yaptığı gibi özgür bir şekilde tevili savunarak, inançlarının temelini aşikâr bir şekilde tevil üzere kurmuşlardır. Yalnızca yeni asırda Hermonotik bilimi metinlerin cömertçe tevilini gündeme getirmiştir.

Tevilin her zaman muhalifleri olmuştur. Bu muhalifler kendi tevillerinin derecelerini göz önünde bulundurmaksızın tevili yanlış ve ahlak dışı bir süreç bilmişlerdir. İnsan bu süreç zarfında kendi sözünü daha çok itibara sahip olması hasebiyle başkasının ağzıyla beyan etmektedir. Bunun karşısında tevili savunanlar şöyle cevap vermişlerdir: Dini metinlerin ebediliği, düşüncelerin tekâmülüne paralel olarak onların içeriğinin de tekâmül etmesini gerekli kılmaktadır ve tevil bu sürecin ortaya çıkardığı bir şeydir.

Yahudi olan büyük filozof ve mütekellim İbn-i Meymun konuyla ilgili şöyle der:

“Tevil hususunda insanlar iki gruba ayrılmaktadır: Bazıları tevilin mukaddes metnin açıklanması için var olduğunu zannetmişlerdir. Bazıları da tevili küçümseyerek alaya almışlardır. Zira metnin öyle bir anlamda olmadığı gayet açıktır. Birinci grup tevilleri doğrulamak ve bunu savunma yolunda elinden geleni yapmış ve metnin anlamının bu şekilde olduğunu zannetmişlerdir. Onların nezdinde tevil, sünnet hükmünü taşımaktadır. Ancak bu iki grubun hiçbiri bütün bunların anlama kapasitesi olan hiç kimseye gizli kalmayacak olan şiir letafetlerinden olduğunu anlamamıştır. Bu yöntem geçmişte yaygınlaşmıştır ve herkes bu yöntemden faydalanmıştır. Şairler de şiir letafet ve inceliklerinden faydalanmaktadır.”[35]

İbn-i Meymun, Tevrat’ın akılla çelişen ayetlerini tevil ettiği zaman bu bilimsel çalışmasıyla Yahudilik için değerli ve kalıcı eserler ortaya koyduğunda Yahudi liderlerden oluşan bir grup, Yahuda b. el-Fehhar’ın (ö. 1235) öncülüğünde şiddetle bu işe karşı çıktılar. İbn-i Meymun’un tevil mektebi karşısında büyük bir tufan yaratan Endülüslü bu ruhani, semavi kitabın ayetleri içerisinden sadece kitabın kendisiyle çelişen ayetlerin tevil edilebileceğini savunuyordu.

Tevilci bir din olan Hıristiyanlıkta da bir takım kimseler aşırı tevilciliğin karşısında durmuşlardır. Jerome’nin (ö. 420), “Vulgate” diye meşhur olmuş Kitab-ı Mukaddes’in Latince tercümesini kendi döneminde aşırı tevillere karşı ortaya koyduğu söylenmiştir. Orta çağlarda da bir grup Hıristiyan ruhani Thomas Aquinas’ın (ö. 1274) tevillerine şiddetle karşı çıkmışlardır.

Gazali, son telifi olan “İlcam’ul Evam en İlm’il Kelam” kitabında tevilin tehlikelerine dikkat çekmiştir. İbn-i Rüşt, “Fasl’ul Mekal” kitabında bu konuyu geniş ve faydalı bir şekilde ele almıştır. Kimlerin kitap ve sünnetin hangi konularında tevil yapmasını farz olduğunu ve kimlerin kitap ve sünnetin hangi konularında tevilinin haram olduğunu ve tevilin veya tevil yapmamanın hangi durumlarda küfürle sonuçlandığı konusunu ele almıştır. İslam dünyasının büyük düşünürü ve arifi olan Mevlana Celalettin Rumi şöyle der:

El değmemiş sözü tevil ettin,


Kendini tevil et, zikri değil,
Kafadan Kuran’ı tevil ediyorsun,
Yüceliğin anlamını alçalttın.[36]

Merhum Sadr’ul Müteallihin de (ra) çeşitli eserlerinde Kuran-ı Kerim’in müteşabihlerini mutezile ve diğerlerinin tevillerinden uzak durarak tefsir etmiştir. Gerçi onun mutlak olarak tevilden kaçınma hususundaki başarı ölçüsü tartışılır. O cismani dirilişi savunurken İbn-i Sina’nın Ezheviyye risalesindeki tevilleri eleştirerek şöyle demiştir:

“Müslüman filozoflardan biri tevil kapısını kalbine açmış ve cismani diriliş hakkındaki açık ayetleri tevil etmiştir. O, cismani diriliş konusunu ruhaniliğe çevirmiş ve demiştir ki, bu sözlerin muhatabı insanların geneli, bedeviler ve kültürsüz İbranilerdi. Onlar ruhanilikle ilgili konuları bilmiyorlardı. Arapça dilinde mecaz üslubu oldukça fazladır…”[37]

Merhum Allame Meclisi de (ra) tevilin kınanması hususunda bir Hindu’nun sözünü nakledip desteklemektedir. O Hindu’nun söylediğine göre dini metinlerin tevil edilmesi her halükarda yanlıştır. Zira tevil sonucu ortaya çıkan anlam söyleyenin maksadı değilse, ona yalan isnat etmiş oluruz. Eğer maksadı bu anlam ise, kesinlikle anlamı gizlemede bir hedefi vardır ve biz onun hedefini ihlal etmiş oluruz.[38]

Aynı şekilde merhum Allame Tabatabai de el-Mizan’ın mukaddimesinde ayetlerin tevil edilmesini kınayarak kendi tefsir yönteminin tevile yer vermediğini söylemiştir. İmam Humeyni de (ra) İslam’ı tek yönlü zannetmekten ve dünyevi ayetleri uhrevi olarak ve bunun tersi şeklinde tevil edilmesinden yakınmıştır:

“Uzun bir süre ariflerin sıkıntısını yaşadık. İslam, ariflerden yana sıkıntıdaydı. Onların hizmetleri güzeldi ama sıkıntı da veriyorlardı. O da şuydu, her şeyi o tarafa çeviriyorlardı. Ellerine geçen her şeyi ve her ayeti… Bir dönem de bütün maneviyatı bu tarafa çeviren ve maneviyatla ilgisi olmayan başka bir grubun sıkıntısını çektik…”[39]

Tevile karşı muhalefet etmek, (Yahudilikteki) İbn-i Meymun, (Hıristiyanlıktaki) Thomas Aquinas, (İslam’daki) Gazali, İbn-i Rüşt, İbn-i Arabî ve Molla Sadra gibi büyük şahsiyetlerin tevile yönelmelerinden dolayı tekfire varacak kadar nefrete uğramalarına neden olmuştur.

Diğer taraftan bu seçkin kimselerin tevilleri hareketlilik, kalıcılık, dinlerde zenginlik ve onların zamanının ihtiyaçları ile uyumluluklarını ispat etti. O bilge insanlar bu vesileyle ahlak, maneviyat, tefekkür, medeniyet ve kültür açısından insanlığa büyük bir hizmette bulunmuşlardır. Bahsedilen dinlerin her birinin sonraki nesilleri de kendi büyüklerinin yüce düşüncelerini öğrenmekle onlara en büyük makamı vermiş ve onların varlığını kendi ümmetleri için bir iftihar kaynağı bilmişlerdir.

“Hayırlı sonuç, takva sahiplerinindir.”

[1] İranlı Müslümanlardan bazıları Allah kelimesinin ortalığa düşmemesi veya abdestsiz dokunulmaması için, onun yerine üç nokta bırakıyorlar ve “Bismillah” yerine “Bismi…” veya “Bismihi Teala” yani “Yücenin Adıyla” yazıyorlar.

[2] Redd-i ber Bidat Gozaran, 7.

[3] Selefiler hala Müslümanlar arasında teolojinin meydana gelmesinden rahatsızdır.

[4] Maksat şudur ki; insan hissedilebilir bir tasavvura sahip değildir. Yoksa “sebeplerin kaynağı” ve “bütün kemal sıfatlarının toplandığı zat” gibi ifadeler tasavvur edilebilir.

[5] İnsan düşüncesi âlemdeki (sevinç ve üzüntü, mutluluk ve mutsuzluk, iyi anılmak ve kötü anılmak, zenginlik ve fakirlik, sağlık ve hastalık, çok yaşamak ve az yaşamak, rızkın çokluğu ve azlığı, afetlerden uzak b


Yüklə 379,11 Kb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   39   40   41   42   43   44   45   46   ...   52




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©www.genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə