Büyük Dinleri Tanımak



Yüklə 379,11 Kb.
səhifə45/52
tarix01.08.2018
ölçüsü379,11 Kb.
#59924
1   ...   41   42   43   44   45   46   47   48   ...   52

12. Hükümet


Toplumların büyümesi ve toplumsal ilişkilerin karmaşık bir hale gelmesi sonucunda insanlar yavaş yavaş devlet kurmanın gerekliliğini anladılar. Bu gerekliklilik o kadar önemlidir ki, insanlar toplumun maslahatından dolayı kişisel özgürlüklerini belli bir ölçüde feda etmeyi kabullenmiştir ve bu amaçla kendilerini genellikle bencil ve zalim olan hükümdarlara teslim etmişlerdir. İnsanların seçimle gerçekleşen yönetimin babadan oğla geçen yönetimden daha iyi olduğunu anlaması binlerce yıl sürmüştür. Ancak aradıkları uygun ve sorunsuz yönetim şeklini ebediyen bulamayacaklardır.

Resulullah’ın (saa) Medine’de kurmuş olduğu devlet, devlet gerekliliğinin hissedildiği son örneklerden biridir. Hicaz halkının İslam’ın zuhuruna kadar bir devleti yoktu. Ebu Cehil, Ebu Leheb ve Ebu Süfyan gibi sözü geçen kabile reisleri (İran, Rum ve diğer bölgelerin hükümdarlarının aksine) bir padişah veya cumhurbaşkanı değillerdi.

Eski dönemlerde din ve devlet bağı o kadar doğaldı ki, hiç kimse onları birbirinden ayrı bir şekilde tasavvur edemezdi. Devletin meşruiyeti dine bağlıydı. Eski toplumların liderleri din ve dünya liderliğini bir arada yürütüyorlardı. Hindistan’ın sınıflandırılmış toplum düzeni, İsrailoğullarının padişahlar dönemindeki toplumu, Avrupa Katolik Hıristiyanlığı, Rusya’nın Ortodoksluğu ve Osmanlı hilafeti gibi bazı durumlarda da bu ikisi birbirinden ayrılmıştı ve dini liderlik devlet liderliğinden üstündü. Din adamları yöneticileri göreve seçiyor veya görevden alıyordu.

Din ve devletin köklü bağı hiçbir zaman düşünürlerin gözünden gizli kalmamıştır ve onlar her zaman eserlerinde buna değinmişlerdir. Fransız düşünür Jean-Jacques Rousseau bu konuda şöyle yazmıştır:

“İnsanların ilk başta tanrılardan başka bir padişahı yoktu ve teokrasiden başka bir yönetim tanımıyorlardı.”[1] Fransız tarihçi Fustel de Kolaj şöyle yazmıştır: “Eski dönemlerde din ve devlet ayrılmaz bir bütündü. Her kavim kendi tanrısına tapıyordu ve her tanrı kendi kullarını yönetiyordu.”[2]

Tarihi akılla uyumlu bir hale getirmek için çalışan XIX. yüzyılın Alman filozofu Hegel bu konuda şöyle yazmıştır:

“Devlet dinden meydana gelmiştir ve ebediyete kadar varlığını dinden alacaktır. Has olan her devlet, has olan bir dinden kaynaklanmaktadır…

Din ve devletin müşterek bir temelleri vardır. Din, devletin dışında meydana gelip devletin işlerinin yöntemini ve kişilerin davranış kanunlarını devlet karşısında dışarıdan düzenleyen bir şey değildir. Bilakis temel esaslardandır ki devletin veya ülkenin içerisinde kendisine varlık ve hareket bahşetmektedir. Dindarlığı insanları eğitme yoluyla öğrenmenin ve sürekli onlarda canlı tutmak gerektiği doğrudur. Nitekim ilim ve sanat öğretim yoluyla onlara öğretilmelidir. Fakat din ve devlet arasındaki irtibat, dinin siyasi toplumun oluşmasından sonra tekmil edici bir unsur olarak devlete eklenmesi şeklinde tevil edilmemelidir. Bilakis bu irtibatın anlamı önceden de söylediğimiz üzere şöyledir ki, her devlet belirli bir dinden oluşmuştur. Din ve devlet müşterek bir temelden meydana gelmişlerdir. Eğer bir ülkede siyasi, sanatsal ve bilimsel yaşam varsa bunların hepsi dinin bereketindendir.”[3]

Sadece eski hükümetler dini değillerdi. Bilakis eski dönemlerdeki dinlerin de siyasi ve toplumsal yönleri vardı. Günümüzdeki dinler eski dinlerin ruhudur. Onları astronomların söylediğine göre yok olmasından bir süre sonra ışıkları bize ulaşan yıldızların ışıklarına benzetmek mümkündür.

İslam dünyasının büyük filozofu İbn-i Sina, nübüvveti toplumda düzen kurmak için gerekli görüyor. Onun inancına göre ibadet ve amellerin hikmeti insanların onun sürekli hatırlamasıdır. Her halükarda eğer peygamberleri hükümdarlarla mukayese edecek olursak onların bıraktığı etkinin sürekliliği ilginçtir. Mevlana Celalettin Rumi şöyle der:

Padişahların paraları değişir durur…
Fakat Ahmet’in parası, kıyamete dek sürer gider![4]

12-1. Zerdüşt, Yahudi, Hıristiyan ve İslami Toplumda Dini Hükümet

Önceden de söylediğimiz üzere Zerdüşt gönderildikten sonra döneminin padişahı olan Goştâsp’a giderek onu kendi dinine davet etti. Goştâsp hiç beklemeden bu daveti kabul etti. Şu anda ise diyoruz ki, eski İran’ın efsane padişahları dini ve siyasi liderliği birlikte yürütüyorlardı. Bu padişahların dindarlığı ve tanrıya tapmaları şehnamede de geçmektedir ve Zerdüşt, din önderlerine özel unvan olan “Mubed” bazen onlar hakkında kullanılmıştır. Örneğin Cemşid hakkında şöyle okumaktayız:

Benim dedi, ilahi ihtişamla,


Padişah himmetli ve hem de Mubedi.
Kötüleri kötü elden keserim,
Aklı aydınlığa çekerim.[5]
Menuçehr hakkında:
Yeryüzündeki bütün pehlivanlar,
Ona bir ağızdan dediler aferin.
Senin güzel atan, böyle gördü yolu,
Sana verdi taht ve tacın yönetimini.
Akıl tahtın ebedi olsun,
Taç ve Mubedlerin ihtişamı odur.[6]

Eski İran’ın tarihi padişahları da dini ve siyasi liderliği birlikte yürütüyorlardı. Mesela, Sasani devletinin kurucusu Ardeşir Babekan, bir Zerdüşt bir ruhani idi ve resmi fermanlarında kendisini “Ardeşir Mubed” olarak adlandırıyordu. O önemli devlet mevkilerini Mubedlere veriyordu ve Zerdüşt dinini çok destekliyordu. Ardeşir Babekan’ın siyasi düşüncesi şöyleydi:

Padişah dine aferin dese,
Kardeş olur padişahlık ve din.
Din ve şahlık öyle bağlıdır ki,
Onların bir çadırın altında sanırsın.
Ne şahsız din ayaktadır,
Ne de dinsiz şah ayaktadır.
Birbirine dikilmiş iki kumaş,
Aydın akla sunuldu.
Ne din padişahtan ihtiyaçsızdır,
Ne de dinsiz şaha aferin vardır.
Ne o bundan, ne bu ondan ihtiyaçsızdır,
İyilik yapan iki şey gördük onları.
Din adamı iki cihanı kazanır,
Allah olursa yol gösteren.
Padişah dinin koruyucusudur,
Sen bu ikisini kardeşten başka bilme.[7]

Ardeşir Babekan’ın siyasi tüzüğü olan Ardeşir Ahd’inde şöyle geçer:

Bilin ki, ne zaman bir ülkede din lideriyle padişah arasında uyuşmazlık çıksa sonunda din lideri padişahın elindekini alır. Zira din temeldir ve padişah direktir. Temel elinde olan, elinde direk olana daha iyi galip gelir ve bütün binayı kontrol altına alır.[8]

Eski İran’da din ve siyaset bağının köklü düşüncesi İslam’ın zuhuru dönemine kadar devam etti. İran büyüklerinin Hosrov Perviz’in huzurunda söylediklerine bir bakalım:

Bütün büyükler aferin dedi,
Taç ve tahtın olmadan olmasın dünya.
İyilik ettiğinin iyiliği artar,
Sen varken Ay dünyayı aydınlatır.
Hem şah, hem Mubed hem de lidersin,
Dünyada tanrının gölgesisin.[9]

Birkaç yıl sonra Sasani silsilesi Müslümanların eliyle ortadan kaldırılırken “Radevi” adındaki bir Mubed din ve siyaset arasındaki ilişkiyi şöyle beyan etmiştir:

Bil ki, şahlık ve peygamberlik,
Bir yüzükteki iki mücevher gibidir.[10]

Sonunda Zerdüştlüğün mukaddes metinlerinde din ve siyaset bağı şöyle ifade edilmiştir:

Esenlik dininde, padişahlık dindir ve din padişahlık… Padişahlığın büyüklüğü Mazda dininin kulluğundadır ve Mazda dininin büyüklüğü padişahlıktadır. Kulların iyiliği bundadır ki, padişahlık ve esenlik dininin birleşmesiyle doğru padişahlık oluşmalıdır ve doğru padişahlık esenlik diniyle bir olmalıdır.[11]

Yahudilikte de devlet düşüncesi her zaman vardı. Daha önce de belirtildiği gibi Hz. Musa eylemini siyasetle başlattı ve Firavun’u İsrailoğullarından el çekmesi ve onları serbest bırakması için çeşitli yöntemlerle baskı altında tuttu. O, Ben-i İsrail’i kurtardıktan sonra Sina çölünde bir devlet kurdu. Ömrünün sonuna kadar kavminin dini ve siyasi liderliğini kendi üstlendi. Bunun geniş açıklaması Tevrat’ta geçmektedir. Ondan sonra Yuşa b. Nun İsrailoğullarının rehberi oldu. Onun da ardından hâkimlerden bir grup kavim içindeki ihtilafların çözümüyle meşgul oldular. İsrailoğullarının o dönemde kendilerini dış saldırılara karşı organize edecek bir padişahları yoktu. Bu yüzden kendi dönemlerindeki peygamber Samuel’in yanına gittiler ve ondan bir padişah tayin etmesini istediler. O da Şaul (Talut) adındaki bir genci padişah olarak seçti ve onu yağla mesh etti. Bu mesh padişahı kutsal kıldı ve mesh edilmişe (Maşiah’a) itaat herkese farz idi. Şaul’dan sonra Hz. Davud ve ondan sonra oğlu Hz. Süleyman padişah oldu. Hz. Süleyman vefat ettiğinde oğlu Rehoboam onun yerine geçti ve padişahlık onun neslinden devam etti. Diğer taraftan İsrailoğullarının on iki kabilesinden on tanesi Rehoboam’ı reddetti ve Hz. Süleyman’ın komutanlarından biri olan Jeroboam b. Nebat’ı padişah olarak seçti. O zamandan itibaren İsrailoğullarının güneyde Rehoboam’ın yönetimindeki Yahuda ülkesi ve kuzeyde Jeroboam’ın yönetimindeki İsrail olmak üzere iki ülkesi oldu. Bu iki ülkenin padişahlığı yine o iki kişinin neslinden devam etti. İsrail ülkesi M.Ö. 722 yılında Aşurlar tarafından ve Yahuda ülkesi de M.Ö. 587 yılında Babilliler tarafından düşürüldü. O ülkelerdeki insanlar ya öldürüldü ya da esir edildi. İsrail ülkesinin esirlerinin sonu bilinmemektedir. Ancak Yahuda ülkesinin esirleri Kuruş tarafından Babil fethinden sonra serbest bırakıldı ve onlardan bazıları Kuruş’un himayesinde Filistin’e döndüler.

Bu sıkıntılar arasında vaat edilen Mesih düşüncesi İsrailoğullarının zihninde meydana geldi. Bu düşünce iyice gelişti ve İsrailoğulları bu düşüncenin yardımıyla ümitsizliğe kapıldılar. Mesih bekleyişi o kavmin bekasını garantilemiş oldu.

Yahudiler 2000 yıldan daha fazla bir süre yitirmiş oldukları dini hükümetlerinin ihyası için ciddi bir girişimde bulunmaktan kaçınmaktaydılar ve devlet kurmayı bekleyiş vizyonuna aykırı görmekteydiler. Kimileri de yer yer Mesihlik iddiasında bulunmuş fakat herhangi bir başarı elde edememişlerdir.

Yaklaşık bir asır önce Siyonistler, dindaşlarını bağımsız bir ülke sahibi olma yolunda ikna ettiler ve 1948 yılında gasp edilmiş Filistin topraklarında İsrail adında seküler bir Yahudi devleti kurdular.

Hıristiyanlıkta da ve öncesinde geniş olarak anlatıldığı gibi papalar 1000 yıl boyunca (800-1806) insanların din ve devlet işlerinin liderliğini yaptılar ve bu iki liderliğin nişanesi olarak iki kılıç kuşandılar. Hükümet o kadar güçlüydü ki, Papa VII. Gregorius, Almanya padişahı IV. Henry’ye öfkelenip onu tekfir etmesinden sonra padişahlıktan azledince Henry büyük bir zahmet ve sıkıntıyla papanın sarayına doğru yola koyuldu. Üç gün yalın ayak ve beyaz elbiseyle karda bekledi ve sonunda papanın rızasını elde edip taç ve tahtını geri aldı. Tabi üç yıl sonra aynı papa tekrar onu tekfir edip azletti. Bu defa Henri ordusuyla Roma’ya yürüdü ve Gregorius’u Roma’dan atıp yerine başka birini tayin etti.

Papalar tıpkı İslam dünyasının halifesi gibi insanların din ve dünya işlerinin liderleriydi. Yaklaşık 200 yıldır papa hükümeti Vatikan’da sınırlandırılmıştır. İslami hilafet ise geniş olarak açıklayacağımız üzere 80 yıl önce tamamen kaldırılmıştır.

İslam’ın yüce peygamberi de merkezi Medine olan kudretli bir hükümet kurdu ve “Yüce Rabbine” kavuşurken onun vasisinin kim olacağı Müslümanlar için en önemli konuydu. Bu nedenle, ashabından bazıları onun pak bedeninin teşyiine katılma yerine Ben-i Saide Sakifesi adında bir yerde bir araya gelerek Ebu Bekir b. Ebu Kuhafe’yi Müslümanların rehberliğine seçtiler. Şiaların inancına göre Resulullah (saa) vefatından yetmiş gün önce Allah’ın emriyle “Gadir-i Hum” denilen yerde Emir’ul Müminin Ali’yi (as) kendi vasisi olarak seçmiş idi ve başka bir halife seçilmemeliydi. Ehl-i Sünnet büyük Gadir-i Hum olayını sadece peygamber tarafından o yüce imama karşı bir yüceltme olarak görmektedir.

Sakife’de bulunanlar İslam’da “Hilafet” olarak adlandırılan yeni bir sünnet oluşturdular. İslam-i hilafet tıpkı papalık makamı gibi kutsal oldu. Âl-i Buye gibi kimseler iktidarı ele geçirseler de hilafet makamıyla bir işleri olmazdı ve ona saygı duyarlardı.

İhtiyar heyeti kimi zaman çekilmesi amacıyla halifeye uyguluyordu. Amaçlarına ulaştıkları takdirde yeni bir halife seçiyorlardı. Üçüncü halife bu tür baskılar karşısında direnerek istifa etmekten kaçındı ve öldürüldü. Ancak baskı ve işkenceler halifenin çekilmesi konusunda çoğu zaman (tıpkı bazı Abbasi halifelerinde olduğu gibi) sonuç vermiştir. Kimi zaman da istifa eden halifenin gözlerine mil çekiyorlardı ve halife yaşamını devam ettirebilmek için dilenecek bir hale düşüyordu. Hilafet 656 yılında Moğol Hülagû Han’ın Bağdat’a saldırmasından sonra zahiri olarak sona erdi. Ancak kutsal olmasından dolayı 659 yılında sadece adı olması unvanıyla Mısır’da ihya edildi ve Abbasilerden bazıları padişahların yanında teşrifi olarak halife oldular. Daha sonra 922 yılında Osmanlı padişahı Sultan Selim Mısır’ı fethetti ve son Abbasi halifesinden hilafet emanetlerini alarak kendisini halife olarak ilan etti ve hilafeti Osmanlılara taşıdı. Hilafet 13 asırdan daha fazla sürdü. Sonunda Mustafa Kemal Atatürk onu 1924 yılında kaldırdı.

O dönemde Müslümanlar Cuma namazı hutbelerinde kimin adını dile getireceklerini şaşırdılar. O güne kadar halifeler insanların dini ve dünyevi rehberleriydi. İbadi ve siyasi hutbelerde dua amacıyla adlarının anılması farz idi. O dönemde bazı İslam ülkeleri kendi padişahlarını İslam dünyasının halifesi olarak tanıtmaya çalıştı ama bu çabalar bir yere varmadı. Sorun şöyle halledildi ki, İslam ülkesinin padişahına veya cumhurbaşkanına dua etmek Müslümanların halifesine duanın yerini alacak ve Cuma namazları devam edecekti.

Abbasi hilafeti döneminde İran’da, Endülüs’te, Kuzey Afrika’da ve İslam dünyasının diğer bölgelerinde bağımsız devletler de kurulmuştu. Bu devletler kimi zaman hilafetin şubelerinden sayılmaktaydı ve kimi zaman da bağımsız idiler. Havaric, Zeydiler, İsmaililer ve İsna Aşerilerin de İslam dünyasının çeşitli bölgelerinde dini devletleri vardı.

Halifeler, İslam dünyasının en büyük din ve dünya makamıydılar. Onların mevkilerini Hıristiyanlıktaki papaların mevkileriyle aynı görmek gerekir.

İmamet konusundaki yani peygamber efendimizin (saa) vasiliği konusundaki çeşitli siyasi görüşler, Müslümanlar arasında üç temel mezhebi meydana getirmiştir:

1. İmamı seçmenin Müslümanlara farz olduğu temeline dayanan Ehl-i Sünnet.

2. İmamın sadece Allah tarafından belirlenebileceği temeline dayanan Şialar.

3. İmamı seçmenin kimseye farz olmadığı temeline dayanan Havaric.

Cebr ve ihtiyar konuları, namaz ve oruçtaki cüzi farklılıklar gibi diğer ihtilaflar, imamet konusundaki ihtilafın ardından ve mezheplerin kurulmasından sonra yavaş yavaş meydana geldi.

12-2. Güç ve Değer

Bazı din ve mezhepler güce dayalı olarak, bazıları da değere dayalı olarak hayatlarını sürdürmektedirler. Konstantin’in Hıristiyan olmasının ve Rum İmparatorluğunda Hıristiyanlığın resmileşmesinin ardından bu din, güç konusuna önem verdi ve Kayserler ile papalar yaklaşık on beş asır boyunca tam bir güçle hüküm sürdüler. Bu da halkın iftihar ettiği bir durumdu. Genel olarak güç insanı bozar kuralı esasınca papa yönetimleri bozuldu ve bazı ıslahatçılar kaybettikleri değerleri geri getirme amacıyla kıyam ettiler. Bu ıslahatçılar başarı elde ettikten sonra iki gruba ayrıldılar. Bazıları yöresel reislerin yardımıyla devlet kurdular ve sonunda kıyam etmelerine neden olan hatalara kendileri de düştüler. Bazıları da o iki yönetimin gölgesi altında azınlıklar olarak yaşamlarını devam ettirdiler ve herhangi bir devletleri olmadığı için yaklaşık olarak beş asır boyunca üzerinde durdukları değerleri koruyabildiler. Amish ve Mennonites gibi barış odaklı fırkalar bu gruptandır.

İslam dünyasında Ehl-i Sünnet, papaların azametinde halifeleriyle güç odaklıydılar ve halifelerin bozukluklarını aklamaya çalışıyorlardı. 1924 yılında Atatürk’ün hilafeti kaldırması bu durumu zayıflatmıştır. Şialar Hz. İsa (as) kutsallığındaki imamlarıyla “değer odaklı” idiler ve masum imamdan aşağısına razı olmamışlardır. Buna rağmen Hicri 906 yılında Safevi bağımsız Şia devletinin kurulması bu durumu zayıflatmıştır.

12-3. Devlet ve Bekleyiş

Din takipçilerinin ya bir devletleri vardır veya onun bekleyişi içerisinde gün saymaktadırlar. Hıristiyanlığın miladi dördüncü asırdan itibaren devleti olmuştur ve onun sevincini yaşamıştır. Ancak Yahudiler M.Ö. 587 yılında güçlü saltanatlarının sona ermesinden sonra Davud ve Süleyman gibi bir padişahın bekleyişi içerisinde yaşamışlardır. Yani bir peygamberin Allah tarafından mesh etmesini ve böylece herkesin ona itaat etmesini ve onun Yahudilerin yüce hedeflerini ve vizyonlarını gerçekleştirmesini bekliyorlar. 1948 yılında gasp edilmiş Filistin’de bir rejim kurulması da Yahudilerin genelinin inancına göre bu bekleyişle çelişmemektedir, fakat bekleyişlerine devam etmektedirler.

İslam dünyasında da Ehl-i Sünnetin devleti olmuştur ama Şialar Hz. Mehdi’nin (af) gelişini beklemektedirler. Safevi devletinin ve İran İslam Cumhuriyetinin kurulması da kesinlikle bekleyiş inancıyla çelişmemektedir. Her iki örnekte de bekleyiş devam etmiştir.

On iki imama inanan Şialar inanç açısından imamlardan birinin kıyam etmesini beklemekteydi ve sonunda bu bekleyiş on ikinci imamla devam etti.

Sonraki dönemlerde Serdengeçtiler ve Safeviler devleti gibi Şia devletleri kurulmuş ve Şia âlimleri tarafından onaylanmıştır. O dönemde din ve siyaset vahdeti gereği bu devletlerin cami ve medreseler yaptırması, İran ve Irak’taki mübarek türbeleri süslemeye önem vermesi ve padişahların büyük fakihlerden saltanat hususunda izin alması gerekmekteydi. Yargı makamı da âlimlerin elindeydi.

İmam Humeyni’nin (ra) bekleyiş konusunda özel bir görüşü vardı ki, Şia tarihinde önemli dönüm noktalarından sayılmaktadır ve İran İslam inkılâbı bu görüşün bereketlerindendir. İmam Humeyni (ra) Necef’e sürgün edildiği günlerde Velayet-i Fakih hakkında konuşurken şöyle buyurdu:

“Gaybet-i Suğra’dan 1000 yılı aşkın bir süre geçtiği ve belki de maslahat gereği imam Mehdi’nin (af) zuhuru pekâlâ yüz bin yıl sonra da vuku bulmayabileceğine göre bu uzun süre boyunca İslam hükümleri yerde kalmalı, uygulanmamalı ve herkes canı ne isterse yapabilmeli midir? Anarşi ve kargaşa mı egemen olmalıdır? Beyan, tebliğ, yayma ve uygulama safhasına konulması yolunda Hz. Resulullah’ın (saa) 23 yıl durup dinlenmeksizin zahmet ve cefalar çektiği kanunlar sadece belli ve sınırlı bir zaman dilimi için miydi? Yani Allah Teâlâ kendi göndermiş olduğu hükümlerinin uygulanmasını 200 yılla mı sınırlamıştır? Gaybet-i Suğra’dan sonra İslam her şeyini bırakmış -bütün hüküm ve inançlarından- vaz mı geçmiştir? Böyle bir fikre inanmak veya bunu dile getirmek, İslam’ın iptal olduğuna inanmak veya bunu söylemekten çok daha beterdir.”[1]

12-4. Batını Rehberlik

Daha önce de belirttiğimiz gibi on iki imama inanan Şialar inanç açısından imamlardan birinin kıyam etmesini beklemekteydi ve sonunda bu bekleyiş on ikinci imamla devam etti.

Bekleyiş döneminde batıni rehberlik gündeme gelmektedir. Bâtıni rehberin tıpkı on bir imam[2] gibi huzurda olması veya imam Mehdi (af) gibi gaipte olması mümkündür. Şialar batını rehberlerini imam olarak adlandırırlar ve bu sözcük (tıpkı Hıristiyanlıktaki Mesih sözcüğü gibi) kök olarak zahiri bir rehber için kullanılmaktaydı. Bu yüzden Kuran-ı Kerim’de hidayet edici imamların[3] yanı sıra ateşe götüren[4] küfür imamlarına[5] da değinmektedir. Hz. İmam Cafer-i Sadık’tan (as) rivayet edildiği üzere, toplumda düzeni sağlaması için insanların iyi veya kötü bir öndere ihtiyacı vardır.[6] İmam lakabı (tıpkı Mesih gibi) sonraları sadece batıni rehberler için kullanıldı.

Yahudiler, devlet kurmamış olan Hz. İsa’nın “Mesih” olarak adlandırılmasını ve tasavvuf karşıtlarının sofi kutuplarına “Şah” denilmesini alaya alıyorlar. Ancak Ehl-i Sünnet, Şiaların on iki batını rehberine “İmam” denilmesine karşı değillerdir. Çünkü bütün Müslümanlar İslam âlimlerini “İmam” olarak adlandırmaktadır.[7]

12-5. Ruhani

Dünya dinlerinin çoğunda ruhani vardır. Yani, o toplumlarda intisap, kâhin ve keşiş gibi lakapları alma yoluyla tanrı ile insanlar arasında vasıta olan kesimler vardır. Onların üstünlükleri ve kısıtlamaları vardır. Dini törenlerin rehberliğini yönetmek sahip oldukları üstünlüklerdendir ve bazen evlilik ve mülk sahibi olmaktan mahrumdurlar.

Ruhaninin din âlimiyle farklı olması mümkündür. Şöyle ki, din âlimi sadece ilahiyat uzmanıdır: o dinin medreselerinde ders veriyor ve o ilimler hakkında kitap ve makale yazıyor. Böyle birisi ruhani makamına geçtiği takdirde dini törenlere rehberlik edebilir ve eğer bu makama geçmeseydi böyle bir hakkı yoktu.

Yahudilik ve Hıristiyanlıktaki evlilik gibi bazı normal işler de bir dinde ruhaninin görevlerinden sayılabilir. Yahudi ruhanilerinin (alaca hastalığından kurtulmuş olan kişinin temiz olduğuna hükmetmek amacıyla muayene edilmesi gibi) çeşitli ve tuhaf görevleri Tevrat’ın Levililer bölümünde geçmiştir. Hıristiyanlıkta (özellikle Katolik ve Ortodokslar nezdinde) çok kutsal olan evlilik de sadece keşiş veya piskoposun nikâh akdini kilisede okuması halinde gerçekleşir.

Dinlerin çoğunda ruhanilerin çeşitli görevleri ve esasen ibadetleri mabetlerde gerçekleşir ve dışarıda bir resmiyeti yoktur.

Dini ilimleri öğrenip onlarda uzmanlaşmak hiçbir grup veya kesime has değildir. Bütün kadın ve erkekler ve hatta bu dine inanmayan kimseler bile bu dinin ilimlerini öğrenebilirler. Kadının ruhani olması yani dini törenleri icra etme salahiyetine sahip olması hususunda ihtilaf vardır. Mesela Hıristiyan fırkaları kadının keşiş veya piskopos olması hususunda ihtilaf halindedirler. Protestan fırkalarından çoğu bunu caiz biliyorlar.[8]

İslam’ın ruhanisi yoktur ve bu yüzden ruhani kavramını anlamak Müslümanlar için oldukça zordur.[9] İslam âlimleri bizlere bu dinde müminin doğrudan Allah ile irtibat kurabileceğini öğretmişlerdir. Hıristiyanlığın ve birçok dinin aksine namaz yalnız başına da kılınabilir. Cemaat namazı içinde ruhani zarureti yoktur ve başka şartlar belirtilmiştir.

Ancak İslam’ın âlimi vardır ve dini ilimler merkezlerine (ilim medreselerine) dinde derinleşmek üzere yolculuk yapmak Kuran’ın emrince (Tövbe/122) kifayi farzdır. Diğer taraftan fakih olan bir âlime taklit etmek her Müslüman’a farzdır. Tıpkı akıl sahibi her insanın uzmana başvurması gibi. Namazda da âlime bağlanmak daha faziletlidir.



Hıristiyanlık gibi birçok dinde namaz sadece mabette kılınabilir. Ancak İslam’da yeryüzünün tamamı ibadet yeridir.[10]

[1] Velayet-i Fakih (Hukumet-i İslami), (Muessese-i Tenzim ve Neşri Asarı İmam Humeyni (ra), 1994), s.19.

[2] Bu imamlar 250 yıl süre zarfında sadece Hz. Ali’nin (as) beş yıllık hükümeti, Hz. Hasan’ın (as) altı aylık hükümeti ve Hz. Hüseyin’in (as) kıyamı döneminde zahiri olarak da rehber idiler.

[3] Enbiya/73

[4] Kasas/41

[5] Tövbe/12

[6] Bihar’ul Envar, c.24, s.157

[7] Şehid-i Sani (ra) Lüme şerhinin başlarında Şehid-i Evveli imam olarak adlandırmıştır ve merhum Şeyh Muhammed Hasan Necefi (ra) Cevahir’ul Kelam kitabının başlarında merhum Muhakkik-i Hilli’yi imam olarak adlandırmıştır.

[8] Birkaç yıl önce Anglikan kilisesi kadınların keşiş olmasının caiz olduğu fetvasını verdi. Bu fetva o kilisenin ruhanilerinden bir gruba ağır geldi ve Anglikan kilisesini terk ederek Katolik olma kararı aldılar. Bu ruhanilerin eşleri vardı ve bu mesele sorun teşkil edebilirdi. Çünkü Katolik ruhaninin bekâr olması gerekiyordu. Ancak Papa onların evli olmasına rağmen Katolik olmalarına izin verdi. Bu olay bazı Katolik ruhanilerin itirazını beraberinde getirdi. Onlar şöyle dediler, eğer ruhani evlenebilirse neden bizler bundan mahrum olalım?

[9] Özellikle de yarım asırdan fazla olmak üzere âlimlerin ruhani olarak adlandırıldığı bu dönemde. Buna rağmen geleneksel olan bu unvan herhangi bir iddiayla beraber değildir.

[10] “Yeryüzü benim için secde yeri ve temizleyici karar kılınmıştır.” (Nebevi hadis: Bihar’ul Envar, c.8, s.38)

[1] Gerardad-i İctimai, 4. Kitap, 6. Bölüm.

[2] Temeddün-i Kadim (Tercüme: Nasrullah Felsefi, Tahran: Kitab-ı Keyhan, 1930), 5. Kitap, 3. Bölüm.

[3] Akl der Tarih, (Tahran: 1978), s. 142-143

[4] Mesnevi, 4/2873

[5] Şehname, s.27.

[6] AGE, s.48.

[7] Şehname s. 380.

[8] Ahd-i Ardeşir, 5. Madde.

[9] Şehname, s. 525.

[10] AGE, s. 544.

[11] Dinkard 47.

Yüklə 379,11 Kb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   41   42   43   44   45   46   47   48   ...   52




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©www.genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə