Uygarlik tariHİ Server Tardlli



Yüklə 1,37 Mb.
səhifə43/46
tarix16.08.2018
ölçüsü1,37 Mb.
#63403
1   ...   38   39   40   41   42   43   44   45   46

Gerçekten 27 Mayıs'tan sonradır ki, sermaye çevrelerinin gözleri açılmış, kendi çıkarları yönünde bilinçli bir savaşa girişmişlerdir. Bunlardan biri de, basından devrimci karikatürcüleri uzaklaştırmak ya da denetim altına almak olmuştur.

Ne var ki, 27 Mayıs'tan sonra, sermaye çevreleri gibi, işçi sınıfı da kendi bilincine varmaya başlamıştır. Bu sınıf çatışması ise, karikatürcülerin bulundukları yerleri daha belirgin hale getirir.

Sanayileşme hızlandıkça işçi-işveren konuları karikatürün ilgi alanına daha fazla girmeye başlar. Ülkede gelişen devrimci görüşler karikatürlere de yansır. Grevler, işçi-işveren ilişkileri, sınıf çelişkileri, emperyalizm konuları işlenmeye başlanır; karaborsacı tipinin, soyut pahalılık konusunun yerini, somut bir biçimde "patron" alır. Gazetelerden patronların attığı karikatürün, duvarlarda afiş olduğu görülür.

Bu dönemde çizilen karikatürün en önemli özelliği, halkın çıkarını savunması ve sömürüye kesin olarak karşı çıkmasıdır. Bir özelliği daha vardır:

Uluslararası planda da değerini kabul ettirir.



Türk karikatürü, ilk kez 1957'de Bordighera'da yapılan yarışmada, Turhan Selçuk'un çizgileri ile Altın Palmiye ödülünü alır. 1960-1970 arasında ise dış yarışmaların bir çoğunda ilk dereceleri Türk karikatürcüleri alacaklardır.

Ve daha sonraki yıllarda da sürecektir bu başarılar. Türk karikatürünün gücü nereden geliyor?

Yüz yılı aşkın bir tarihten sonra Türk karikatürü ve karikatürcüsü için söylenecek olan nedir?

Başta belirtilmesi gereken şudur herhalde: Türk karikatürünün gücü, çizgi yeteneğinden çok, demokrat, ilerici ve giderek devrimci niteliğinden ileri gelmektedir.

Bu yanıyla ulusaldır da o!

Karikatürde ulusal karakter, ne cami-medrese çizerek, ne Karagöz-Hacivat figürlerindeki çizgilere, tiplere özenerek oluşur. Ne de minyatürleri taklit ederek yaratılır ulusal çizgi.

Sonra, bir yenilik de sayılmaz bu.

Kendi toplumunun değişim kavgasına katılan, kendi insanının dertlerini, acılarını, isteklerini dile getiren, kendi yurttaşlarının eşitliği ve özgürlüğü için savaş veren ve bunun için çizen karikatürcünün eseri "ulusal" bir karakter taşır.

Türk karikatürcüsü ise, bugüne değin bunu yapmıştır. Hep halktan yana, özgürlükten ve demokrasiden yana

olmuştur.

Ve yeni imzalar, bu sanatın geleceğine büyük güvenimizi tazeleyip durmaktadır: Haslet, bunların başında.

O unutulmaz "Küçümen"i ile Haslet Soyöz...


Semih Balcıoğlu - Ferit Öngören, "56 Yılın Türk Mizah ve Karikatürü", İstanbul, 1973.

Cumhuriyet Gazetesi 50. Yıl Eki, "50 Yılın Karikatürü."

Ferruh Doğan, "Cumhuriyet Döneminde Karikatür", Milliyet Sanat Dergisi, sayı 52.

Tan Oral, "Türk Karikatürünün Yüz Yıllık Tarihine Kısa Bir Bakış", Yansıma, sayı 33, 34, 35.

Turhan Selçuk, Söz Çizginin, İstanbul, 1979.

Türkiye Ansiklopedisi (1923-1973), "Karikatür" maddesi.

OKUMA


TURHAN SELÇUK VE ABDÜLCANBAZ

- "Çizgi-Roman" dediğimiz sanat türü nedir? Hangi özellikleri vardır? Toplumu ne yönde etkiler?

  1. yüzyıl insanının yoğun çalışma düzeni, dinlenmeye, gezmeye, okumaya ayırdığı saatleri kısıtlamış ve bu hızlı yaşama zorunluğu, okunması ve izlenmesi kolay olan çizgi roman türünün gelişmesini, yayılmasını sağlamıştır. Sinema, hatta tiyatro tekniğine pek yakın olan çizgi romanı günlük gazetelerde, dergilerde, kitaplarda izlemek çağımız insanı için, uzun zaman alan yazılı romanları okumaktan çok daha kolay oluyor.

Bugün yaygın çizgi romanın okuyucusu, yediden yetmişe herkes oluyor. Sabık Amerikan başkanı Truman'ın bu tür yayınların hastası olduğunu okumuştum bir yerde. Abdülcanbaz okuyucuları arasında her sınıftan halkla beraber profesörler, öğretmenler, sanatçılar, şairler, doktorlar, memurlar vardır.

Boş zaman romanları, hikâyeleri vardır. Toplum üzerindeki etkileri olumsuzdur, sanat değerleri de yoktur. Oysa roman ve hikâye vardır, toplum üzerindeki etkileri olumludur, sanat değerleri, demek istedikleri sağlamdır. Çizgi romanları da böyle değerlendirmek gerekir... Aşklı, meşkli, hafiyeli, kovboylu çizgi romanlar vardır ki, okuyup bitirdiğiniz zaman neyi anlatmak istediğini, demek istediği şeyi bir türlü anlayamazsınız... Ne yazık ki, bu tür çizgi romanlar, dünya piyasasını ağ gibi örmüşlerdir. Yüzlercesi arasında bir Hoşmemo "Lalabneri'i bunların dı-

şmda sayarım. Astérix, Tenten, Red Kit'i de çocuksu olmalarına rağmen, çizgi ve mizah yönünden ayırmak gerekir.

  • Yerli çizgi-romanlar arasında, bugün Türkiye'de en yaygın olanı Abdülcanbaz'dır. Abdülcanbaz nasıl doğdu? Günümüzdeki yaygınlığına nasıl ulaştı?

Abdülcanbaz 1958 yılında Milliyet sütunlarında doğdu. Böyle bir tipi çizmekteki düşüncemi “parasızlık" geliştirdi... "Parasız yatılı" Füruzan'la tanıştıktan sonra paraya ihtiyaç duyulmaya başladı, ek iş olarak da Abdülcanbaz seçildi. Milliyet'te yayınlanan "Turist Rehberi" serüvenine Aziz Nesin'le birlikte başlamıştık. O yazıyor, ben çiziyor, gelirini de bölüşüyorduk. Bu serüvenden sonra Abdülcanbaz'm isim babası olan Aziz Nesin, işlerinin çokluğundan olacak, vazgeçti. Abdülcanbaz başlangıçta yalnızdı, bir turist rehberi, bir Yeşilçam simsarı, anasının gözü, hatta üçkâğıtçı bir tipti. Tek başıma sürdürmek zorunluğunda kalınca onu yeniden yaratmaya, karakterini yeniden çizmeye mecbur oldum. Abdülcanbaz giderek arınıp sağlam bir kişilik edindi. Daha sonra karşıtları ve yandaşları ile değişik karakterlerin belirlendiği bir kalabalık oluştu onun çevresinde...

Sanırım Abdülcanbaz'a duyulan ilgi yerliliğinden, geleneksel köklerden renk almasından (Karagöz-Hacivat, Ortaoyunu gibi) ileri geliyor... Bir çizgi, bir üslup araştırması yanında, onun diğer çizgi romanlara benzememesi, kendine özgü anlatım, kendine özgü çizgi dünyası, kısacası bir üslup edinmesine çalıştım, hâlâ da çalışıyorum. Bu özgün anlatımın bir bakış açısı vardır. Olayları, sonuçları bu açıdan bakarak değerlendirmek, eleştirmek ve sonuca bağlamak gerekir... Karagöz ve Hacivat'taki gibi halkın içinden kişiler vardır Abdülcanbaz'da. Olaylar içinde bunların çatışmaları savunmaları görülür. Bizim halkımızın, insanımızın çatışmaları, savunmalarıdır bunlar. Abdülcanbaz'm günümüzdeki yaygınlığını bu niteliklerine bağlamak yanlış olmaz sanırım.

  • Abdülcanbaz'm kişiliğinin başlıca özelliklerini belirtebilir misiniz?

Abdülcanbaz halktan bir kişidir. Değerlerinin, cevherlerini yitirmemiş bir halktan kişidir... iyiden, doğrudan, haktan, halktan yana olduğu için güçlüdür. "Bizim insanımız"dır o...

Halkın karşısında, kendilerine halktan ayrıcalık tanıyan kişilerin tarihi süreç içinde elenmeleri, yok edilmeleri yanında, Ab- diilcanbaz'ın temsil ettiği prototipin seçilmesi, desteklenmesi, devamlılığını sağlayan unsurlardan birincisidir. Sakin görünüşlüdür, fakat zamanında ve gerektirdiğinde, ünlü Osmanlı tokadım en can alıcı noktaya vurmasını bilir. Halkını seven her dürüst ve namuslu kişide az çok Abdülcanbazlık vardır.

- Bugüne dek süregelen toplumsal gerçekçi sanat doğrultusundaki çalışmalarınıza katmayı düşündüğünüz yeni olgular nelerdir? Bu yeni olgulara dayanarak vermeyi düşündüğünüz mesaj nedir?

Ben Abdülcanbaz'ı kahramanlık ötesi kaba kuvvetten güç alan, yozlaşmış bir çizgi roman türünden ayırıp arıtmak istedim. Bir roman ya da bir hikâye anlatımının sanat değerini katarak, bunu grafik sanatın çizgi gücüyle besleyerek kişiliğini bulması yolunda çalıştım. Elbette ki, bundan sonra da çalışmalarımda aşamalar olacaktır. Bu gayretler çizgi roman türünü bir roman gibi, bir hikâye gibi, bir resim gibi kesin bir şekilde sanat alanındaki yerine oturtmak yolunda, gelişecektir. Bunun yanında Abdülcanbaz çizgi romanının asıl görevi şimdiye kadar süregeldiği gibi toplumsal olaylar üzerine eğilmek, haklının, eşitliğin yanında, sömürü düzeninin karşısında olmaktır...

(Zeynep Oral, "Turhan Selçuk", Milliyet Sanat Dergisi, sayı 12, s. 3-7)

SORULAR


  1. İlk Türk karikatürü hangi dergide yayımlanır? Bu dergi, kime karşı, neyin mücadelesini yapmıştır?

  2. Meşrutiyet yıllarında Türk karikatürünü başlıca kimler temsil eder? Bunların karikatür anlayışlarındaki özellikler nelerdir?

  3. Ulusal Bağımsızlık Savaşı döneminde, Aydede ile Güleryüz dergileri hangi görüşleri temsil ediyorlardı?

  4. Cemal Nadir'in Türk karikatürüne katkısı nedir? Sosyal sorunlar karşısında nasıl bir görüş taşır? Ölümsüzleştirdiği tiplerden hangilerini hatırlıyorsunuz?

  5. Marko Paşa dergisi, hangi dönemde yayımlanır? Mizah anlayışı nedir? Ve ne gibi etkilerde bulunur? Bu derginin büyük mizahçı ve karikatüristlerinden kimleri tanıyorsunuz? Özellikle,

Mim Uykusuz'un Türk karikatürüne getirdiği yenilik nedir?

  1. 1950 ile başlayan dönemde, karikatür, gelişmesinde ne gibi özellikler gösterir? Bu dönemde ortaya çıkan belli başlı karikatürcülerden kimleri tanıyorsunuz? Yine bu dönemde, ünlü mizah ve karikatür dergilerinden hangilerini biliyorsunuz? Eğilimleri neler olmuştur bunların?

7.1960'tan bu yana, Türk karikatüründe ne gibi gelişmeler görüyoruz?

  1. Turhan Selçuk'un karikatür anlayışı nedir? Ünlü çizgi-ro- manmın baş kahramanı "Abdülcanbaz'Tn nitelikleri nelerdir? (Okuma parçasını okuyunuz.)

  2. Genç kuşak Türk karikatüristleri arasında kimleri tanıyorsunuz? Özellikle Haslet Soyöz, "Küçümen"de, çizgileriyle nasıl bir eleştiriyi geliştirmektedir?

Yüz yılı aşan tarihi içinde, Türk karikatürünün savunduğu başlıca değerler neler olmuştur?

BOLUM X

MİMARLIK, RESİM VE HEYKEL

Mimarlık, görsel sanatlarımız arasında en eski ve köklü olanlardan biri. Dünya sanat tarihimizdeki yerimizi zenginleştiren de en başta o. Resim ve heykel ise -önce dinsel olmak üzere- çeşitli nedenlerden dolayı 19. yüzyılda giriyor ülkemize. Ve Batı'dan geldiği için de, uzun süre onun etkisinde kalıyor. Görsel sanatlarımız içinde -belki- en çok ulusal olan mimarlık da, 19. yüzyılda Batı'dan gelen etkiler altında kalacaktır. Ama bir an gelecek, "ulusal" arayışlar başlayacaktır bu alanda.

Resim ve heykelde de öyle.

Bugün de, her üçünün çeşitli sorunları arasında biri, işte o "ulusal" olanı bulmak...

MİMARLIK

Türkiye'de mimarlık, İslam-Türk mimarlığı, 19. yüzyıla gelinceye dek, ilkin Osmanlı öncesi bir aşamadan geçer. Osmanlı devletinin kurulmasından İstanbul'un fethine değin, önemli bir gelişme içine giren mimarlık, Fe- tih'ten sonra klasik çağım yaratacaktır. Ama, yalnız mimarlıkta değil, hemen her alanda klasik yetkinliğe varacaktır Osmanlı sanatı.

19. yüzyılda bir değişme görülür mimarlıkta: Batı, etkisini göstermeye başlamıştır. Bu etkiye karşı "tepkiler"in yer aldığı yeni bir gelişme içine girer mimarlık. O etki ve tepkiler -başka sorunlarla beraber- bugün de sürmektedir.

Klasik Osmanlı mimarlığı

Batı Anadolu'da ağır ağır oluşan Türk toplum yapısının mimarlık alanındaki istekleri, Osmanlılarda da, öteki

beyliklerde olduğundan farklı değil. Orhan Bey'in padişahlığından öteye, hemen hemen bütün yapı tipleri ortaya çıkmış ve klasik Osmanlı mimarlığına götüren farklılaşma, 14. yüzyılın birinci yarısından kalkarak kendisini göstermeye başlamıştır.

İstanbul'un alınmasından sonra, Osmanlı devleti, Doğu Roma'nın ardılı olan yeni bir imparatorluk bilincine varır. Fatih'in söz ve hareketlerinde böyle bir bilinçlenmenin dile geldiğini görüyoruz. Fatih, Akdeniz çevresindeki toplumlar] inceler, İtalyan sanatkârlarını çağırır, kendi portrelerini yaptırır. Yenilikler yalnız resimde değil hemen her alandadır. Öteki sanatlara oranla daha çok yerel kanunlara uyan mimarlık, 14. yüzyıldan başlayarak gösterdiği gelişmeyi, İstanbul'da "Ayasofya"nm fatihler üzerinde yaptığı güçlü etkiden sonra büsbütün hızlandırır. Tarihçi Tursun Beg, eserinde, "Ey Sufî, eğer Cennet'i arıyorsan, o Ayasofya'dadır" derken, bu etkiyi dile getirir. İstanbul'un alınmasından kısa bir süre sonra yapılan eserlerin gösterdiği şu: Mimari kompozisyon düşüncesinde -daha önce bulunmayan- "yeni boyutlar" girmiştir. Ve bundan böyle, Türk sanatında görülecek gelişmelerin asıl kaynağı İstanbul ve onun içinde de saray olacaktır. Saray çevresinde gelişen eğilimlerin etkisi, sanatın rotasını belirleyecek, -hemen her alanda olduğu gibi- mimarlıkta da, imparatorluğun her yanma "İstanbul'un kuralları" götürülecektir.

Türk mimarlığı, klasik çağında, evrensel değerde bir yaratış düzeyine varır giderek.

Bu mimari, Osmanlı toplumunun uygarlık yapısının direkt ifadesi olarak da büyük bir belgesel nitelik taşır, Osmanlı tecrübesi, dünyanın en uzun politik tecrübelerinden biridir. Ve dünya uygarlığının doğuşunu gören topraklar üzerinde, Akdeniz çevresinde, bütün geçmiş uygarlıkların verilerini bir ölçüde içererek ortaya çıkmıştır. Bu kadar uzun bir deneyim sonuçlarının sadece onu yaratanların malı olarak kalması imkânı yoktur. Osmanlı anıtsal mimarisinde görülen biçimsel sentez, estetik, teknik ve tarihi nitelikleriyle, sadece Türk ya da sadece İsla-

mi olmaktan çıkarak, insanlığın büyük sanat denemeleri düzeyine erişmiştir.I

Mimarlıkta Batı etkisi ve Batılılaşma

Osmanlı mimarlığı, bir tarih gelir Batı'nın etkisi altına girer, giderek "Batıklaşır." 19. yüzyılda, olanca açıklığıyla görülen bu olay, ne zaman başlar aslında?

Osmanlı mimarlığında Batılı etkiler, 18. yüzyılda, Lale Devri'nde kuvvetle duyulmaya başlanmış olmalı...

Gerçi, 111. Ahmed'in ve vezirlerinin, Kâğıthane ve İstanbul'un başka yerlerinde yaptırdıkları Fransız "Rokoko" stilinden esinlenmiş yapılardan günümüze hiçbir şey kalmamıştır. Ne var ki, 1730'da tahta çıkan I. Mahmud zamanında, Avrupalı sanatçılar eliyle Avrupa "Rokoko" ve "Barok" sanatlarından aktarılarak mimarlığa giren çeşitli motifler, klasik Osmanlı mimarlığının bütün dekoratif niteliklerinin çözülmesine ve -bir daha görülmemek üzere- ortadan kalkmasına neden olmuştur. Bu şaşılacak değişme sonunda, çeşitli biçimler, yerlerini, garip bir şekilde yorumlanmış "Batılı" biçimlere bırakır.

Osmanlı mimarlığının Batılılaşması süreci, 18. yüzyılda başlar; 19. yüzyılda tamamlanır. İlk büyük Batılı yapılar, askerî binalardır. Kısa bir zaman sonra bunlara öğretim kurumlan ile ilgili yapılar katılacaktır.

Ne var ki, Türk mimarlığının içine girdiği bu süreç, bir "ithal ve kopya" sürecidir. Öyle de olacağı açıktı. Çünkü Batı'dan gelen biçim, Türkiye'nin geleneksel kültüründe bulunmayan ve üretilmesi olanaksız bir düşüncenin, tekniğin ve beğeninin ürünüydü. Ancak, yeni gelen biçimin özü, toplum yapısına yabancı kaldığından, dışarıdan getirilenle onu sürdürmek durumunda olan bünye arasında sürekli bir karşıtlık ortaya çıkar.

Hemen her alanda görülen bu olayı, mimarlık alanında da görüyoruz.



Mimarlık ¿ilanında, ilk büyük değişiklikler, Batılı üslupların doğrudan doğruya uygulanması ile ortaya çıkar. “Ampir", “neo-klasik" mimari ürünler, 19. yüzyıl Osmanlı mimarlığının başta gelen üsluplarıdır. Bunların yanı sıra, özellikle büyük sarayların yoğun bir "dekorati- vizm"e düştükleri görülür. Dolmabahçe Sarayı, buna bir örnektir.

Osmanlı mimarlığının son döneminde, özellikle anıtsal büyük yapıların yabancı mimarların elinden çıktığı dikkati çeker. Bu mimarlar, Batı'da, kendi ülkelerinde geçerliği olan mimari akımın örneklerini Türkiye'ye taşırlar. Ve başta İstanbul olmak üzere, imparatorluk toprakları üstünde ilginç yapılar yükselir. Bu ürünlerin yaratıcıları arasında, başlıcaları Gaspare Fossati, Valaury, Rai- mondo d'Aronco, Jachmund'dur.

Ortaya çıkan mimari tablo, değişik etkilerle beslenmiş bir dönemi yansıtır. Son Osmanlı dönemindeki bütün önemli mimarlık ürünlerine damgasını vuran "uzlaşmacılık"tır aslında ve bir tarih gelecek, tepkiyle karşılaşacaktır bu.

1910'lardan kalkarak, Türk mimarlığında "ulusal arayışlar" böyle başlar.

Mimarlıkta '‘ulusal arayışlar”

"Milli edebiyat" akımının doğduğu İkinci Meşrutiyet yılları, mimarlıkta da ulusal arayışların ortaya çıktığı bir dönemdir. Ziya GökalpTe başlayan "Türkçülük akımı", sanatta, özellikle mimari ürünlerin biçimlenişinde de kendini duyurur ve bazı Türk mimarları, Batı'daki gelişmelerden uzak, neoklasik bir anlayışla, klasik Osmanlı dinsel yapılarının dekoratif öğelerini kopya etmeye başlar; "ulusal bir mimarlık" yaratmaya çalışırlar. Bu tür bir anlayışı benimseyip uygulamaya girişen yabancı mimarlar da görülür. Ve böylece, ulusal mimarlık arayışlarının ilk dönemi başlamış olur.



Bu dönemin en ünlü mimarları olan Vedat Tek, Muzaffer Bey ve Kemalettin Bey in yanı sıra, 1882'de kuru-

lıin Sıiıiıiyi-i Nefise Mekteb-i Âlisi'nden çıkan genç mimarlar da bu akımın savunucusu olmuşlardır.

Birinci ulusal mimarlık döneminde, Batı uzlaşmacılığından farklı olarak, ulusal bilinci yaratmak amacıyla Selçuklu, özellikle Osmanlı din ve eğitim kuramlarının mimari öğelerini yeni ürünlerde kullanma yoluna gidilmiş, saçak, pencere, sütun başlıkları gibi mimari öğelerin biçimlenişleri eskisinin -bir anlamda- yinelenmesi olmuştur. Uzlaşmacı bir tutumun ağır bastığı bu dönemde "bölgesel öğelere" daha fazla yer verilmesi olumlu sayılabilir. Ancak, bu dönemde, yapı, mimarın yaratıcı gücünü gösterecek bir görsel eser olarak kabul edilmiş, gereksinmeler ile olanaklar arasında tam bir denge kurulamamıştır.

Çağdaş mimarlık tarihimizde, ulusal mimarlık arayışlarının ilk dönemi 1910-1927 yıllarını kapsar. İkinci dönem başlamadan önce, araya 1927-1933 yıllarını kapsayan ve farklı bir mimarlık anlayışını temsil eden bir parantez girer.

Gerçekten, 1922'den sonra, mimarlık, bir yandan çeşitli amaçlarla yurdumuza gelen yabancı mimar ve hocaların etkisiyle, öte yandan Türk toplumunun sosyal yapısındaki değişikliklerin ışığı altında yeni bir görünüş kazandı. Çoğu Alman ve AvusturyalI olan bu mimarlar, eğitim kuramlarımızın ana eğitim yöntemlerini saptarken, bir yandan da uygulamalarıyla Türk mimarlığındaki birinci ulusal mimarlık dönemini kapatıp, daha çağdaş, daha fonksiyonel mimarlık akımlarının gelişmesini sağlamaya çalıştılar. Kısacası Cumhuriyet dönemindeki mimarlığın 19271933 yılları hep yabancı mimarların etkisinde gelişti. Cumhuriyet Türkiyesi'nin başkenti Ankara, Prof. Helmuth Jan- sen'in hazırladığı plana uygun bir biçimde geliştirilirken; bunu, 1927'de AvusturyalI mimar Prof. Clemens Holz- meister'in Türkiye'ye gelişi izledi. O dönemde yabancı mimarların Türkiye'ye çağrılmasının başlıca nedeni, Ankara'ya "Batılı" bir başkent görünümü kazandırmaktı.



1927-1933 yıllarında uygulanmasına geçilen -Cumhurbaşkanlığı Köşkü, Orduevi, Bakanlıklar gibi- temsilî nitelikteki yapıların görsel görünümleri, Mimar Kemalettin ve

Vedat beylerin biçim anlayışından çok uzaktır. Artık, üslup taklitçiliğine son verilen bu dönemde, Türk mimarlığı, yapılarda anıtsal görünüşün ağır basması, cephelerde kesme taşın egemen oluşu, giriş bölümlerinde sütun düzenlemeleri ve daha bir yığın biçimsel öğelerle nitelik kazanıyordu. Ancak, 1927'den sonra mimarlığımızda başgöste- ren değişikliklerin en önemlisi, biçimlendirmede uluslararası bir öznelliğin egemen oluşudur. Başka bir deyişle, mimarlığımızda, ulusal ya da bölgesel bir öznelliğin biçimsel öğeleri bırakılmış; bunun yerini, yabancı mimarların uluslararası nitelikte sayılabilecek, her ülkede uygulama olanağı bulabilecek biçimsel öğeleri almıştır. Özellikle Clemens Holzmeister'in yapılarında bu özelliği açıkça görebiliriz. Holzmeister, uluslararası mimarlık tutum ve davranışıyla daha sonraki kuşakları da etkilemiştir.

Türkiye'ye gelen bu yabancı mimarlar, önceleri çok olumlu karşılanır, uygulamaları beğenilir. Ne var ki, bir süre sonra tepki başlar kendilerine. Çeşitli eleştirilerin arasında, bu yabancı mimarların uygulamalarının, yani uluslararası mimari tutumun, ulusal duyguları ve toplumun yüzyıllarca gelişmiş estetik anlayışını yansıtmadığı da yer alıyordu. Yabancı mimarlara karşı gittikçe büyüyen tepki, 1940-1950 yıllarında, yeni bir ulusal mimarlık akımının doğmasına yol açar.



1930-1940 yılları arasında ulusal mimarlığa bir "geçiş dönemi" yaşanır. Bu dönem mimarları, yeniden eski Osmanlı klasik yapılarının dekoratif öğelerine, sivil mimarlığın biçimsel özelliklerine, hatta iç düzenlemelerine başvururlar. İlk ulusal mimarlık döneminden farklı olarak, bu dönemde, klasik Osmanlı yapılarındaki kubbe ya da sütun başlıkları olduğu gibi kopya edilmez. Bu mimari öğeler, daha çok amaca uygun, "fonksiyonel" nitelikte kullanılır. Yine aym dönemde, 1937-1938 yıllarında Güzel Sanatlar Akademisinde hocalık yapan Bruno Taut, öğrencileriyle birlikte, Cumhuriyet döneminde -belki- ilk kez, topluma dönük projeler geliştirir. Bütün bu çalışmalar, 1940-1950 yıllarındaki ikinci ulusal mimarlık dönemi gelişmelerine temel olur.

1939'ların Alman mimarlığı, Türkiye'deki ikinci ulusal mimarlık dönemini etkileyen etkenlerden biridir.



Gerçekten, "millilik" anlayışının mimarlarımızca benimsenmesi ve sivil mimari uygulamalarda, klasik Osmanlı motiflerinin yanı sıra anıtsal bir görünüşün egemen olması isteği, o günün Alman mimarlığıyla bir koşutluk gösteriyordu. Gerçekten Alman mimarlığı da, o günkü rejimin gücünü, milliyetçi anlayışım -ama şoven, ırkçı, giderek faşist bir milliyetçiliktir bu- yansıtmaya yönelmişti. Kesme taşın kullanılması, sütun dizilerinin düzeni, mimaride insanı ezen boyutlara gidilmesi, Alman anıtsal mimarlığının başlıca özellikleridir o dönemde. Mimarlığımızı biçim açısından etkileyen bu tutum, o günün Almanya'sıyla olan siyasal ve kültürel ilişkilerimiz yönünden doğaldı. Alman uzmancılığı da diyebileceğimiz bu dönemde, mimarlık eğitimi yapan kurulularımızdaki ileri gelen yabancı öğretim üyelerinin Alman ya da AvusturyalI olması, ikinci ulusal mimarlık akımını etkileyen bir başka nedendir.

Ne var ki, 1940-1950 döneminde de, öteki dönemlerde olduğu gibi, toplum gereksinmelerine bilimsel bir anlayışla eğilinmemiş, mimarlık sanatı tek bir ürün yaratma eylemi olarak düşünülmüştü. Ekonomi ve işgücü yönünden ele alındığında, fonksiyonel olmayan, dekoratif bir mimarlığın ulusal geliri olumsuz biçimde etkilediğinin göz önünde tutulması, toplum gereksinmelerine dönük konut sorununun Türkiye'nin başlıca sorunlarından biri olduğunun anlaşılması, ikinci ulusal mimarlık akımının çöküşünü hazırlayan belli başlı nedenler olur.



Türk mimarlığında bugünkü gelişmeler ve sorunlar

İkinci ulusal mimarlık dönemi sona erdikten sonra, mimarlığımız en özgür dönemine girer. Ama yığınla sorunu da ortaya çıkaran bir dönemdir bu.

1950'lerden sonra, mimarlık eylemlerinde dikkati çeken en büyük özellikler, ünlü mimarların eserlerinin ör-

nek alınması, büyük çapta sanayi binaları yapılması, şehircilik anlaşmalarının hızlanması, kampus planlamalarına ağırlık verilmesidir. Bu ürünlerde, genellikle Le Corbusier, Mies van der Rohe, Frank Lloyd Wright, Walter Gropius, Richard Neutra, Skidmore, Owings ve Merril gibi ünlü mimarların etkileri görülür.

Türk mimarlığının bugünkü sorunlarına gelince... Bu sorunlar, başta "kentleşme"nin doğurduğu sorunlarla yakından ilgilidir.

Önce, nedir kentleşmenin doğurduğu sorunlar?

Bilindiği gibi, Türkiye, 1950'lerden başlayarak, "kırsal etkenlerden kaynaklanan" bir "kentleşme" olayına tanıktır. Köy, kente göç etmektedir. Bu olay, yığınla sorun ortaya çıkarmaktadır. Bu sorunların -Prof. Ruşen Keleş'in toplayıcı görüşüyle2- başlıcaları şunlar:


  • Birinci sorun, Türkiye'de kentleşmenin temel sanayiye dayanan, gelişmeyi gereğince hızlandıran bir yönde olmamasıdır. Üretici güçleri yeterince harekete geçireme- mekten doğan ve emek-sermaye arasındaki sömürü ile devam eden bu sağlıksız kentleşme, özellikle büyük kentlerde, daha çok zanaatlara dayanan, işsizi ve gizli işsizi bol, hizmet kesimlerini kabartan bir süreçtir.

  • İkinci sorun, kentleşmenin Batı Anadolu'ya yönelmiş olmasının bir sonucu olarak, Doğu-Batı arasındaki kentleşme hızlarının farklılaşması ve Türkiye'nin batısının büyük kentlere, uygarlık nimetlerine, doğudan daha çabuk ve daha çok kavuşmasıdır. Buna, "bölgelerarası farklılıklar" ya da "bölgelerarası dengesizlik" adı veriliyor.

  • Üçüncü sorun, köylerle kentler arasındaki gelir ve yaşam düzeyi farklılıklarının gittikçe büyümesidir. Tarımda ve tarımdışı kesimlerde kişi başına düşen gelir karşılaştırması, köy-kent farklılığının açık bir göstergesidir.

  • Son bir sorun olarak, kentleşme ile, köy-kent arasındaki farklılıklar -az çok değişme ile- kentlere de taşınmakta; bazı kimselerin -yanlış olarak- "kentlerin köyleşmesi ya da kasabalaşması" adını verdikleri olay ortaya çıkmaktadır.

Ruşen Keleş, Türkiye'de Şehirleşme, Konut ve Gecekondu, İstanbul, 1972, s. 40-41. ‘

btıtı


Ikı.şka boyutlardı) sorunları da vardır kentleşmenin.

Yüklə 1,37 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   38   39   40   41   42   43   44   45   46




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©www.genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə