Türk ceza hukuku ders notlari içindekiler 1 önsöz 22 BİRİNCİ BÖLÜM 16 ceza hukuku düzeni 16



Yüklə 2,65 Mb.
səhifə11/42
tarix29.11.2017
ölçüsü2,65 Mb.
#13150
1   ...   7   8   9   10   11   12   13   14   ...   42

İKİNCİ BÖLÜM

SUÇ



BİRİNCİ BAŞLIK

GENEL OLARAK SUÇ




I. Suç kavramı, A. Suçun şekli tanımı, B. Suçun maddi tanımı, II.. Suç ve hukuka aykırı diğer fiiller, III. Suçun cürüm ve kabahat olarak ayrımlısı, A. Genel olarak suçların ayrılması konusu, B. Suçların ağırlıkları esas olmak üzere ayrılması, IV. Suçun ayrıştırılması, V. Suçun unsurlarının ikili ve üçlü ayırımı, VI. Suçun önşartı, fiilin önşartı, VII. Cezalandırılabilme şartı

I. SUÇ KAVRAMI

Suç nedir diye sorulduğunda, bu kavramın ceza hukuku düzeninden, yani ceza kanunundan kaynaklandığı görülmektedir. Bu, tüm olgusallığına rağmen, suçun, doğal olgular alemine değil, normatif olgular alemine ait bir kavram olması demektir. Gerçekten, suç, olgusal anlamda deneye dayalı bir doğrulamanın değil, beşeri bir davranış üzerine verilen bir değer hükmünün ürünüdür. Bundan dolayı her suç, kendine vücut veren bir kuralı, yani bir kanun hükmünü zorunlu kılmaktadır. Ortada bir değerlendirme, açıkçası bir kanun hükmü yoksa, suç da yoktur, sadece zararlı veya yararlı, ya da haz veya acı veren fiiller vardır. Suçun belirtilen bu karakteri, onun şekli ve maddi tanımına yer vermektedir.


A. Suçun Şekli Tanımı

Suçun şekli tanımında, kanun koyucuyu bir fiili suç saymaya iten nedenlere bakılmamakta, belli bir hukuk düzeninde suç olan fiiller belirlenmek istenmektedir. Bu yaklaşımda, suç, hukuk düzeninin kendisine bir ceza müeyyidesi bağladığı beşeri her fiildir. Başka bir deyişle, suç, insanın ceza hukukunca yasaklanan fiilleridir. Hatta, çoğu kez, suç, ceza kanununun ihlali olarak tanımlanmaktadır.

Suç, burada, soyut bir yapı olarak, yani kanun koyucunun belirlediği ´tipik‘ ipotezler olarak ( ör. adam öldürme, hakaret, hırsızlık, vs.) göz önüne alınmaktadır. “Kavramsal” dediğimiz bu görünümünde suç, kuşkusuz kanunun bir ceza tehdidiyle yasaklamış olduğu beşeri fiildir. Ancak suç, somut bir yapı olarak, yani hayatta gerçekleşen bir fiil olarak da göz önüne alınabilir. “Olgusal” dediğimiz bu görünümünde suç, kanunca biçimlendirilmiş olan tipik ipotezi gerçekleştiren fiildir. Açıkçası, bu anlamda suç, kanunun işleyenini bir ceza tehdidi altına sokarak soyut düzeyde öngördüğü beşeri bir fiildir. Bu halde, bir fiilin suç olup olmadığını belirlemede, sadece fiilin kuralla benzeşiminin tespiti yetmemekte, ayrıca hukuka uygunluk nedenlerinin de bulunmaması gerekmektedir.

Öte yandan, suçun bu tanımı, onun hukukun genel teorisindeki yerini de belirlemektedir. Hukukun genel teorisinde, suç, ´hukuki fiiller‘ arasında ifadesini bulmaktadır. Ancak, suç, ´tabii fiiller‘ kümesine değil, ´iradi fiiller‘ kümesine girmektedir. Suç, bu küme içerisinde ´hukuka uygun fiiller‘ arasında değil, doğal olarak ´hukuka aykırı fiiller‘ arasında yer almaktadır.


B. Suçun Maddi Tanımı

Kanunun cezalandırdığı fiiller olarak algılanmasının filozof, sosyolog ve antropolog tarafından “gereksiz yineleme” biçiminde değerlendirilmesi reddedilerek suçun yegane tanımının onun şekli tanımı olduğu ileri sürülmüş olmasına rağmen204, tek başına şekli tanımı suçu tanımada yeterli bulunmamakta, suçun özünde ne olduğu araştırılmak istenmektedir. Gerçekten, suç eğer beşeri fiiller üzerine kanun koyucularca oluşturulan bir değer hükmüyse, yani hepsi değil de birçoğu içinden seçilen bazı beşeri fiiller suç sayılıyorsa, salt şekli bir tanımla yetinmek olmaz, ayrıca bu fiillerin suç sayılmasını zorunlu kılan özün neden ibaret olduğunun araştırılması da gerekir.

Suçun maddi ayırıcı niteliğinin zaten şekli tanımında yer aldığı düşüncesine rağmen205 , bu konudaki düşüncelerin temelde iki kümeye ayrıldığı görülmektedir. Kimi suçu tanımlarken tanımda hareket noktasını hukuk düzeninin dışından seçmekte, kimi hukuk düzeninin içinde kalarak buradan elde ettiği verilerle suçu tanımlamaya çalışmaktadır.

Hukukun dışındaki bir değerden hareketle suçu tanımlamaya kalkan felsefi - Etik kökenli bir düşüncede suç, etik düzeni ağır bir biçimde ihlal eden, o nedenle de Devletçe hoş görülmeyecek olan bir fiildir206. Ancak, söz konusu düşüncenin hukuki gerçeklikle bağdaşmadığı, çünkü yaşayan hukuk düzenlerinin etik değerlere aykırı olarak nitelendirilmesine imkan olmayan birçok fiili suç saydığının gözlendiği söylenmektedir. Bu bir yana, ör. taksirli suçlar, kabahatler söz konusu olduğunda, etik düzenin ağır bir biçimde ihlal edildiğini söylemek, mantıksal soyut bir düşünce şemasına sadık kalmak uğruna, gerçeği tahrif etmektir. “Tabii suç” kavramından hareket eden benzer nitelikteki diğer bir düşüncede suç, uygar toplumlardaki ortalama değer hükümlerine göre topluma zararlı fiillerle doğruluk ve merhamet duygularının esasını oluşturan özgecil duyguların ihlal edilmesi olarak tanımlanmaktadır207. Bu düşünce eleştirilmiştir. Gerçekten, denmektedir ki, suçlar sadece doğruluk ve merhamet duygularını değil, diğer duyguları ( ör. ar, haya, din duygusu, vatana bağlılık,vs.) da ihlal etmektedirler. Ayrıca, ortalama ahlaki değerlerle çatışmadıkları halde, günümüz hukuk düzenlerinde suç sayılmakta olan fiillere sıkça rastlandığı görülmektedir. Elbette, bu eleştiriler, suçların belli bir dönemde ulusun ortalama ahlaki duygularını ihlal eden, hayat koşullarını bozan, antisosyal (bencil ) ferdî saiklerden kaynaklanan fiiller olarak algılayan sosyolojik kökenli bazı düşünceler208 hakkında da geçerlidir.Bir başka düşünce, suçu, hukuk normunu koyan yetkili kimselerin takdirine göre toplumun varlığını ve muhafazasını imkansız kılan veya ağır tehlikeye sokan beşeri fiiller olarak tanımlamaktadır209. Bu düşünce de kabul edilmemiştir, çünkü tanım sadece çok ağır suçlara uymakta, hafif suçların varlığını açıklayamamaktadır. Gerçekten, kim diyebilir ki, ör. hakaret ve sövme suçları ( CK. m. 125 ), düşman Devletten nişan veya aylık alma suçu ( CK. m. 325 ) ve ayrıca kabahat suçlarının büyük bir bölümü toplumun varlığını ve muhafazasını imkansız kılmaktadır veya ağır tehlikeye koymaktadır ? Kaldı ki, suçları sadece toplumun varlığını ve muhafazasını tehlikeye sokan bir tehdit olarak algılamak da doğru değildir, çünkü bugünkü hukuk düzenlerinde, muhafaza edici işlevi yanında, toplumda ilerlemeyi sağlamak istediğinden, evrimci işlevi olan ceza normlarına da rastlanmaktadır.

Hukukun dışındaki değerlerden hareketle yapılan bu tanımların çıkmazları karşısında, suçun hukuki gerçekliğe uygun maddi bir tanımı, hukukun içinde kalınarak yapılmak istenmiştir. Gerçekten, denmektedir ki, suçun hukuki gerçekliğe uygun maddi bir tanımı, ancak kişileri kurallarına uydurmada Devletin ne zaman cezaya baş vurduğunu belirlemekle mümkündür: Ceza en ağır bir müeyyidedir. O sadece kendisine çarptırılan bakımından değil, aynı zamanda Devlet bakımından da katlanılması zor bir kötülüktür. Bundan ötürü Devletin kurallarına uyulmasının sağlanmasında ceza, kendisine ilk ağızda değil, en sonunda başvurulabilecek hukuki bir tedbirdir.Bu demektir ki, ceza, öteki müeyyideler karşısında “yardımcı” konumundadır.Ancak, bu ifadeden, toplumu en çok ilgilendiren kurallara riayeti teminde kanun koyucunun mutlaka cezaya başvurmaya zorunlu olduğu sonucunu çıkarmamak gerekir, çünkü ceza, düşünülenin tersine, her zaman hukuka aykırı fiilin ağırlığının bir göstergesi değildir. Elbette, kanun koyucu, konulan ödeve pek çok değer verdiğinde ve ihlali önleme teşebbüsünde en etkin enerjiyi kullanmak istediğinde cezaya başvurmaktadır. Ancak öteki müeyyideler yeterli ya da pratikte mümkün olmadığı için de bu müeyyidenin zorunlu olabildiği birçok hal mevcut bulunmaktadır. Özellikle zararın tazmini gerek suça özgü zararın sadece bir kısmını karşılaması, gerekse imkanları olan veya böyle gözüken kimse karşısında tamamen etkisiz olması dolayısıyla yeterli olmamaktadır. Öte yandan, birçok halde, ortada ödetilebilecek bir zarar olmadığından, bu tür bir müeyyidenin uygulanmasına imkan bulunmamaktadır. Sonuç olarak, öteki müeyyidelerin “yetersizliği” veya “imkansızlığı”, Devleti, önemsiz fiilleri yasaklamada da, ceza müeyyidelerinin kolayca derecelendirilebilir ve hafif biçimler kazanabilir olması dolayısıyla, cezaya başvurmaya zorlamaktadır. Tüm uygar ülkelerde, hukuka aykırı fiiller arasında toplumsal açıdan en az önemi olan kabahatlere doğal olarak sadece cezanın uygulanması, böylece açıklanmış olmaktadır. Demek ki, bu düşüncede, maddi anlamda suç, kanun koyucunun değerlendirmesine göre, Devletin amaçlarıyla çatışan ve müeyyide olarak cezayı gerektiren beşeri davranışlar olmaktadır210.

Suç, burada, tanımında ölçü olarak ceza alındığından, hukukun içinde kalınarak tanımlanmış olmamaktadır. Kim ne denirse densin, suç, belirtilen ölçü içerisinde kalındığında sonunda kanun koyucunun bir takdiri işlemi olmaktadır. Gerçekten, hangi açıdan bakılırsa bakılsın, suç, hukuki bir kavramdır, yani özünde beşeri fiiller üzerine oluşturulan bir değer hükmüdür. Elbette, nerede bir değer hükmü, dolayısıyla bir değerlendirme olayı varsa, orada işin icabı olarak Devletin bir takdir olayı da vardır. Bunun tersi kanıtlanmış değildir. Evrensel olarak her halde kendiliğinden suç olan tek bir fiile bile rastlanmış olmadığına bakılırsa, tarihi deneyim, “Devletin amaçları” , “bu amaçlarla çatışan beşeri fiiller” ve “cezanın zorunluluğu” göz önüne alınarak verilen değer hükümlerinin yerden yere, devirden devire farklı olduğunu göstermektedir. Böyle olduğu içindir ki, uygarlığın bugünkü kesitinde, evrensel bir tek ceza hukuku düzenine değil, aralarında ilkesel köklü benzerlikler de bulunsa, farklı birçok ceza hukuku düzenine rastlanmaktadır211.

Özetlersek, suç, bizce, beşeri davranışlar üzerine hukuk kuralları oluşturmaya yetkili kimsenin değerlendirmelerine göre Devletin amaçlarıyla çatışan, etkin bir biçimde yasaklanmaları ancak bir ceza müeyyidesiyle sağlanabilen fiillerdir. Tabii, burada, Devletin amaçlarıyla çatışan fiillerden maksat, değerlendirmeye yetkili kimsenin kanaatine göre toplumun var olması şartlarına zarar veren veya toplumun ilerlemesini engelleyen beşeri davranışlardır.

II. SUÇ VE HUKUKA AYKIRI DİĞER FİİLLER


Suç hukuka aykırı fiiller arasında yer almış olmakla birlikte, suçla hukuka aykırı diğer fiiller aynı şey olmadıklarından, suçu hukuka aykırı diğer fiillerden, özellikle haksız fiillerden ayırmak bir zorunluluktur. Tabii, bu, ancak suçu tanımlamakla mümkündür, çünkü suçu tanımlamak demek, aynı zamanda onu benzerlerinden ayırmak demektir. Kuşkusuz, suç tanımlanmış olunca, hukuka aykırı diğer fiillerden de ayrılmış olacaktır.

Doktrinde suçu hukuka aykırı diğer fiillerden ayırma konusunda ileri sürülmüş olan fikirler hem çoktur hem de çeşitlidir. Ancak, belirtelim ki, bunların suçu hukuka aykırı diğer fiillerden , özellikle haksız fiillerden ayırmada, suça özgü maddi bir nitelik arama çabaları, başarılı olamamıştır. Bundan ötürü, burada, sadece bir fikir vermek amacıyla, bu düşüncelerin bazılarına değinilmekle yetinilecektir.

Haksız fiilin bir “hakkı” suçun bir “hukuku” ihlal ettiği ileri sürülmüştür . Bu düşünce tutarlı bulunmamıştır, çünkü hukuk ihlal edilmeden hak nasıl ihlal edilebilir, anlaşılamamaktadır. Suç bir kamu hukuku normunun, haksız fiil bir özel hukuk normunun ihlalidir denmektedir. Özel hukuk-kamu hukuku ayırımının yapaylığı iddiası bir yana, kamu hukuku ihlallerinin bir çoğu cezayla karşılanmazken, tamamen özel bir değer veya menfaatin ihlalinin suç olduğu ( ör. mala karşı cürümler ) gözlenmektedir. Haksiz fiilin Devletin iradesini dolaylı, suçun dolaysız yoldan ihlal ettiği söylenmektedir. Bu düşünce yukarıdaki ikinci düşüncenin farklı bir ifadesidir, onun için söylenenler bunun için de geçerlidir. Suç korku veya alarm doğurmakta, dolayısıyla kamusal huzuru bozmakta, buna karşılık haksız fiil sadece kişisel huzuru bozmaktadır denmektedir.Gene bu doğrultuda olmak üzere, giderilebilen kişisel bir zarar haksız fiile, giderilemeyen toplumsal bir zarar suça vücut verir denmektedir212. Ancak, tehlike suçlarında bir zararın varlığının tartışmasız kabul edilmesi bir yana, zararı tamamen giderilebilen suçlar yanında ( ör.mala karşı cürümler ) zararın çok az veya önemsiz olduğu suçlara ( ör., CK.m. 196 ) da rastlanmaktadır. Buna karşılık, özel hukuka aykırı bazı fiillerde, ör. evlenme engeli olanların bir şekilde evlenmelerinde, zararın giderilemezliği yanında kamusallığı ortadadır.Denmektedir ki, haksız fiil sadece toplumsal zarar, suç toplumsal tehlike yaratmaktadır. Bundan ötürü, zararın giderilmesini amaçladıklarından hukuki müeyyide onarıcı karakteri haizken, bir tehlikeyi, açıkçası suçtan gelen dolaylı toplumsal tehlikeyi önlemeyi amaçladıklarından cezai müeyyideler önleyici ve savunucu karakteri haizdirler. Kuşku yoktur ki, adam öldürme, hırsızlık , vs., bir tehlike oluştururken, borcunu süresinde yerine getirmeyen borçlunun davranışı her hangi bir tehlike oluşturmamaktadır213. Bu düşünce tutarsızdır. Öyle özel hukuk yükümlülükleri vardır ki, bunların ihlali, ör. önemli bir sözleşmenin kasten yerine getirilmemesi, önemsiz bir kabahat suçundan çok daha fazla toplum vicdanını zedeler, halkı tedirgin eder, kişiler arasında korku yaratır. Öte yandan, herkesin vecibelerini yerine getirmeyebileceği ilkesi kabul edilmiş olsaydı toplum dağılmış olurdu214. Tabii, böyle bir durum, toplumu ör. hırsızlık, dolandırıcılık vs. suçlarının soktuğu tehlikeden çok daha ağır bir tehlikeye sokabilmektedir. Ayrıca, bu düşüncenin, sonunda cezaya yalnızca bir önleme ve savunma işlevi verdiği, böylece onun esasını oluşturan ödetme karakterini ihmal ettiği ileri sürülmektedir.

Özünü esas alarak suçu hukuka aykırı diğer fiillerden ayırmaya çalışan bu düşüncelerin başarısızlığından, suçla hukuka aykırı diğer fiiller arasında bunların özüne özgü bir niteliğin bulunmadığı sonucu ortaya çıkmaktadır. Bu, suçun hukuka aykırı diğer fiillerden, özellikle haksız fiillerden özü itibariyle değil, sadece biçimi itibariyle ayrılması demektir. Hukuka aykırı fiiller arasında kanun koyucunun sadece “ceza” ile müeyyidelendirdiği fiiller suçtur. Bunun dışında, özel hukuk müeyyideleriyle (zararın tazmini,eski hale getirme, vs.) müeyyidelendirilen hukuka aykırı fiiller haksız fiildir215.

Öte yandan, burada, “idari ceza” ile müeyyidelendirilmiş olan hukuka aykırı fiillerle, yani “idari suçlar” ile ceza ile müeyyidelendirilmiş olan hukuka aykırı fiilleri, yani “suçları” aynı tutmamak gerekmektedir. Bunlar, yukarıda belirtildiği üzere, özde aynı olan, ama biçimde farklı olan fiillerdir. Kısacası, müeyyidenin türü, hukuka aykırı fiilin türünü de belirlemektedir. Böyle olunca, kanun koyucunun, hukuka aykırı fiillerden “ceza müeyyidesi” ile cezalandırdığı fiiller suç, buna karşılık “idari ceza müeyyidesi” ile cezalandırdığı fiiller “ idari suç” olmaktadır216.


III. Suçların Cürüm ve Kabahat Olarak Ayrılması



A. Genel Olarak


Suçlar, bazı hukuk düzenlerinde, ör. 1810 tarihli Fransız Ceza Kanunu, cürüm,cünha ve kabahat olarak, bazı hukuk düzenlerinde, ör.1889 tarihli İtalyan Ceza Kanunu, cürüm ve kabahat olarak ayrılmaktadır.

1930 tarihli İtalyan Ceza Kanunda suçlar cürümler ve kabahatlerdir. Geçen yüzyılın ikinci yarısından sonra ortaya çıkan kanunun suç saydığı bazı fiilleri suç olmaktan çıkarma (Depenalizzazione ) akımının etkisi ile en başta “mağduru gayri muayyen suçlar” suç olmaktan çıkarılarak Kanunda belli bir rahatlama sağlanmış olmakla birlikte, cürüm ve kabahat ayırımına dokunulmamıştır.

Kanun, kabahat suçlarına, “Üçüncü kitabında “, seksen dört maddeden ibaret olarak yer verilmiştir. Bu ülkede, hukukçu, bazı moda akımların etkisinde kalarak, kanunun insicamını bozma yoluna gitmemiştir.

Yürürlükten kalkmış bulunan 765 sayılı Türk Ceza Kanunu, suçları, cürüm veya kabahat ( m. 1 ) olarak ayırmıştır. Kanunun suç saydığı bazı fiilleri suç olmaktan çıkarma düşüncesi ülkemizde de izlenmiş, bu bağlamda olmak üzere, Mahkemelerin iş yükünü azaltmak için, bir yandan yürürlükten kaldırılmış bulunan CMUK’ un “Şahsi Dava “, “ Sulh Ceza Hakiminin Ceza Kararnamesi” kurumlanın kapsamı ve sınırları genişletilirken, öte yandan Kanunun 119. maddesi tamamen değiştirilerek özellikle kabahat suçlarında “ kamu davası “ açılması yoluna gidilmeden uyuşmazlığın Cumhuriyet savcılığında çözülmesi imkanları artırılmıştır.

5237 Sayılı Türk Ceza Kanunu, suçların cürümler ve kabahatler olarak bir ayırımına yer vermemiştir. Gerçekten, Kanunun 2. maddesinin gerekçesinde, Cumhuriyetin kurulmasından bugüne kadar ceza kanununun bir parçası olarak varlığını sürdüren kabahatleri niçin “ suç “ saymadığının nedenini açıklanmamış, sadece “ Suçlar arasında cürüm ve kabahat ayırımı kaldırıldığı için, Tasarının “ Suçlar, cürüm ve kabahattir “ şeklindeki ikinci fıkrası metinden çıkarılmıştır “ demekle yetinmiştir.

Daha sonra, 5326 sayılı Kabahatler Kanunu çıkarılmıştır. Bu kanun, 2. maddesinde kabahatleri, “Kabahat deyiminden, kanunun, karşılığında idari yaptırımlar öngördüğü haksızlık anlaşılır “ biçiminde tanımlamıştır217


B. Suçların Ağırlıkları Esas Olmak Üzere Ayrılması

Suçların ağırlıkları esas olmak üzere ayrılması eskiden beri mevcuttur. Gerçekten, suçların, cürüm, cünha ve kabahat olarak ayrılması ile birlikte doktrinde tartışmalar da başlamıştır.

Ancak, suçların hafif, ağır, en ağır olarak ayırımı, akla uygun gelmekle birlikte, ikili veya üçlü ayırımdan birinin kabulü, tüm tartışmalara rağmen, esasen suçların özünden gelen bir zorunluluk değildir. Bu, sadece kanun koyucunun bir tercihidir.

Uzun bir süre, doktrin, cürüm ve kabahatleri ayırt etmeye yarayan maddi bir ölçüt bulma çabası içerisinde olmuştur. Gerçekten, tabii hukukçu düşünürler, Beccaria, Carmignani, Carrara, cürümlerin kişinin veya toplumun güvenliğini ihlal ettiğini, dolayısıyla bunların özünde kınanır fiiller olduğunu, buna karşılık kabahatlerin sadece kamusal iyiliği geliştirmeyi amaçlayan kanunların ihlalini oluşturduğunu ileri sürmektedirler. Tabii hukuk düşüncesini reddeden görüşler bir yana, denmektedir ki, bu düşünce, hukuki gerçekliğe cevap vermemektedir. Gerçekten, kabahatlerin tersine olarak, cürümlerin sadece özünde kınanır fiiller olduğunu söylemek (mala in se ) mümkün değildir, çünkü Devletin toplumsal ve siyasi buyruklarıyla bağımlı öyle bazı cürümler bulunmaktadır ki, bunların salt siyasi oluşumlar oldukları ( mala quia prohibita ) gözlenmektedir. Impallomeni, Zerboglio, vs’ in savunduğu başka bir düşünce, cürümlerin uygarca yaşamın asli, kalıcı ve temel şartlarını, kabahatlerin sadece arizî, talî şartlarını ihlal ettiğini ileri sürmektedir. Ortaya konan ölçütün belirsizliği bir yana, cürümlerden farksız olarak kabahatler de, toplumsal hayatın temel şartlarını ihlal edebilirler. Tek bir farkla ki, kabahatlerde ortak hayatın temel şartlarını ihlalin derecesi, cürümlerde olana oranla çok daha az olmaktadır. Rocco’ un ileri sürdüğü oldukça önemli görülen bir düşünce, kabahatleri, gerek idari / güvenlik polisinin faaliyetinde, gerekse uygarca yaşamın iyileştirilmesi amacına matuf sosyal, idari faaliyette ifadesini bulan Devletin idari menfaatine aykırı icra veya ihmal fiili olarak algılamaktadır. Bu düşünce de cürümlerle kabahatleri ayırt etmeye elverişli güvenilir bir ölçüt ortaya koyabilmiş değildir. Bu konuda, bugün, bir yandan Devletin dayanışmacı düşünceden mülhem müdahaleci işlevi giderek artarken, öte yandan bununla paralel olarak Devletin geniş anlamda idari faaliyetlerinin himayesi zımnında konan cürmî ipotezler de giderek artmaktadır denmektedir. Son olarak, Zanardelli Kanununun gerekçesinde yer alan düşüncede, hukuki bir zarar doğuran fiiller cürüm, özünde zararsız olmalarına rağmen, başkalarının hakları veya kamunun huzuru bakımından bir tehlike doğuran fiiller kabahattir218. Bir yerde gerçeği ifade etmekle birlikte bu düşüncenin cürüm ve kabahatleri ayırt etmede doğru bir ölçüt ortaya koyduğu söylenemez, çünkü kabahat suçları arasında da, ferdi veya kamusal zarar doğuran fiillere rastlanmaktadır219.

Görüldüğü üzere, tüm çabalara rağmen, suçları cürüm ve kabahat olarak ayırmada işe yarar maddi veya niteliksel bir ölçüt bulunabilmiş değildir. Böyle olunca, suçların cürüm ve kabahat olarak ayrılması, ancak niceliksel bir ölçüte dayanılarak açıklanabilir. Kuşkusuz, kabahatler cürümlere nazaran “cüce suçlar” dırlar220. Bu nedenle, eğer cürüm ve kabahat ayırımı yapılacaksa, kabahatlerin, aynı kanunda, ama cürümlerden ayrı olarak düzenlenmesi gerekmektedir. 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu, öncede belirtildiği üzere cürüm-kabahat ayırımını görünüşte kaldırmıştır. Kabahatler “ Kabahatler Kanunu” adı ile ayrı bir kanunda düzenlenmiştir. Kanunun, 2. maddesinde, “ Kabahat deyiminden; kanunun, karşılığında idari yaptırım öngördüğü haksızlık anlaşılır” demesine rağmen, kabahatlerin idare hukukunun konusunu değil, düzenlenişleri bakımından adili işlemler olduklarından, hala ceza hukukunun konusunu oluşturduğunu düşünüyoruz.

Bugün, kendisini oldukça çok hissettiren bir eğilim, kabahat suçlarını ceza hukukundan, pek tabii ceza kanunlarından çıkararak idare hukuku alanına sokmak, yani “idari suçlar” haline getirmek istemektedir. Eğilim kuramsal değil, daha çok pratik nedenlere, özellikle hafif suçları yargılamanın ceza hakiminin işini ağırlaştırdığı, ayrıca hantallaştırdığı düşüncesine dayanmaktadır. Hatta, bu konuda çok daha ileriye gidildiği gözlenmektedir: Kendisini Avrupa Konseyinde hissettiren ve bugünkü tarihi - toplumsal deneyimlerimize göre hayalden öte pek fazla bir değer ifade etmeyen diğer bir eğilim, sadece kabahat suçlarını değil, cürüm suçlarının da, suç olmaktan çıkarılmasını, hatta giderek ceza hukukuna ihtiyaç olmayan bir toplumun yaratılmasını istemektedir221 .

Bu akımın ülkemizde etkisini göstermesinden değil, daha çok başka bir ceza hukuku sistemine öykünüldüğünden, kabahat suçları, ayrıca çıkarılan 5326 sayılı Kabahatler Kanunu ile “idari suçlar “ haline getirilmek istenmiştir. Kanunu, öncede belirtildiği üzere cürüm-kabahat ayırımını görünüşte kaldırmıştır. Gerçekten, Kanunun, 2. maddesinde, “ Kabahat deyiminden; kanunun, karşılığında idari yaptırım öngördüğü haksızlık anlaşılır” demesine rağmen, kabahatlerin idare hukukunun değil, düzenlenişleri bakımından hala ceza hukukunun konusunu oluşturduğunu düşünüyoruz. Kanunun düzenlemesine bakılırsa, kabahatler, tarihi kanun koyucunun iradesinin aksine, idari suçlar olmamışlar, bu kez “ adlî suçlar “ olmuşlardır222. Yapılan yenilik ( ! ), yargının işini azaltmayacaktır, tersine artıracaktır. Bunun bireyi teminatsız kılmanın ötesinde başka bir işe yarayabileceğini düşünmüyoruz. Yaşayarak göreceğiz.


 IV. SUÇLARIN AYRIŞTIRILMASI

Böylece, suç, tanımlanmış olmaktadır. Suçu tanımlamak, suçu bir bütün olarak algılamaktır. Ancak suçun tam bir bilgisine ulaşılmak istendiğinde suçu tek başına tanımlama yetmemekte, ayrıca tanımı ayrıştırmak da gerekmektedir, çünkü tanımlamak, sonunda bir ayrıştırmaktır, yani bir kavramı kendisini oluşturan unsurlara ayırmaktır.

Böyle olunca, suçun ayrıştırılması, suçun tanımının zorunlu bir sonucu olmaktadır. Suçun kanundaki tanımını oluşturan unsurların neden ibaret olduğu bilinirse, doğal olarak kanunun fiilen yasaklamış olduğu şeyin neden ibaret olduğu da bilinecek, böylece somut fiilin tanıma uygunluğu, öyleyse cezalandırılabilir olduğu tespit edilmiş olacaktır. Bu düşünceden hareket eden doktrin, suçu tıpkı bir “madde” gibi algılamış, maddenin ayrıştırılmasına benzer olarak, suçu oluşturan ayrışmaz unsurlara / elementlere ulaşmaya çalışmış, bu biçimde elde ettiği her bir unsuru bir diğeriyle birleşerek oluşturduğu bütünden ayrı, bağımsız bir şey olarak incelemek istemiştir. Gerçekten, doktrin, suçun analitik incelemesini çok fazla derinleştirmiş, ancak bağlı olduğu metodolojinin bir sonucu olarak düşüncenin berraklığına yaramayan soyutlamalara gitmiş, ayrıntılara saplanarak sonunda karışık, abartmalı açıklamalara ulaşmıştır. Hepsi bir yana, söz konusu doktrin sadece suçu birçok parçaya ayırmakla kalmamış, ama her bir parçayı kendinden hayatiyeti olan bir varlık olarak görmüş, böylece suçu birbirinden tümden farklı unsurların toplamından oluşan bir bütüne indirgemiştir.

Salt mekaniksel bir anlayışın ürünü olan bu düşünce, en başta, suçun bütüncü anlayışı yanında çözümcü anlayışını da zorunlu gören, ama bu biçimdeki bir çözümcülüğü suçun gerçekliğine aykırı bulan düşüncelerce eleştirilmiştir. Kısaca denmektedir ki, suç tümden organik bir yapıdır, farklı görünümleri olmakla birlikte, hiçbir biçimde bölünebilir olmayan yekpare bir bütündür. Böyle olunca, suçun özü, gerçekliği ne onu oluşturan münferit parçalardadır, ne de bunların toplamındadır, ama bunların her birinde ve öz birliğindedir. Öte yandan, madem suç bölünmez bir bütün / birlik oluşturmaktadır, temel nitelikleri, aralarında ayrılmaz bir biçimde, bağıntılı olmak zorundadırlar. Öyle ki, bunların hiçbiri, bir diğeriyle bir bağıntı içinde olmadıkça, tam olarak kavranmış olmamalıdır.

Hemen hemen aynı gerekçelerle, suçun maddi bir anlayışından hareket eden diğer bir düşünce, suçun ayrıştırılması fikrine tümden karşı çıkmakta, suçun ancak “sentetik” olarak incelenebileceğini ileri sürmektedir. Bu düşüncede, suç, çeşitli görünümleri olmakla birlikte, münferit unsurlarına ayrışmasına izin vermeyen, tek bir parçadan oluşmuş, bölünmez bir bütündür. Temelini “usdışıcılık” anlayışında bulan bu düşünce, suçun esasını kavramanın, her bir unsurunda suçu, suçta her bir unsurunu duymanın, ancak “sezgisel” bir usulle mümkün olabileceği kanaatindedir. Kuşkusuz, ayrıştırmak tanımlamak kavramının zorunlu bir sonucu olduğundan, suçu ayrıştırmayı tümden reddeden bu düşünce tutarlı değildir. Zaten suçun bu biçimde bütüncü bir anlayışının, sonunda sezgisel ve akıldışı kuruntular alanında bittiği söylenmektedir223.

Bu durum karşısında, suçu incelemenin tek yolu, suçu ayrıştırmak olmaktadır. Ancak suçu ayrıştırırken, genelin dendiği gibi, “doğru yol” kaybedilmemeli, suçu oluşturan unsurlar arasındaki sıkı ve köklü ilişki gözden uzak tutulmamalıdır. Unutmamak gerekir ki, suç, esası itibariyle bütüncül, organik bakımdan homojen bir kurum teşkil etmektedir. Öyleyse suçu ayrıştırmak başlı başına bir amaç olmamalıdır, ama suç denen kendine özgü bütünü iyi anlayabilmede sadece bir vasıta olmalıdır.

Suçu ayrıştırırken esaslı / asli unsurları tali / ek unsurlardan ayırmak gerekmektedir. Suçun esasını, aslını teşkil eden, yani olmadıklarında bir suçun veya belli bir suçun oluşmasına imkan vermeyen unsurlar asli unsurlardır. Bu unsurlara kurucu unsurlar da denmektedir.Buna karşılık, varlığı veya yokluğu bir suçun veya belli bir suçun varlığı üzerine etkili olmayan, ama suçun ağırlığı üzerine ve daha genel olarak ceza üzerine etkili unsurlar tali unsurlardır. Bu nitelikteki unsurlara genelde “suçun halleri” denmektedir.

Suçun asli unsurları kendi içerisinde genel asli unsurlar ve özel asli unsurlar olarak ayrılmaktadırlar. Suçların tümüne özgü unsurlar, yani her suçta bulunması gereken unsurlar genel asli unsurlar, buna karşılık kanun koyucunun tanımlayarak tek tek belirlediği her bir suçu (adam öldürme, hakaret, hırsızlık, vs.) oluşturan unsurlar özel asli unsurlardır. Suçun genel asli unsurları CK’ un birinci kitabında yer almıştır. Suçların özel asli unsurları, CK’ un ikinci kitabında ve ceza hükmünü haiz diğer kanunlarda yer almaktadır.


V. SUÇUN UNSURLARINA İKİLİ VE ÜÇLÜ AYIRIMI

Tanımının ayrıştırılmasını zorunlu kılması, suçun nasıl ayrıştırılabileceği meselesini ortaya çıkarmıştır. Bu husus, kullanılan terim de dahil, doktrinde tartışma konusu olmuştur224 . Ancak, çok farklı çözümlere rastlanmakla birlikte, suç, genelde ya iki ya da üç unsura ayrıştırılmaktadır.

Üçlü ayırımda suç, hukuka aykırı, kusurlu bir fiildir225. Burada, fiilden, objektif ve sübjektif bütünlüğünde geniş anlamda fiil değil, sadece maddi fiil, yani objektif unsurlar (hareket, illiyet bağı, netice ); hukuka aykırılıktan, fiili objektif ve sübjektif olarak tümden kapsayan, dolayısıyla suçun esasını / özünü oluşturan “ihlal” değil, ama sadece maddi fiilin hukuk düzeniyle çatışması, yani fiilin “objektif haksızlığı”; kusurluluktan, kasıt veya taksir biçiminde tezahür eden kınanabilir irade anlaşılmaktadır. Ancak, hukuka uygunluk nedenlerinin sistemli bir açıklamasına ulaşmak amacıyla maddi fiil ve kusurluluk yanında “hukuka objektif aykırılığı” unsur sayan bu düşünce eleştirilmiştir. Denmektedir ki, unsurlar arasında bir homojenlik bulunmamaktadır, yani algılama ile değerlendirme bir tutulmuştur, çünkü fiil ve kusurluluk unsurları maddi bir muhtevaya sahipken, yani algılanabilir şeylerken, “hukuka objektif aykırılık” ve “iradenin kınanabilirliği” yalnızca maddi bir olgu üzerine verilen bir değer hükmüdürler, yani bir değerlendirmedirler. Bunu kanıtlamak zor değildir. Gerçekten, cürmî bir fiil ayrıştırıldığında, beşeri maddi bir fiil ve failin psişik bir davranışı ortaya çıkmakta, ama hukuka aykırılık denen algılanabilir bir değer ortaya çıkmamaktadır, çünkü hukuka aykırılık, diğer iki unsurdan ayrılabilen ,bunların dışında varlığı olan bir şey değildir, ama bunların birlikte bir niteliğidir.

İkili ayırımda suç, kusurlu iradeyle işlenmiş beşeri bir fiildir226. Buradan suçun iki unsuru ortaya çıkmaktadır. Bunlar, maddi unsur, yani tüm kurucu unsurlarla birlikte “maddi fiil” ve manevi unsur, yani kast veya taksir biçiminde ortaya çıkan kusurlu iradedir. Bu düşüncede, hukuka aykırılık, hukuka salt objektif aykırılık anlamında değil, ama suç hukuka aykırı bir fiil olduğundan, daha kapsayıcı, daha bütüncü bir anlamda anlaşılmaktadır. Açıkçası, burada, hukuka aykırılık, maddi ve manevi tüm unsurlarında fiili bütünü itibariyle içine alan bir nitelendirmedir. Bu yüzden, hukuka aykırılık, suçun maddi ve manevi unsuruyla aynı düzeye konabilecek bir unsur değildir, tersine, ünlü bir deyişle, suçun özü, suçun kendisidir227. Hukuka aykırılıkla maddi - manevi unsur arasındaki ilişki, değerlendirmeyle değerlendirilen arasındaki ilişkidir. Bu demektir ki, maddi - manevi unsur, suçun doğal / tabiatçı yönünü ifade ederken, hukuka aykırılık, suçun değerlendirme yönünü ifade etmektedir. Elbette, böyle olunca, hukuka aykırılık, özü bakımından, ceza normuyla tüm fiil arasındaki bir ilişki, bir karşıtlık hükmünü ifade etmektedir.

Geçmişte farklı olmalarına rağmen, bugün her iki düşünce, suçu ayrıştırmanın genelde bir amaç olmadığı, ama sadece suçu tanımanın bir vasıtası olduğu, suç üzerinde yapılan işlemlerin onun bütüncü karakterini, yani “tek parçadan ibaret olma” özelliğini bozmaması gerektiği noktasında birleşmektedir. Gerçekten, bugünkü düşüncede suç, ne tek başına beşeri fiil, ne hukuka aykırılık, ne de kusurluluktur. Hatta, suç, bunların sayısal bir toplamı da değildir.Her unsur tabiatçı bir görünüme sahip olduğu kadar, normatif bir görünüme de sahip bulunmaktadır. Böyle olunca, suç, hem beşeri bir davranışı, hem hukuka aykırılığı, hem de kusurluluğu içeren bir fiil olmaktadır. Kuşkusuz, suç bu biçimde algılandığında, tartışmaların üzerinde yoğunlaştığı nokta, hukuka aykırılığın yeri olmaktadır. Ancak, bu konuda, “katı analizci bir zihniyete” saplanıp kalınmamalıdır. Aksi takdirde, objektif sorumluluk, isnat edilebilir olmayanların sorumluluk hallerinin yer aldığı bir hukuk düzeninde, kusurluluğu da, suçun kurucu unsurları arasında saymamak gerekecektir.Bu, suçun ikili veya üçlü ayırımının, mutlak bir değer değil, itibari bir değer olması demektir. Tabii, böyle olunca, bunlardan birini veya ötekini seçmek, mantıksal bir esastan çok, takdire ve güdülen amaca bağlı olarak değişmektedir.

Belirtilen bu yaklaşımlar dışında, suçun fiil, kusurluluk ve cezalandırılabilirlik olarak228 veya diğer birçok biçimde ayrıştırıldığı görülmektedir. Ancak, bu düşünceler, doktrinde genelde itibar görmediklerinden, burada, sadece zikretmenin, yeterli olduğunu düşünüyoruz.

Ülkemizde, suçu iki229 veya üç unsura ayırt ederek inceleyenler yanında, suçu yasallık/tipiklik, maddi unsur, hukuka aykırılık ve kusurluluk olarak dört unsura ayırarak inceleyenlere230 de rastlanmaktadır. Kunter, suçu, maddi unsurlarına ve kanuni unsurlarına bölmekte, bunları da kendi içinde tekrar ayrıştırmaktadır231.

İkili ayırımın kuramsal olarak daha tutarlı olduğu iddia edilmekle birlikte232; biz, suçu; hukuka aykırı, kusurlu beşeri bir fiil olarak algıladığımızdan, “didaktik” ve “pratik” gereksinimleri daha iyi karşıladığını düşünerek, üç unsura ayrıştırarak inceleyeceğiz. Bunlar şunlardır: Fiilsiz suç olmaz, ihlalsiz suç olmaz, kusursuz suç olmaz.


VI. SUÇUN ÖNŞARTI, FİİLİN ÖNŞARTI

Bir kısım doktrinde, yokluğunda suçun varlığını imkansız kılan, bu niteliğiyle suça takaddüm eden bazı şartların bulunduğu iddia edilmiştir. Kurucu unsurları dışında varlığına işaret edilen suçun bu olmazsa olmaz şartlarına, “suçun önşartı” denmektedir. Ancak, bugün, doktrinde genel kanaat, suça takaddüm eden bu tür bir “kategorinin” bulunmadığı yolundadır.

Öte yandan, doktrinde “fiilin önşartı” kavramından söz edilmektedir. Bundan maksat, bazı suçların işlenebilmesi için gerekli olan cürmî fiilden önceki ve ondan bağımsız tabii veya hukuki unsurlardır. Örneğin, çocuk düşürme ve düşürtme suçlarında kadının hamile olması, zina suçunda evli olmak, hırsızlık suçunda şeyin başkasına ait bulunması vs., fiilin önşartı sayılmaktadır.

Fiilin önşartları kategorisi doktrinde kabul görmüş, ancak bu terim yerinde görülmeyerek yerine “hareketin önşarı” teriminin kullanılmasının daha uygun olacağı ileri sürülmüştür. Zira, denmektedir ki, söz konusu bu şartlar, failin hareketinden bağımsız olmakla birlikte, kanunun suç olarak öngördüğü fiilin dışında değildir, fiilin içindedir. Düşünce doğrudur.

Fiilin veya hareketin önşartları kategorisi, özellikle “kast teorisi” bakımından önem taşımaktadır. Bununla birlikte, bir hususu gözden kaçırmamak gerekmektedir: Kendine özgülüğüne rağmen, söz konusu bu unsur, diğer unsurlar gibi, ait oldukları suçların yapısına dahildirler. Tabii, böyle olunca, bunlar, madem bulunmadıklarında norm ihlal edilmiş sayılmamaktadır, suçun asli unsuru olmaktadırlar.

VII. CEZALANDIRILABİLME ŞARTLARI

Yukarıda belirtildiği üzere bir kısım doktrin, suçu ayrıştırırken, fiilin cezalandırılabilmesini suçun unsuru saymaktadır. Bu doktrin, cezalandırılabilmenin, suçun hukuken tamamlanması için gerekli olduğundan, cürmî fiilin bir unsurunu oluşturduğu kanaatindedir. Ancak, cezalandırılabilme kavramını bu biçimde algılamak yanlıştır, çünkü suçun oluşup ortaya çıkması başka şeydir, ortaya çıkmış olan bir suçun cezalandırılabilir olması, başka bir şeydir. Cezalandırılabilmenin söz konusu olabilmesi için mutlaka tüm unsurlarıyla tamamlanmış bir suçun varlığı gerekmektedir. Bundan ötürü, cezalandırılabilme şartları, suçla değil, ama cezayla ilgilidirler. Açıkçası, bunlar cezanın verilebilirliğiyle bağıntılıdırlar, dolayısıyla tasnifteki yerleri, suç olmamakta, ceza olmaktadır.

 


Yüklə 2,65 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   7   8   9   10   11   12   13   14   ...   42




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©www.genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə