bilig, Bahar / 2009, sayı 49
208
ile dolu olduğu gibi bugünkü ahlakî değerler
de hem kendileri ve hem de
onlara mensup olan milletler için bir iftihar vesilesidir.
(…)
Evet! Türkmenler eski hâllerini tamamen muhafaza etmişlerdir. Zira
bir millet ya diğer milletlerin hükmü altına girer yahut kendisi diğer
milletleri hükmü altına alır. Bu durumda bir millet dahilî hududunu
değiştirmez, kendi birliğini bozmaz, asıl vatanından başka milletlerle
karışmadan tek başına yaşarsa, örf, âdet ve târihini aynen korur.
Türkmenlerin bu suretle muhafaza ettikleri târihi değerleri ile biz Os-
manlıların son durumu arasında çok büyük farklar vardır.
Öyle ki bir
Osmanlı Türkmenistan’a gidecek veya bir Türkmen İstanbul’a gelecek
olsa âdetçe, ahlâkça, lisanca, maîşetçe birbirinin devâmı olduklarını
anlamayacak kadar yabancılaşmış olduklarını görürler. Yalnız bu farkı
görmek bile, araştırıcılar için öyle önemli bir olaydır ki, bu uğurda As-
ya’ya bir yolculuğa koyulsa çok görülmez. İste eserini bastığım gezgin
ve yazar bizimle bu derece ilgisi olan ve nazarımıza şimdiki vatanımız
kadar kûtsiyet ve kıymeti olmak lazım gelen bir ülkeyi gözlerimiz önü-
ne seriyor. Bu hizmetin kadir bilenler nezdinde hayırlı bir eser sayıla-
cağına ve şükranla karşılanacağına şüphemiz yoktur.
(…)
Osmanlı Devleti’nin Rus orduları ile kıyasıya bir savaşa tutuştuğu bir tâ-
rihte, seyyah Mehmed Emin Efendi’nin İstanbul’dan kalkarak Ortaasya
içlerine Buhara’ya, Kaşgar’a kadar gitmesi sırf gezmek, görmek, öğren-
mek zevkine hamledilemez kanaatindeyim. Bin
bir tehlike içinde, çöller-
den, dağlardan, denizlerden, nehirlerden geçilerek yapılan bu yorucu,
zahmetli, tehlikeli yolculuğun temelinde, yazarın
da samimiyetle işaret et-
tiği gibi “İttihad-i İslam” binasına nâçizane de olsa bir taş koymak gayesi
vardır. Yazar Türk kültür târihi bakımından önemli saydığımız eserinde
Hazar Denizi’nin doğusundan yaşayan Türkmen kabilelerinin tarihleri,
gelenekleri, âdetleri, örfleri, savaşları, inanışları hakkında dikkate şayan
bilgiler vermektedir. Yazarın bizzat görerek, gezerek topladığı bu bilgilerin
Türkoloji için faydalı bir malzeme olduğu inkâr edilemez. Yazar târihin
tozlu sayfaları arasında kalan haşmetli ve parlak
medeniyetleri hasret ve
gıpta ile anarken, aynı zamanda gördüğü gerilik ve cahillik eserlerini de
samimiyetle ve çekinmeden tenkit etmektedir.
Türkmenlerin cesaretini, civanmertliğini, yiğitliğini, misafirperverliğini
anlatırken nasıl
coşkun ve gururluysa, bir zamanlar büyük medeniyet-
lerin beşiği olmuş toprakların içinde bulunduğu geri, yoksul, aç ve
çıplak durumu karşısında da üzgün ve kırıktır. Çarlık Rusya’sının ku-
zeyden, Çin devletinin doğudan, İngiltere’nin Afganistan yoluyla gü-
neyden tehdidi altında sıkışan Ortaasya halkı, içten de bitip tükenme-
yen ihtirasların, kavgaların, rekabetlerin elinde perişandır. Hokand
Türkmen,
Mehmed Emin Efendi’nin Seyahatnamesi’ne Göre Eski Bir Türk Şehri: Dehistan
209
Hanlığı, Hiyve Hanlığı, Buhara Hanlığı, Taşkent Hanlığı birbirleriyle
savaşmakta, hanların çok defa şahsî ikballeri
yüzünden rakiplerini yok
edebilmek için istilâcı dış güçlere yardım ettiği ve el uzattığı görülmek-
tedir. Hattâ aynı hanlık içinde taht ve taç kavgası yüzünden aynı aile
fertlerinin muhtelif kabilelere dayanarak birbirleri ile kanlı savaşlara
girdiği müşahede edilmektedir” (Mehmed Emin Efendi 1986: 8-10).
(…)
Mehmed Emin Efendi’nin İstanbul’dan Hive’ye kadar olan yolculuğunu
anlattığı bu eserinde Meşhed-i Mısrıyan adıyla andığı Dehistan hakkında da
son derece ilgi çekici bilgiler vermektedir.
Gümüştepe’ten Hive’ye giderken yolları ve iklim şartlarını çok iyi bilen
Rahmanverdi Han isimli bir kılavuzu vardır. Demirkazık (Kutup) yıldızının
yardımı ile yollarını bulurlar ve Mugan Çölü denilen çölü geçmek için iki gün
sürecek olan yola çıkarlar.
İki gün iki gece durmadan yol yürürler. İkinci günü ikindi namazı vaktinde
uzaktan ufuk üzerinde bazı kümbetler ve mezar tepeleri görünmeye başlar.
Suları da tükenmek üzeredir. Bu kümbetleri görünce çok sevinirler. Ancak
yol göründüğü gibi değildir. O gün akşama kadar yol yürüyerek ancak ulaşır-
lar (Mehmed Emin Efendi 1986: 67-68).
Mehmed Emin Efendi bundan sonra “Meşhed-i Mısrıyan” başlığı ile
Dehistan’ı anlatmaya başlar.
Bazı kısımlarını atlayarak, “Asya-yı Vusta’ya Seyahat” kitabındaki yazarın
vermiş olduğu bilgileri ve “Bir Aşk Faciası” başlığı ile anlatılan, bir hikâyesini
nakletmek istiyorum.
Mehmed Emin Efendi, eserinde, kümbetler ve mezarlar ifadesinin “Meşhed-i
Mısrıyan”ın bayındır bir yer olduğunu göstermediğini,
burada ancak üç dört
evliya türbesi ile birkaç Türkmen mezarından başka hiçbir şeyin bulunmadı-
ğını belirtir. Daha sonra burada bir su yatağının olmasına ve yollarını dü-
zeltmek için bu mevkiin önemli bir işaret olduğunu belirtir. Yazar bu bölgede
karşılaştığı Türkmenler hakkında da önemli bilgiler vermektedir.
“Türkmenler buraya Meşhed-i Müstedran diyorlarsa da “Mısrıyân” olması
daha doğrudur. Buraya niçin böyle bir ismin verildiğini kimse bilmiyor. Bu
yolda tarihî bir bilgi mevcut değil. Şu kadar ki büyük kümbetin içinde büyük bir
taşı göstererek, bu taşın vaktiyle Mekke-i Mükerreme’den nakledilmiş olduğunu
inanıyorlardı” dedikten sonra yazar, “Burada gece yarısına kadar kalmaya
karar verdiğimizden su yatağının bir kenarına seccadeyi serip, oturdum.” diye-
rek kum ve gökyüzünden başka bir şeyin gözükmediği
bu seccade üzerinde
duygulanır ve insan ömrünün nasıl bir bardak sudan ibaret olduğunu bu çöl-
lerde anlar. Ona göre geniş çöl arazisi kabirden başka bir şey değildir. Mezar
niçin korkunç görünür gibi düşüncelere dalar ve gözüne uyku girmez. Ancak