SÜ İİBF Sosyal ve Ekonomik Araştırmalar Dergisi
35
Antiphon tarafından ele alınan bu yaklaşım, insanın dışında ve üstünde,
yalnızca insanı değil tüm varlıkları kapsayan doğaya özgü yasaların
bulunduğunu varsayar.
Her şeyden önce adalet ve eşitlik kavramları, physisin ya da doğal
olan yasaların varlığının en açık kanıtıdır. Ancak burada physis ile
nomosun uyumsuzluğunu, hatta aralarındaki karşıtlığı da görmek gerekir.
Söz konusu karşıtlığın en tipik kanıtı, doğada herkesin eşit olmasına, hiç
kimsenin köle olmamasına karşın, tüm polislerde nomosun insanları köle-
efendi, yurttaş-yabancı vb. farklılıklara / eşitsizliklere ayırmasıdır. Dahası
nomos, insanları yapay bir biçimde çeşitli statülere ayırmasının ötesinde,
onların doğal davranışlarını bile sınırlar. Örneğin Antiphon’un (akt.
Kranz, 1984: 199) “Gözler doğada dilediklerini görürler, dil dilediğini
söyler. Ancak toplumsal yasalar, neleri görüp neleri görmememiz, neleri
söyleyip neleri söylemememiz gerektiği yolunda yasalar, kurallar
koymuştur” sözü, bu sınırlamayı ifade eder. Dolayısıyla doğa ile karşıtlık
içinde bulunan nomosun, gerçek anlamda eşitlik ve adaleti yansıtmadığı
açıkça bellidir; bu nedenle doğal olan adaleti sağlayacak doğal yasaların
ve hukukun varlığı, mantıksal bir zorunluluktur.
Bununla birlikte sofistlerin doğal hukuk düşüncesini, mutlak eşitlik ve
adaleti savunmak amacıyla ortaya attıkları sanılmamalıdır; tersine doğal
hukuku, aşırı bireyci tutumlarının hizmetinde kullanmışlardır. Şöyle ki,
eğer nomos, insanları sınırlıyor, onların başarısı ve mutluluğu önünde
engel oluşturuyorsa, o halde insan, gerçek ve tek bağlayıcı yasa olan
physise uymalıdır. Bu bakışın pratik anlamı ise, kişinin kendi çıkarlarını
gerçekleştirmek yolunda toplumsal değerleri ve pozitif hukuku hiçe
sayması, amacına ulaşmak için her yolu doğal görmesidir.
1.1.2.2.İktidar-Güç İlişkisi
Her ne kadar doğal hukuk öğretisinin temelinde eşitlik ve adalet
kavramları yer alsa da, geç dönem sofistler, bu öğretiden hareketle siyasal
iktidar ile eşitlik değil güç arasında bir ilişki kurmuşlardır. Onlara göre de
devlet, insan iradesinin ürünü olan, insanların kendi aralarında anlaşarak
oluşturdukları bir araçtır; ancak söz konusu anlaşmanın hükümlerini
eşitlik değil güç belirlemiştir. Kritias, Kallikles ve Thrasymakhos,
Fatih TÜRE
36
iktidar-güç ilişkisi üzerine en ayrıntılı düşünceleri ortaya koyan
sofistlerdir.
Kritias, insanlar arasındaki ilişkilerde adalet, eşitlik, hak gibi değerler
bulunmadığını, bundan dolayı da geçerli tek ilkenin, doğaya da uygun
biçimde güç olduğunu ileri sürer (Ağaoğulları, 1989: 73). Bu bağlamda
güç, çatışmalara son verecek ve toplumda düzeni sağlayacak en etkili
hatta tek yoldur.
Kallikles, iktidar-güç ilişkisine farklı bir açıdan bakar. Pyhsis-nomos
karşıtlığından, açıkçası pozitif hukukun doğal yasaya aykırılığından yola
çıkarak, yasaların güçlülerce değil tam tersine güçsüz çoğunlukça
yapıldığı sonucuna ulaşır. Böylece devlet, güçsüzlerin kendilerini
güçlülere karşı korumak, güçlüleri iktidardan uzak tutmak ve onları
yozlaştırmak amacıyla kurdukları bir tuzak olarak ortaya çıkar. Çünkü
yasalar, kişinin, başkalarından daha çok şey elde etmek istemesini çirkin
ve haksız, bu amaç peşinde koşmaya da haksızlık ve adaletsizlik adını
verir. Oysa gerçek (doğal) hak ve adalet, güçlünün istediği gibi yaşaması,
tutkularının kendini götürdüğü yere dek gitmesidir. Kısaca “hak,
güçlünündür” (Şenel, 1986: 166).
Thrasymakhos ise, iktidar-güç ilişkisini rasyonel bir açıdan ele alır.
Siyasal alanda dinsel ve etik değerlere yer yoktur; önemli olan tek şey
başarıdır. Dahası hak, adalet ya da adaletsizlik gibi kavramların anlamını
belirleyen de güçlü olan, yani iktidarda bulunandır. Dolayısıyla güçlü-
güçsüz mücadelesi sonucunda güçlünün güçsüze kabul ettirdiği düzen
devlet olmuştur. İktidar her zaman güçlünün ifadesidir ve güçsüzler bu
güce boyun eğerler (Göze, 2000: 13). Dolayısıyla, “Her toplumda
yönetim kimde ise güçlü odur. Her yönetim yasaları işine geldiği gibi
koyar…Doğruluk adalet güçlünün işine gelendir” diyen Thrasymakhos
(akt.Platon, 1973: 34), Kallikles’in “hak güçlünündür” ilkesini savunmak
yerine “ne yapalım, realitenin işleyişi böyle” anlamında, var olanı açıklar
ancak benimsemez.
Geç dönem sofistlerin, doğal hukuk ve iktidar-güç ilişkisi bağlamında
ortaya koydukları düşüncelerinde, aşırı bireyciliğin doğallığı ve
toplumun, siyasal düzenin meşruluğunun yadsınması en keskin biçimde
savunulmaktadır. Burada sofistlerin işin kolayına kaçtıkları, bozulan
toplumsal ve siyasal yapıyı yeniden düzeltmeye çabalamak yerine,
“kendini kurtarmak” düşüncesini işledikleri açıktır.
SÜ İİBF Sosyal ve Ekonomik Araştırmalar Dergisi
37
1.2.Sofistlerin Etkileri
Sofistlerin erken ve geç kuşakları bir bütün olarak ele alındığında,
düşünce tarihinde birçok “ilk”in altına imza attıkları görülür. İnsanı hem
bir varlık hem de birey olarak düşüncenin odak noktasına oturtmaları;
bilgide rölativizmi, gerçek konusunda ise subjektivizmi savunmaları;
“ahlak (mutluluk) sorunu”nu ele almaları; devleti ve yasaları tanrısal /
aristokratik nitelikte, dolayısıyla değişmez bir amaç olarak değil, insan
iradesinin ürünü bir araç olarak, dolayısıyla da toplumsal gereksinimler
doğrultusunda değiş(tiril)ebilir görmeleri; ekonomi ve siyaset alanında
liberal –özgürlükçü anlamında- bir tavır takınmaları; sonuçta aşırı
bireyciliğe ulaşsa da doğal hukuk öğretisinin temellerini atıp buradan
hareket etmeleri, sofistlerin felsefi gelişim bağlamında önemlerini
gösteren örneklerdir.
Bununla birlikte sofistler, başta Socrates ve Platon olmak üzere, aynı
dönemde yaşayan, dolayısıyla düşünceleri aynı toplumsal ve siyasal yapı
tarafından yoğrulan, bu bozuk düzenden kaçmayı değil onu yeniden
ayağa kaldırmak anlamında “zor”u seçen filozoflarca, yukarıda sayılan
özellikleri nedeniyle kıyasıya eleştirilmişlerdir. Onlara göre sofistlerin
bireyci ve göreceli bakış açıları, toplumun ve siyasal yapıların önemini
azaltmış ve bu kurumlara saygıyı yok etmiştir; dahası insanları bilgi ve
erdemlerine göre değil, bireysel çıkar doğrultusunda yalnızca başarılarına
göre ele almaları, bir varlık olarak “insan”ın da değerini düşürmüştür.
Daha açık bir deyişle insanı doğadaki diğer canlılardan ayıran ve üstün
kılan en önemli özelliği akıl ve aklını fonksiyonel biçimde kullanarak
ulaştığı erdemdir. Oysa ki sofistler, çoğunlukla maddi bir nitelik taşıyan
bireysel çıkara ulaşmayı hedef olarak gösterdiklerinden, insanın söz
konusu ontolojik üstünlüğünü hafife almakta ve bireyi maddi haz peşinde
koşan sıradan bir canlı durumuna indirgemektedir. Bu nedenle
polislerdeki toplumsal ve siyasal yapının çözülmesindeki baş sorumlu,
onlara göre sofistlerdir.
2.Liberal Düşünce
Yapısalcı bir kavram seti kullanmak gerekirse Avrupa’da, XVII. yy.
sonlarında başlayıp XVIII. yy.’da ivme kazanarak, XIX. yy.’da zirveye
ulaşan altyapıda, üretim biçiminde ve teknolojide gerçekleşen ve adına
Dostları ilə paylaş: |