Fenomenolojik Bir Problem Olarak Aşkınlık



Yüklə 89,31 Kb.
tarix06.02.2018
ölçüsü89,31 Kb.
#26061


Fenomenolojik Bir Problem Olarak Aşkınlık

Fenomenolojiyi ve postfenomenolojiyi ilgilendiren yeni gelişmeler Husserl’in eserinin şu iki merkezi fikrini başlangıç noktası olarak alırlar: transandantal bilincin içkinliği fikri ve aşkınlık ve açıklık olarak yönelimsellik1 fikri. Husserl bütün yaşamı boyunca bu iki yaklaşımı birbirlerinden ayırmayarak onları kırılgan bir dengede tutmaya çalıştı. Fakat, kendisinden sonra gelen düşünürler bu dengeyi bir kenara bırakıp söz konusu iki yaklaşım arasındaki karşıtlıktan beslenip kendi fenomenolojik yorumlarını ortaya koydular. Böylece içkinlik fenomenolojileri ve aşkınlık fenomenolojileri, her biri kendi tarzında olmak üzere, kartezyen biçimde işlenmiş2 ve içkinliğin aşkınlığa önceliğini esas alan “aşkınlıktaki içkinlik” görüşüne alternatif bir çözüm önermişlerdir. Aşkınlıktaki içkinlik görüşü bir yandan aşkınlık ve nesnellik arasındaki çakışmaya diğer yandan da varoluş ve (yaşantıların) içkinliği arasındaki çakışmaya dayanır ve bu iki çakışma da bizi belli bir beliren ile belirmenin kendisi yani tezahür3 arasındaki çakışmaya gönderir. Tezahürün yapısı şu üç momentten oluşur: fiili olarak beliren, yani “dünya”; belirenin belirdiği şey, öznellik (öznellik hem belirenin aracısıdır hem de kendisi dünyada belirir); ve son olarak, belirenin beliriş tarzı, yani verilişinin biçimi. Gelgelelim, fenomenalliği, bir kurulum/konstitüsyon teorisi çerçevesinde yaşantılara indirgemek, son kertede tezahürü belli bir belirene indirgemektir, öyle ki bu belirenin öznel içkin bir doğaya veya nesnel aşkın bir doğaya sahip olması hiçbir şey değiştirmez. Öyleyse, fenomenolojinin temel problemi beliriş yapısı (tezahür yapısı) ve bir belirenin yapısı arasındaki muğlaklıktır. Zira fenomenolojik bir felsefe şeylerin yapısından bağımsız olarak tezahürün yapısıyla ilgilenir ve fenomenolojiyi otonom bir disiplin olarak yürürlükte tutan da budur. Bu anlamda tezahürün yasası, belirenin yasasıyla karıştırılamaz. Diğer bir deyişle, beliren şeyler arasında işleyen yasalar onların tezahürlerinin yasası değildir. Böylece Husserl, mutlak bir şekilde yeni bir evren keşfetmiştir. Bu evren, belirenin değil, tezahürün yasaları olan, fenomenallik yasalarının evrenidir.

Husserl, Hegel’in daha önce fark ettiğini başka bir alanda tamamlar; bu, Varlığın tamamıyla fenomenallik olduğu, varlığın varlık anlamının tezahürü sarıp sarmaladığı düşüncesinden başka bir şey değildir. Bu, doğalcı ve metafizik olan her türlü naifliğin, realizmin, psikolojizmin bununla birlikte her türlü naif idealizmin radikal bir eleştirisidir. Doğalcılık tezahürün yapısını doğa yasalarıyla kavramaya çalıştığı gibi, psikolojizm de tezahürün yasalarını ampirik bilincin yasalarıyla kavramaya çalışır. Diğer yandan, varlığı ideye veya varlık düşüncesine indirgemek, düşüncenin ve ruhun realist bir kavranışına bağımlı olmaktır. Açıktır ki, eğer dünya beliren ise, kendisini gösterdiği bilinç, temsillere sahip bir töz olarak var olamaz; aksine dünyanın belirmesine veya örtüsünün kalkmasına, dolayısıyla dünyayla olan ilişkisine dayanır. Dünyanın, belirmesinde tükendiği gibi, bilinç de görünür kılmasında tükenir zira bilinç, ayrı tutulamayacağı dünyaya, fenomenliğe bağlıdır. İşte yönelimsellik kavramının ifade ettiği bilincin bu özelliğidir. Yönelimselliğin insan yaşamına ait bir özellik, bir iç algı nesnesi mi olduğu yoksa dışarıda, şeylerin arasında mı olduğu tartışılmıştır. Fakat Husserl’in ve takipçilerinin temel öngörüsü onun ruhsal yaşantıların betimsel bir özelliğinden çok özne-nesne ilişkisinin somut bütünü olduğu yönündedir. Eugen Fink’in dikkat çektiği gibi “yönelimsellik bir ‘veri’ (Datum) değildir; dışsal ya da içsel bir ‘verilmişlik’ modeli üzerinden anlaşılamaz; çünkü ‘dışsal olan’ ile ‘içsel olanın’ birbirinden ayırt edildiği boyutu ilk kez yönelimsellik açığa çıkarır. Yönelimsellik ilişkinin ta kendisi olduğundan, ilişkinin taraflarından sadece birinin hesabına geçirilemez”4. Dolayısıyla, yönelimsellik cogitonun durmadan beslenmek zorunda olduğu kökensel bir anlam katmanına işaret eder.
Husserl sonrası fenomenolojide içkinlik ve aşkınlık ayrımı

Fenomenolojinin temel problemlerine ilişkin bu kısa hatırlatmadan sonra kendi hareket noktamıza geri gelebiliriz. Eldeki yazıya rehberlik eden hipotezimiz şudur: içkinlik fenomenolojileri ve aşkınlık fenomenolojileri tarafından gerçekleştirilen önemli gelişmelerin ayırt edici özelliği yeni problemlerin konumlarından çok “yönelimselliğin kökeni sorununun” yeniden tanımlanmasına ilişkindir. Önerdikleri farklı çözümlere rağmen bu iki bakış açısı da fenomenlojiye karşı aynı eleştirel yaklaşımla (yönelimselliği kendi öz temelini oluşturmaktan yoksun olarak tanımlarlar) hareket ederler ve yönelimsel olmayana (bir anlamda metafiziksel ve kozmolojik olana) merkezi bir konum atfederek fenomenolojiyi kendisinin dışıyla ilişkiye sokmaya çalışırlar. Husserlci yönelimselliği kendi sınırlarına iten bir indirgeme bizi tezahür problemiyle yüz yüze bırakıyorsa, fenomenolojiyi, kendi öz kaynaklarıyla, Husserlci fenomenler söyleminin dışına taşıyacak yeni bir yöntem geliştirebilir miyiz ? Fenomenoloji öğretisinin bu yeni açılımında, Husserl’in ortaya koyduğu “veriliş her şeyin ölçüsüdür” düsturunun dışında bir söylem gerekliliğine karşı fenomenalliğin birliğini nasıl koruruz ? 5

İçkinlik yaklaşımı, Michel Henry’nin fenomenalliğin temeli olarak egonun yaşayan içkinliği tezinde doruk noktasına ulaşır. Böylece tezahür problemi kendisini yaşam problemi olarak ortaya koyar. Michel Henry’nin çabası, temel varlıksal alan olarak ele aldığı yaşamın sistematik bir fenomenolojisini oluşturmaktır. Ona göre yaşam dışsallık ile tanımlanamaz. O, yaşamı kesin bir içkinlik olarak tanımlar. Herhangi bir “dışa açılış” (dünyaya, nesnelere yönelme) olmadan önce, yaşam kendi kendini duymaktadır, kendi kendini duyma deneyimidir. Yaşamın bu temel alanı, dolaysızlık, edilgenlik (kendine edilgin olma), özgür olmayış, mutlaklık gibi kavramlarla tanımlanabilir. Böylece, algının, temsilin, dilin öncesinde ve onlardan kesin olarak ayrı olan mutlak öznellik söz konusu olur: yaşam algılamaz, temsil etmez, konuşmaz, görmez; o, kendi karanlığında tanımlanır. Michel Henry, yaşamın fenomenolojisini çizerken; aşkınlığı (dışsallığı, dünyayı - öyleyse algıyı, temsili, dili, vs.) inkâr etmez, sadece onun ikincil bir fenomenallik düzeyi oluşturduğunu belirtir. Bu anlamda, “içkinlik, aşkınlığın özüdür”. O, yönelimsel yaşamı Husserl’deki anonimliğinden kurtararak, kendisinden daha eski bir temele kaydeder, ve yönelimsellikte yönelimsel olmayanı tespit ederek, onu mümkün kılana doğru ilerler6. Heidegger fenomenolojisi Varlığa, dünyaya açılma, dünya içinde varolma, “kendinin dışında olma” (ek-stasis) kavramlarıyla yaklaşır, böylece dışsallığı, bir dışsallık ufkunun önaçılımını esas alır. Michel Henry’e göre ise Heideggerci aşkınlığa özgü dışsallık kökensel tezahürün asıl yapısını açıklamaz ve ona ontolojik bir temel kazandırmaz. Şu halde iki fenomenallik rejimi düşünülebilir: Michel Henry dünyanın tezahürüne karşı yaşamın fenomenalliğini ortaya koyar zira ilkinin ufkunun aşkınlığı ile yaşayanın radikal içkinliği, yani kendine dolaysız tezahürü veya kendine mesafesiz mevcudiyeti karşıtlık içerisindedir. İçkin tezahür, mutlak birliğinde özü tanımlar, öyle ki onda beliren ve belirdiği şey mükemmel bir özdeşlikte çakışır. Bu tezahür yaşamın tezahürüdür. Fiili olarak yaşanmış yaşam, yani öznel yaşam, kökensel fenomenalliktir ve diğer tüm fenomenalliklerin kaynağıdır.

Diğer taraftan, aşkınlık yaklaşımı, Husserl ve Heidegger’in eserlerinin Merleau-Ponty ve Pato

ka tarafından yeniden yorumlanması ile fenomenolojik bir statü kazanmıştır. Michel Henry’nin yaptığı gibi aşkınlık fenomenolojisi filozofları da, her biri kendi tarzında, “yönelimselliğin kökeni sorusunu” yeniden formüle edip, fenomenin fenomenenliğinin “yönelimsel olmayan” koşullarını sorgulamışlardır. Çek filozof Patočka’nın da belirttiği gibi yönelimselliğin özü artık bilincin (bilince aşkın) aşkın nesneyle ilişkisiyle değil dünyasal bir aşkınlıkla ilişkisiyle tanımlanır7. İki fenomenal rejimi birbirlerine eklemlemeye çalışan Husserl’in tersine, Merleau-Ponty ve Patočka’ya göre tek bir fenomenallik rejimi mevcuttur: öznel ve nesnel olan aşkındır ve aşkınlığın ortasında birbirlerinden ayrılırlar. İşte bu ikinci yaklaşım yukarıda sorduğumuz soruların cevaplarına bizi daha çok yaklaştıracaktır. Zira ancak yönelimselliğin gerçek sınırlarını gösterecek bir girişim bizi Husserl’in “veriliş her şeyin ölçüsüdür” önermesinin ötesine taşıyabilir.

Merleau-Ponty ve Patočka, Husserl’in ısrarla ayırmak istediği hyletik moment ve noematik momentin, içkinliğin ve nesnelliğin kökensel birliğini savunurlar. Öznelliğin fenomenal alanı betimlediğini öne sürmek, duyumsanır momentin artık içkin değil aşkın, Patočka’nın terimleriyle, “öznel-nesnel” olduğunu tespit etmektir, öyle ki nitelik, şeyi husule getiren sıfatıyla, dünyada verilir ve Çek filozofun aracı moment dediği şeyden ayrılamaz. Hakiki ayrım, hyletik moment ve nomenatik moment arasında değil, fenomenal moment (şeye olan tekil ilişkimizi ortaya koyar) ve evrensel nesnel aracı moment arasındadır ve şeyin birliğini bu moment sağlar. Benzer bir şekilde, Merleau-Ponty’e göre de duyumsanır8 moment halihazırda aşkın bir karaktere sahiptir. Bu yeni bakış açısında duyumsanır olandan anlama geçiş, duyumsanır olanın bir olumsuzlamasını içermez zira anlam duyumsanır olanda tutulur ve onun tarafından sarıp sarmalanır. İşte Merleau-Ponty felsefesi duyumsanırın ve anlamın arasındaki bu bağlantıda ortaya çıkar. Fransız filozof, Görünür ve Görünmez9 kitabında kırmızı bir elbisenin algısı örneğini verir. Bana beliren kırmızı ancak bir bütün oluşturduğu diğer kırmızılara bağlanarak veya hükmettiği veya boyun eğdiği, kendisinden uzaklaştırdığı veya kendisine çektiği diğer renklerle ilişkide anlaşılabilir. Bu durum sadece kırmızının çevresinde oluşan çağrışımlarla belirlenip çevresinin etkisiyle dönüştüğü anlamına gelmez, aksine kırmızı kendi mekânından diğer mekanlara, uzak veya yakın başka olaylara gönderme yapar ve onların izlerini taşır. Merleau-Ponty’nin dünya ışını10 kavramıyla açıklamak istediği de tam olarak budur: bir renk, diğer nesnelerden ayrı belli bir nesnenin belirli bir niteliği olarak değil, belli bir boyut veya belli bir anlam kalınlığı olarak algılanır ve onlar şeyin nesnel niteliklerinden çok “dünyanın belli bir modülasyonuna”, “renkli varlığın ve görünürlüğün ani kristalleşmesine” gönderir. Böylece her görünür, kendisinde, anlamın sonsuz zenginliğine tekabül eden görünmez bir boyut içerir. Artık, bir özne tarafından belirli bir nesneye belirli bir duyumsanır nitelik atfetmekten söz edilemez. Bu nesnenin kırmızılığı, görünüşe getirdiği şeyin karşısından silinen aracı bir momenttir, öyle ki o dolaysız olarak algılanmasa da diğer yandan Husserl’in anladığı gibi öznel de değildir. İşte bu durum Husserl’in yönelimsellik anlayışından farklı bir yönelimselliğe, Merleau-Ponty’nin terimleriyle varlığa içkin bir yönelimselliğe, işleyen yönelimselliğe karşılık gelir.

Merleau-Ponty, ölümünden sonra basılan Görünür ve Görünmez adlı eserinde algının anlamı ve duyumsanır belirlenimleri arasındaki ilişkiyi yeniden düşünür. Ona göre, aşkın bir anlam olarak algının özü, kendine özgüdür ve tecrit edilemez. Verilişin rasyonalist tanımına bağlılığından dolayı Husserl için çelişkili bir durum yaratan algının kurucu aşırılığı, Merleau-Ponty tarafından bütünüyle meşru olarak görülecektir ve Fransız düşünürün tüm çabası, bu aşırılığı, bu aşkınlığı betimlemeye ilişkindir. Bir şeyin önümde orada olduğunu ve “kendinde” mevcut olduğunu söylemek, beni aştığını ve bizzat kendisi olarak verildiği anda elimden kayıp gittiğini belirtmektir: Husserl’in “aslına-uymazlık” olarak tanımladığı durum şeyin aşkınlığının ve bilinçten eidetik farklılığının garantisidir. Dolayıyla bu aslına uymazlık durumu yüzünden değil tam da onun sayesinde şey kendisi olarak, yani bilince aşkın olarak mevcuttur. Merleau-Ponty bir anlamda burada Husserl’in Krisis11 kitabının 48. paragrafında bahsettiği evrensel a priori korelasyon teorisinin kendine göre bir okumasını yapar. Husserl, buradan, aşkın var olan (bilince aşkın anlamında) ile öznel verilme kipleri arasındaki kurucu ve dolayısıyla evrensel ilişkiyi anlar. Bunu şöyle anlamalıyız: Var olanı var olan olarak niteleyen aşkınlığı, geleneğin istediği gibi bilince göreceliği dışlamak yerine bu göreceliği içerir; öyle ki, yalın bir anlamda bilince görünmeyen bir var olan, var olamaz. Bu keşif fenomenolojiyi realizm ve idealizm ayrımın ötesine taşır. Var olan bilinçle özsel bir ilişki içindeyken, kendine bir gerçeklik olarak bulunamaz; gelgelelim var olan bu ilişkide aşkın olarak yer aldığı için (zira esasen bilinç ve var olan arasında bir özdeşleşme değil korelasyon vardır) idealizmde olduğu gibi onun gerçekliği bilincinkinde emilemez. İşte bu durum Merleau-Ponty’nin yaklaşımında aşkınlığın yeni bir yorumunu, pozitif bir aşkına dayanmayan salt bir aşkınlığı ortaya çıkarır. Şu halde, bu yeni aşkınlık salt bir aşırılık olarak pozitif bir gerçekliğe dayanmaz. Merleau-Ponty’nin de altını çizdiği gibi “şeyin aşkınlığı tüketilemez bir doluluğu dayatır, diğer bir deyişle şey bakışın altında bütün bir aktüellikle bulunmasada bu bütüncül aktüelliği vaat eder zira o hâlihazırda oradadır”12. Öyleyse, algılanan için doluluğu ve tüketilemezliği arasında bir zıtlıktan söz edilemez, doluluktan, aslına uygunluğa işaret eden bir saydamlığı değil de şeyin algısal varoluşunu, algısal mevcudiyetin saydamsızlığıyla iç içe geçmesini anlarsak, doluluk esasen tüketilemezliğe işaret eder. İşte böylece Merleau-Ponty, Husserl’in temel sezgisine sadık kalırken onun rasyonalizminden de kurtulur.

Tezahürün bu yeni anlamının keşfi, onu betimlerken kullandığımız kavramların anlamlarını da dönüştürür. Duyumun kendisi artık beliren bir şeyse, duyum dünyaya doğru bir aşkınlığa işaret ediyorsa artık duyum ve nesne ayrımını bir kenara bırakmalıyız. Tezahür eden duyumsanır bir içerik veya bir nesne değil bir edimselliğin ve ilkesel olarak görünmez olan dünyanın birbirlerine aidiyetleridir. Böylece duyumsanır mevcudiyet dünyanın namevcudiyetine doğru kayar, veya diğer bir deyişler dünyanın aktüel olarak orada olmayışı duyumsanırın aktüel verilişine bulaşır, öyle ki fenomenal alanın betimlenmesiyle ortaya çıkan, mevcudiyete ve namevcudiyete aynı uzaklıkta bulunan yeni bir varlık türü ile baş başa kalırız. Bu yeni varlık türü olan ufuk her iki filozofun da düşüncelerinin merkezinde yer alır. Husserl’in teşvikiyle bu kavramın yeniden düşünülmesi, klasik zaman mevhumunun eleştirisine ve Merleau-Ponty’de Ten13, Patočka’da Bütünlük14 olarak ortaya çıkacak başka bir yapının tanımlanmasına yol açacaktır.




İçsel zaman bilinci tartışması ve tezahürün hareketi üzerine

Husserl’e göre aşkınlık son kertede zamansal bir anlama sahiptir zira o algılananın aşkınlığını siluetlerin dizgisel ufku15 üzerine kurar. Nitekim, algısal deneyimin Husserlci açıklaması çelişkili bir karaktere sahip gibi görünüyor: bir yandan duyumsanır nesnenin verilişine zorunlu olarak eşlik eden ufukları ortaya koyar ve böylece nesneleştirici bakışın eksiksiz açıklama tezine karşı edilginliğin indirgenemez boyutunu aydınlatır; diğer yandan algısal ufkun bile kurucu özneden kaçamayacağını onun, bilincin aktüel olmayan, gizli ve örtük bir tarzından ileri geldiğini öne sürer. Bu yüzden Husserlci bakış açısı ufka bilincin potensiyelliği statüsü vererek, onu bilincin nihai varlığı olan zamandan itibaren yorumlar. Diğer bir deyişle, Husserl’de ufuk mevcut yaşantıya “aittir”; her bilinç haline eşlik eder ve onlar tarafından görünüşe getirilir. Kartezyen Meditasyonlar16’ın 19. paragrafında Husserl şunu ileri sürer: “her edimsellik kendi öz edilgenliğini içerir” zira “bu edilgenlikler mutlak olarak belirlenmemiş olasılıklar olmaktan çok, içeriklerine bakıldığında, edimsel halin kendisinde yönelimsel olarak önceden-belirlenmişlerdir17. Böylece Husserl yönelimselliğin yeni biz özelliğini ortaya çıkarır zira her bilinç hali yönelimsel bir ufka sahiptir, öyle ki bu ufuklar bilincin edilgenliğine denk düşer. Diğer bir deyişle, ufuklar “önceden-belirlenmiş” edilginliklerdir ve ufukların temel zımni hallerine rağmen bilinç halleri bir şekilde onlara “belli bir belirleme yapısı”18 atfederler. İşte Husserlci ufuk teorisinin can alıcı noktası budur: tüm yönelimselliği betimleyen ufuk yapısı, şu veya bu belirlenimin henüz algılanmamış yokluğunda kaybolmaz, zira bu algının yokluğu aslında, hiçbir zaman meydana gelmese de edimsel bilincin kendine öz olasılığı olarak ona ait olacak farklı bir mevcudiyete tekabül eder, öyle ki bu “farklı” mevcudiyet algının mümkün akışına bilincin “potensiyelliği” sıfatıyla kaydolur.

Söz konusu “farklı” mevcudiyetin veya namevcudiyetin yeniden yorumlanması Merleau-Ponty ve Patočka’yı Husserl düşüncesinin ötesine taşır. Yukarıda gördüğümüz gibi Husserl’de de ufuk mevhumunun kendine has bir mantığı vardır ve bu bir aşırılık, bir fazlalık mantığıdır. Merleau-Ponty ve Patočka, ufkun, edimsel bilincin bir hali tarafından sınırlanması yerine belirsizliğin varlığına tekabül ettiğini, ufuk mevhumunun bu aşırılık yapısını derinleştirerek keşfetmişlerdir. Husserl’de, ufuk ne kadar edilgin olursa olsun edilgin bir yönelimselliğin korelasyonu olarak bilincin faaliyetine indirgenmişken, Patočka tezahürün ufku olarak dünyanın otonom ve öznel-olmayan boyutunu ortaya koyar. Dünyanın bu öznel-olmayan boyutu, Husserl’in zaman üzerine yazdığı İçsel Zaman Bilincinin Fenomenolojisi19 adlı eserinde geçen geçmişe-yönelim ve geleceğe-yönelim kavramlarının yeniden yorumlanmasıyla anlaşılabilir. Husserl’e göre algının temelinde nesnel zamansallıkla açıklanamayacak bir boyut yatar. Bu zamansallık zamansal bir ufuktur ve bir mevcudiyet alanına tekabul eder. Bu alan aktüel bir şimdiden ve iki aktüel-olmayan ufuktan meydana gelir ve onda edimsellik ve edilginlik devamlı şekilde birbirine geçer. Geçmişe yönelim ve geleceğe yönelim kendine has bir yönelimselliğe işaret ederler. Geçmişe-yönelim, geçmişin kökensel bilincidir ve artık şimdi olamayan geçmişi tutar, böylece geçmiş ve şimdi bir birlik ve süreklilik oluştururlar. Aynı şekilde, geleceğe-yönelim de yakında şimdi olacak bir geleceği tutar. Husserl’e göre zamansallık geçmiş ve geleceğin yaşayan şimdide bilinç tarafından birleştirildiği öznel bir süreçtir. Fakat, geçmişe-yönelim ve geleceğe yönelim yapıları Patočka’ya göre yeniden yorumlanmalıdır: geçmişe-yönelim verili olması itibariyle öznel bir tamamlanmışlıktır fakat doldurulmamış ve boş olduğu için aktüel-olmayanın, namevcudun mevcudiyetinin kökensel bilincine işaret eder. İşte geçmişe-yönelimin bu paradoksu çek filozof için şu anlama gelir; yukarıda sözü edilen mevcudiyet alanı bir yokluk içermesine rağmen kökenseldir. Öyleyse, Husserlci mutlak yaşayan şimdi teorisinin öne sürdü yaşayan şimdinin ve egonun Husserl’in öne sürdüğü gibi “dolaysız bir kendine mevcudiyet”, “kendi ile saf çakışma” olarak görülmesi imkansızdır. Zamansal açılım ancak kendine içkinlikten bir kopuşa işaret edebilir ve böyle bir değişim, tözsel bir öznenin bakış açısından bir önceki şimdiyi gelip dışlayacak yeni şimdilerden oluşan çizgisel zamanın yeniden ele alınmasını gerektirir.

Bu çıkmazdan çıkış ancak zamansallığın yeniden tanımlanmasıyla mümkündür: Husserl’in söylediğinin tersine zamansallık türemiştir, aşkınlığı kurmaz ama varsayar. Artık yaşayan şimdinin saf içkinliğinin yerine, zamanı dikey ufuktan, kendine mevcudiyetle tanımlanan bir bilinçle açıklanamayacak bir aşkınlıktan itibaren düşünmeliyiz zira bu yeni ufuk mevhumu bize mevcudiyet ve namevcudiyet arasında bir ortam tasarlamamızı sağlar. Zaman problemini çözmek için şimdinin noktasallığından vazgeçmeliyiz. Zaman ancak şimdinin bir geçmiş olmasıyla anlaşılabilir, şimdi geçmişe geçtiği anda bu geçiş ona varlık kazandırır. Ancak, aşkın, henüz “fiili olarak” şimdi olmamış bir şimdiden bahsedilebilir. Diğer yandan, henüz “fiili olarak” şimdi olmamış bir şimdiyi bir yokluk olarak da düşünemeyiz zira ona bir yokluk atfetmek onu yine bir pozitiviteye sokmaktır ki bizim yaklaşımımız şimdinin betimlenmesinde her türlü pozitiviteyi reddeder. Oysa her şimdi, her kendime mevcudiyet20 aynı zamanda mevcudiyetten çıkmadır21. İşte bu yüzden Merleau-Ponty halihazırda aşkınlık, mesafe olarak tanımlanacak ve içinde geçmişin ve geleceğin barınabileceği bir şimdi teorisi ortaya atar: “Şimdi vardır fakat şimdinin aşkınlığı bir geçmişe ve geleceğe tutunmasını sağlar, öyle ki onlar şimdi için yokluk ifade etmezler”22. Dolayısıyla şimdi positif bir şimdi değildir, o herzaman başkadır.

Merleau-Ponty zamansallık problemini öznellikten kurtarmak için eşzamanlılık23 kavramını ortaya atar. Geleneksel zaman teorilerini betimleyen ardışıklığın ötesinde kökensel bir eşzamanlılık kavrayışı gerekir: ardışık belirişlerin bu tek ve eşsiz dünyaya aidiyeti onları çağdaş kılar. Eşzamanlılık mevhumunun berisinde geçmiş veya gelecek siluetlerin aktüel siluetlerden daha az gerçekliğe sahip olmadığı fikri yatar. Öyleyse eşzamanlılık aktüel olmayanın, nesnel mevcudiyete sahip olmayanın gerçekliğine işaret eder. Eşzamanlılık zamanın ve Varlığın tenidir ve bu anlamda nesnel zaman ve uzay ayrımının ötesindedir. Merleau-Ponty’ye göre “zaman uzaydan bağımsız düşünülemez, öyle ki uzay olmadan şimdi kavranamaz. Şimdi sadece bilince değil uzaya da özgüdür”24. Bunun mümkün olabilmesi için şimdinin aşkınlığını göz önüne almak gerekir. Zaman ve uzay şimdinin aşkınlığında iletişime geçer zira o saf farklılaşma olarak hem zaman-öncesi hem de uzay-öncesidir. Şimdi uzaysallaşma ve zamansallaşma hareketlerinin eşzamanlı toplanışıdır ve şimdinin aşkınlığı şeyi ilksel bir uzaysallıkta yani derinlikte açar. Şimdi namevcudiyetle örülüdür ve geçmişi sarıp sarmalar. Böylece her nokta eşzamanlılığın derinliğinde yakalanır.

Merleau-Ponty’nin belirttiği gibi ardışıklığın ötesinde “eksistansiyal bir ebedilikten”25 söz edilir, “zamanın çizgisi veya dizgisi değil zaman-üstü bir çekirdeği – Görünür veya Dünya – görünürün bir çeşit ebediliği vardır”26. Burada Pato

ka’nınAristoteles okumalarıyla27 ortaya koyduğu tezahür hareketi teorisiyle bir benzerlik kurabiliriz. Çek filozofa göre hareket kavramı tezahüre özgü dinamizmi ve açıklığı tanımlar. Tezahür hareketinin bir başlangıcı ve sonu yoktur, o fenomenalliğin hareketidir. Söz konusu hareket, Pato

ka’nın terimleriyle “yerinde sayma”, Merleau-Ponty’nin terminolojisinde “sabit bir patlama” “hiçbir zaman bitmeyecek bir Varlık patlamasıdır”. Dolayısıyla bir başlangıçtan veya sondan bahsedilemediği gibi yaratılış üzerine de bir ilk neden aranmaz. Bu sabit patlama dünyanın halihazırda oradalığıdır. Merleau-Ponty’nin söylediği gibi “nedensel düşüncenin yerine geçen aşkınlık fikridir, öyle ki dünya kendinden ayrılmazlığı içerisinde ele alınır, onun sayesinde sarıp-sarmalayan bir Varlık, dikey bir Varlık, boyut ve boyutsallık fikirleri husule gelir”28. Bu doğrulama zamanın dizgisel karakterinin yadsınmasından ayrı düşünülemez: söz konusu olan artık yaratım veya evrim değil sabit bir patlamadır.

Aslında, beliren şey gerçekten kendisi olmayanla yakınlığı ile tanımlanmak zorunda ise, dünya bütünün bütünü aşması, “biraradalık varlığı”29 ise geçmiş ve gelecek çağdaştır. Belirişlerinde ardışık olan dünyanın momentleri aynı zamanda imkanlarının koşulu olarak görünüşe getirdikleri Varlıkta eşzamanlıdır. Dolayısıyla zaman dizisel değil bir iç içe geçme halindedir: şimdi derinliğinde diğer şimdileri de barındırır. Zaman anların ardışık dizisi değil bir bütün, ancak kendinden farklılaşarak devam eden bir geçiştir. Zamanın birliği her zaman bir döngüye işaret eder, ebedi dönüş, yeninin yaratımı olarak zamanın ebediyetidir.
Fenomenolojin metafizik ve kozmolojik kaynakları

Aşkınlık kavramının bu derin dönüşümü Heidegger’in düşüncesinin evrimini hatırlatır. Aşkınlık bir anlamda Varlık ve Zaman’daki30 gibi, zamansallığın ek-statik yapısı ile kavranabilir. Zaten Heidegger’in düşünce çizgisindeki ilerleme, aşkınlığın özneden koparılıp dünyanın intraontolojik bir yapısı haline geldiği hareketten bağımsız düşünülemez. Dolayısıyla artık olumsal bir aşırılığa dayanmayan bu aşkınlık mevhumu “ontik maskesi düşmüş saf aşkınlıktır”31. Aşkınlık artık dünyayın kendisini betimleyen momentlere indirgenemez aşırılığıdır: dünya her bir şeyde tezahür edip her şeye aşkın olarak verilirken ancak bu tezahürde inşa edilebilir: o aslında şeylerden başka bir şey değildir zira o başka bir “şey” veya başka bir “varolan” değildir. Dünya işte bu mesafesiz veya ikiliksiz farklılık, “farklılıktaki özdeşlik”32, aşkınlığa tekabül eden beliren ve belirme arasındaki saf farklılıktır. Her belirme dünyasal bir bütünlüğün birlikte-belirmesiyse, tezahürün özü positif olmayan bir aşkınlık içerir, öyle ki bu aşkınlık bütünün parçalarına devredilemez aşırılığıdır. Böylece aşkınlık şeylerin boyutsal mahiyetlerini, “bir dünya ışını”na33 aidiyetlerini, ancak şeylerin “derilerinin” altında kendini gösteren ve orada gizlenen görünmez derinliği belirtir.

Patočka’nın Merleau-Ponty’den farkı bu aşkınlığı, tezahür sürecinin dinamik bir yansıması olarak kosmolojik hareket düşüncesiyle kavramsıyla ortaya çıkar. Renaud Barbaras’ın ifadesiyle “Patočka tarafından atılan büyük adım, varoluşu hareket olarak tanımlamasıdır. Hiç şüphesiz, böyle bir karar, modern dönemden beri mekânda yer değiştirmeyi ifade eden ve artık sadece böyle tanımlanamayacak hareket kavramının derinleştirilmesini gerektirir. Varoluş açısından tekrar düşünüldüğünde –ki bu onun temel tasviridir–, hareket, kendine özgü varlığında hareketli olan varlığın meydana gelmesi, dolayısıyla bir tamamla(n)ma, daha doğrusu, terimin iki anlamıyla (gelişme ve gerçekliğe giriş) bir gerçekleştirme gibidir. Bu yüzden, Patočka, değişimi töze gelen bir şey ve tözün varlığının edimselleştirme (actualisation) düzeninde olan olarak düşünen Aristoteles’in mirasına sahip çıkar”34. Şu halde, sadece gerçekleştirme olarak varoluş hareketi gerçek bir öznesiz bir hareket, dolayısıyla öznenin kendisi aracılığıyla varlığına ulaştığı bir hareket olması ölçüsünde, Patočka, radikalleştirilmiş bir Aristotelesçilik anlayışını ortaya koyar. Dolayısıyla, hareket, Aristoteles’te olduğu gibi hareketsiz bir dayanak (substrat) varsaymaz; tersine, bu dayanağı gerçekleştirir: Hareket, hep birlikte kendi birliğini ve dayanağın birliğini kurar. Fenomenolojinin ve kozmolojinin birleştiği noktada Patočka şunu ifade eder : varoluş harekettir ve bu hareket ile dünyaya kaydolur. Aristotelesçi hareket düşüncesinin Patočka tarafından yeniden okunması bize şunu gösterir: erek olarak varlık esasen “eksik, tamamlanmamış bir fiil”35 [energeia ateles] olarak harekete bağlıysa, hareketin varlığını betimleyen aşkınlık ancak telosu olmayan bir aşkınlıktır. Söz konusu Aristotelesçi okuma sayesinde Patočka, fenomenolojik doluluğun statik ve özdeş modeli yerine, energeia ateles olarak hareket modelini geçirir. Aşkınlık hareketinin devinimi için tıpkı yukarıda zaman teorisi için verdiğimiz örnekteki gibi tamamlanmamış, sabit bir patlama, eksistansiyal bir ebedilik olması gerekir. Ancak bu halde aşkınlığın iki anlamını bir arada tutabiliriz: bir-şeyin dışında konumlanmak ve öteye doğru hareket. Aşkınlığın deneyimi bir şeyin dışında konumlanmayı, yani bir dışsallık ortaya koymayı ve ona doğru sonu olmayan bir hareketi gerektirir.

Dolayısıyla, aşkınlık fenomenolojisi için bir varolan ancak kendini aşan bir boyuta (varolanların bütününe) göre kavranabilir, öyle ki bu boyut belirenin mevcudiyetinde namevcut olarak bulunmasına rağmen onunla verilir. İşte bu yüzden bütünlük olarak dünya bir söz, vaat edilen bir şey, olarak tezahür eder36. Bu durumda yazının başında Merleau-Ponty’den alıntıladığımız bir cümleyi yeniden yorumlayalım: “şeyin aşkınlığı tüketilemez bir doluluğu dayatır, diğer bir deyişle şey bakışın altında bütün bir aktüellikle bulunmasada bu bütüncül aktüelliği vaat eder zira o hâlihazırda oradadır37. Diğer bir deyişle, eksiksiz, tam bir aktüellik ancak söz, vaat olarak belirir ve sözün varlığı oradalığıdır: onun veriliş tarzı bir vaatinkidir. Bu aşkınlığın hamlesidir: onun açtığı uzaklık mümkün bir yakınlıkla ölçülemez, mesafesiz indirgenemez bir derinliktir. Dolayısıyla, hiç bir zaman yerine getirelemeyecek bir sözden, vaatten, olumsal olmayan bir bütünlükten, Merleau-Ponty’nin terimleriyle bir görünmezden bahsedebiliriz. Söz konusu bütünlük Husserlci yönelimsellik teorisinin temel ilkesi olan aslına-uygunluk telosuyla değil söz, vaat olarak belirir.

Aslında Husserl’in yönelimsellik için önerdiği kavramsallaştırma temel sezgisine tamamıyla sadık değildir. Bu kavramsallaştırma bizi bu sezginin berisine, yani belli bir entelektüalizm ve rasyonalizm biçimine geri götürecek kategoriler ortaya koyar. Aslında yönelimselliğin bu tanımı, rasyonalizmin çekirdeğini oluşturan, rasyonel tez ile Varlık arasındaki denklik ifadesiyle buluşur; bu ifadeye göre, varlığın varlık anlamı, eksiksiz ve uygun olarak bilinebilmesi, akıl için apaçık olmasıdır. Böylece yönelimsellik, şeyin hem “kendinde verilişi”ne [donation en chair] hem de “uygun ve eksiksiz verilişi”ne [donation adéquate] mahkûm olur ki; bu durum formun maddeye, anlamın hissedilene önceliğini vurgular. Elbette, Husserl bu güçlüğü fark etmiştir ve bu gerilimden kaçmaya çalışmıştır; fakat çözümü, sorunu gidermek yerine derinleştirmiştir; çünkü bu uygun ve eksiksiz verilişe basit bir çerçeve statüsü, dolayısıyla Kantçı anlamda bir ide manası verir. Merleau-Ponty’in özgün ilerleyişi bu güçlüğü ifade etmeye ve Husserlci öğretiye bağlı kalmaya dayanır. Bu durum, yönelimselliği önceden verili kategorilere tâbi tutmak yerine, kategorilerimizi yönelimsellik deneyimi ışığında yenilemeyi içerir.

Sonuç olarak, varoluşu ve nesnelliği birbirinden ayırmalıyız ve nesnel olmayan, diğer bir deyişle aktüel olmayan vecheler içeren bir şeyin de “bizzat orada” verilebileceğini göstermeliyiz. Dolayısıyla varoluş nesnelliğe dayanmaz aksine ondan kaçar. Bütünlüğün çağrısı insan ve dünya arasında bir değiş tokuş mantığını dışlayıp açık bir veriliş olarak husule gelir zira bir vaatte ancak verili bir söze güvenilir. Oysaki Husserlci anlamda “veriliş her şeyin ölçüsüdür” önermesi bir önkabüle işaret eder ve bu önkabül dünyasal gerçeklikten ayrılamaz öznenin verili olanın hükmüne boyun eğmesini zorunlu kılar. Oysa bütünlüğün vaat ettiği şey, şeylerin tek tek toplamından başka olan fenomenal dünyanın bilgisi yani bilgisizliğin bilgisidir. Bu yüzden algının sonluluğu dünyanın aşkınlığı tarafından çağrılır. Fakat bu çağrı, şeylerden vazgeçmeye değil tam aksine Husserl tarafından fenomenolojiye atfedilen “şeylerin kendisine dönme”38 çağrısıdır. Bu görev, betimsel bir yöntemin temel ilkesi olarak, bize her türlü ön yargıdan önce verildiği şekliyle algılanan dünyanın varlık anlamını ortaya çıkarmaktır.



Emre Şan

emrsan@gmail.com




1 “Husserl’in hocası Brentano’dan ödünç alıp kullanıma soktuğu bir kavram olan yönelimsellik, Kartezyen, Hobbes ve Lockeçu yaklaşımların, adeta kapalı bir kapmışcasına ele aldıkları bilinç kavramlaştırmalarına karşıt bir biçimde, her bilinç ediminin, bir nesneye yönlendirildiğini ve bilincin de özünde bir şeyin bilinci olduğunu anlatmak için kullanılan fenomenolojik bir kavramdır. Buna göre yönelimsellik, bilincin nesnesine yönelmişliğini, her bilinç yaşantısının kendi nesnesini içerdiğini ve bu yüzden de her bilinç yaşantısının bir şeyin bilinci olduğunu ifade eder. Her bilinç deneyimi iki kutupludur: Kendisini özne veya bene sunan bir nesne vardır. Bunun anlamı, (hayal etme, algılama, hatırlama vb.) bütün düşünmenin daima bir şey hakkında olduğudur. Bu tüm eylemler için geçerli olup, kavrama bir şeye yönelik kavrama, duyma bir şeyi duyma, işaret etme de bir şeyi işaret etmedir”. Kasım Küçükalp, Husserl, Say Yayınları, İstanbul, 2006, s. 201.

2 Husserl’in ortaya koyduğu gibi, Descartes, şüphe uyandıran aşkınlıktan şüphe götürmez içkinliğe yönelerek, reel içkinliğe, tek ve aynı nesnel zaman içinde reel bir etkileşim ile fiziki dünyanın şeylerine bağlı, sonlu zihinsel bir töze olan içkinliğe dönmüştür . Böylece kartezyen bakış açısı felsefeye bir içkinlik [immanence], içsellik alanı, “aşkınlık” [transcendance] ile dünyaya açılan bir yaşantı alanı ortaya koymaya ilişkin psikolojik bir miti armağan eder. Öyle ki, Descartes’ten itibaren içkinlik öznellik tanımlamalarının temel unsuru haline gelir. Bu durumda öznel olan ve nesnel olan arasındaki ayrım, sadece kendi kendisine verili olan ve herkese verili olan arasındaki farklılıktan itibaren, diğer bir deyişle içkin olan ve aşkın olandan yola çıkarak anlaşılabilir. Husserl, kartezyen felsefenin yol açtığı realizm veya tözleştirme temelli güçlüğün ve riskin son derece farkındaydı.1927 yılında Encylopaedia Britannica’da “Fenomenoloji” başlığıyla yayınlanan bir yazısında bu güçlüğe dikkat çeker : “Descartes’in Meditasyonlar’ında ‘ilk felsefe’ için klavuz olmuş olan düşünce, tüm ‘gerçeklik’in ve, sonunda, varolan ve bizim için böyle olan bütün dünyanın, en iyi şekilde ifade ediliyor olarak ve kendi bilişsel yaşamımızda açık bir şekilde güvenilir olarak temsillerimizin temsilsel içeriği olarak ancak varolduğudur. Bu düşünce, hakiki olsun ya da sahte olsun, tüm transendental problemlerin güdüleyicisidir. Descartes’in şüphe yöntemi ‘transendental öznellik’i serimlemenin ilk yöntemiydi, ve onun ego cogitosu transendental öznelliğin ilk kavramsal formülasyonuydu. Descartes’in transendental anlamda saf mensi, Locke’ta ‘insan zihni’ne dönüşür ki, insan zihninin iç deneyim yoluyla sistematik incelemesini yapan Locke, transendental-felsefi bir sorunun üstesinden gelir. Dolayısıyla o, - iç deneyim psikolojisi aracılığıyla kurulan bir transendental felsefe olarak – psikolojizmin kurucusudur. Bilimsel felsefenin kaderi, psikolojizmin her türlü izinin radikal biçimde silinmesine bağlıdır; bu silme, psikolojizmin kökensel saçmalığını ifşa etmekle kalmaz, ondaki transendental açıdan önemli hakikat nüvesinin de hakkını verir” (Edmund Husserl, “Fenomenoloji”, çev. Aydın Gelmez, Baykuş, Eylül 2010, sayı 6 : Husserl’in Gör Dediği, s. 36-37) . Kartezyen kuşku, Husserl’in terimleriyle, “dünyanın bir parselini” kurtarır. “Ben”i substantia cogitans, mens siva anima, olarak tanımlayan Descartes, transendental realizme düşer, diğer bir deyişle, töz niteliğini elinde tutarak, egoyu dünyadaki diğer tözler seviyesine yerleştirir. Bu transendental realizm, hiç kuşkusuz, bir çelişkidir çünkü dünyanın belirme şartını dünyanın bir gerçekliği yaparak, belirmeyi beliren bir gerçeklikten itibaren açıklar. Bizim bakış açımızdan asıl soru Husserl’in hangi noktaya kadar bu güçlükten kaçabildiği ve Descartes tarafından sezileni ne ölçüde tamamlayabildiğidir.

3 Al. Erscheinung, Fr. Apparaître, İng. Appearing.

4 Eugen Fink, “Die intentionale Analyse und das problem des spekulativen denkens”, al. çev. Çağlar Koç, Baykuş, Eylül 2010, sayı 6 : Husserl’in Gör Dediği, s. 99.

5 Bu soruları sorarken Merleau-Ponty’nin fenomenoloji yorumuna benzer bir bakış açısı benimsiyoruz. Merleau-Ponty, Algının Fenomenolojisi kitabının önsözünde fenomenoloji nedir sorusuna şöyle cevap veriyor : “fenomenoloji, bütün bir felsefi bilince ulaşmadan önce, bir tutum veya üslup olarak uygulanmaya ve tanınmaya imkan verir, hareket olarak var olur. Fenomenoloji uzun zamandan beri yoldadır, öğretisini izleyenler onu her yerde, şüphesiz, Hegel’de ve Kirkegaard’da, hatta Marx, Nietzche ve Freud’da da bulurlar. Metinlerin filolojik yorumu bize birşey kazandırmayacaktır: onların içinde sadece kendi koyduklarımızı buluruz ve eğer tarih bizim yorumumuzu çağırdıysa, bu çağrıyı yapan elbette felsefe tarihidir. Fenomenolojinin birliğini ve gerçek anlamını kendimizde buluruz. Önemli olan metinlerin aktardıklarını tek tek saymak değil, bizim için fenomenolojiyi saptamak ve nesneleştirmektir. Böylece birçok çağdaşımız Husserl ve Heidegger’i okurken, yeni bir felsefeyle karşılaşmaktan çok, bekledikleri bir şeyle yüz yüze geldikleri hissine kapılmışlardır. Öyleyse yaşamın içinde kendiliğinden birbirine bağlanan fenomenolojinin ünlü konularını, bu kez de kendi irademizle birbirine bağlamayı deneyelim. Fenomenolojinin niçin uzun zaman başlangıç, sorun ve istek halinde kaldığını belki de o zaman anlayacağız”, Maurice Merleau-Ponty, Phénoménologie de la Perception, Paris, Gallimard, 1945, s. II.

6 Michel Henry, “Phénoménologie non-intentionnelle : une tâche de la phénoménologie à venir”, yay. haz. Dominique Janicaud , L’intentionnalité en question. Entre phénoménologie et science cognitives, Paris, Vrin, 1995, s. 383.

7 Jan Patočka, Papiers phénoménologiques, fr. çev. E. Abrams, Grenoble, Millon, coll. “Krisis”, 1995, s. 171.

8 Fr. Sensible.

9 Maurice Merleau-Ponty, Le visible et l’invisible, suivi de notes de travail, Paris, Gallimard, 1964.

10 Fr. Rayon du monde.

11 Edmund Husserl, Die Krisis der Europäischen Wissenschaften und die Transzendentale Phänomenologie, yay. Haz. Von Walter Biemel, Martinus Nijhoff, The Hague, 1976.

12 Merleau-Ponty, Görünür ve Görünmez, s. 245

13 Fr. Chair.

14 Fr. Totalité.

15 “Husserl’e göre, her yönelimsel nesne, bazı boyutlar altında tezahür eder fakat bu tezahür, başka türlü de olabileceği diğer mümkün tarzlara yönelik zımni imaları da içerir, yani her ima, mümkün imalar anlamında diğerinin bir ufku tarafından kuşatılır. Biz verili bir deneyimin yönelimsel nesnesinin yapısı içinde, aktüel olarak açık bir biçimde mevcut bir nensenin bu boyutlarıyla, yalnızca zımni bir biçimde mümkün olarak varolan boyutlarını ayırt edebiliriz. Her yönelimsel nesne, bulanık bir biçimde anlaşılmasına rağmen, yine de bu nesnenin deneyiminde sunulan ve onun doğasının belirlenmesine yardımda bulunan ‘imkanların boş bir ufku’ tarafından kuşatılır”. Kasım Küçükalp, Husserl, Say Yayınları, İstanbul, 2006, s. 199-200.

16 Edmund Husserl, Méditations Cartésiennes. Introduction à la phénoménologie, fr. çev. Emmanuel Levinas ve Gabrielle Peiffer, Paris, Vrin, 1992.

17 A.g.e. s. 82.

18 A.g.e. p. 84.

19 Edmund Husserl, Zur Phaänomenologie des inneren Zeitbewusstseins (1893-1917), Husserliana, cilt 10, yay. haz. Rudolf Boehm, Martinus Nijhoff, Yhe Hague, 1966.

20 Fr. Présence à moi-meme. Al.Urprazens.

21 Fr. dé-présentation Al. Entgegenwartigung.

22 Merleau-Ponty, Görünür ve Görünmez, s. 249

23 Fr. Simultaneité

24 Maurice Merleau-Ponty, Notes de cours 1959-1961, yay. haz. S. Ménasé, önsöz. C. Lefort, Paris, Gallimard, 1966, s. 207-208.

25 A.g.e. s. 318-321

26 A.g.e. s. 209.

27 Jan Patočka, Aristote, ses devanciers, ses succeseurs, fr. çev. E. Abrams, Paris, Vrin, 2011.

28 Merleau-Ponty, Görünür ve Görünmez, s. 280-281.

29 Fr. Etre de promiscuité.

30 Martin Heidegger, Sein und Zeit, al. çev. Kaan Ökten, Agora Kitaplığı, İstanbul, 2008

31 Merleau-Ponty, Görünür ve Görünmez, s. 282.

32 A.g.e. s. 279.

33 Fr. Rayon du monde.

34 Renaud Barbaras ile söyleşi, haz. ve çev. Emre Şan, Baykuş, Eylül 2010, sayı 6 : Husserl’in Gör Dediği, s. 24.

35 Aristoteles, Metafizik, çev. Ahmet Arslan, Sosyal Yayınları, İstanbul, 1996. 1066a 21, s. 470.

36 Dünyanın bir söz, vaat edilen bir şey olarak tezahürünün ve aşkınlık probleminin daha ayrıntılı bir incelemesi için : Emre Şan, La transcendance comme problème phénoménologique : Lecture de Merleau-Ponty et Patočka, Önsöz: Renaud Barbaras, Paris, Mimesis, 2012.

37 Merleau-Ponty, Görünür ve Görünmez, s. 245.

38 Al. Zurück zu den Sachen selbst.


Yüklə 89,31 Kb.

Dostları ilə paylaş:




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©www.genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə