*dipnotlar yazıda nerede kullanılmışsa oraya parantez içinde yapıştırılmıştır


***************************************************



Yüklə 0,5 Mb.
səhifə23/25
tarix26.08.2018
ölçüsü0,5 Mb.
#64828
növüYazı
1   ...   17   18   19   20   21   22   23   24   25

***************************************************

Özgürlük Dünyası

Hani “Bize gerekli olan Avrupa’daki türden bir burjuva demokrasisi”ydi?

Yıllar önce;

Bu nedenle demokrasiye ihtiyacımız var. Ve sınıf karakteri olmayan demokrasi olmaz. Bu karakter itibarıyla Avrupa’daki gibi burjuva demokrasisi olacaktır.... Bu, komünizm değildir, proleter demokrasisi de olmayacaktır. Avrupa’daki burjuva demokrasisi çağını doldurdu, orada Arayış’ın tespit ettiği sancılar, sosyalizm sancılarıdır. Ama Türkiye’de hala gerekli olan burjuva demokrasisidir. Burjuvazili ya da burjuvazisiz, ama burjuva karakterli bir demokrasiye ülkemiz mutlak ulaşacaktır. (Arayışın Arayışı yazısından)



Yıllar sonra:

Burjuva demokrasisi, burjuvazinin sınıf egemenliğinin bir biçimidir. Sınıflı toplumlarda devlet bir egemenlik erki, egemenlik aracıdır .... Burjuvazinin sınıf egemenliğinin aracı olan burjuva devleti özel bir iktidar aygıtıdır, "belirli bir sınıfın sırtını yere getirmeye yönelik bir zor örgütü"dür. İster burjuva demokratik, isterse faşist biçimler alsın, bu özelliği sınıfsal karakteri, sınıfın siyasal -en üst, en modern- örgütü olma özelliği değişmez...

Burjuva devletin ve onun kurumlarının proletarya ve emekçiler karşısındaki konumu tüm açıklığıyla gözler önündeyken, “en demokratik” kapitalist ülkelerde de bu kurumlar en sıradan işçi grevi ve “masum” hak istekleri karşısında şiddet araçları olarak işlev görmekteyken, burjuva demokrasisini, burjuva diktatörlüğünden soyutlayarak, onu proletarya ve burjuvazinin "ortak kazanımı" olarak sunmak proletaryayı bu “ortak kazanım“a zarar verici eylemlerden, burjuva egemenliğine karşı mücadeleden alıkoymak demektir. Revizyonist öncellerinin izinde yürüyen yazarın yaptığı da budur.

... Kapitalist rejimde, kapitalizm koşulları içinde "en iyi devlet biçimi"nin demokratik cumhuriyet olması, hiçbir biçimde, proletaryayı, burjuva demokratik biçimli burjuva devlete karşı, onu alaşağı edecek mücadeleden geri durmaya çağıranları, "ortak kazanım" demagojisiyle burjuva demokrasisini kutsayanları haklı çıkarmaz. Çünkü "en demokratik burjuva cumhuriyetinde bile, halkın nasibi ücretli kölelikten başka birşey değildir." (...)(245)

Proletaryayı eğitmek, devrimci eyleme hazırlamak için burjuva demokrasisinden olanaklı en geniş biçimde yararlanmak başkadır, onun proletarya ve emekçiler üzerinde burjuvazinin bir diktatörlük biçimi olduğunu yadsımak başka. O, "en demokratik" biçimiyle bile zenginler (kapitalistler) için demokrasidir ve baskının olduğu yerde eşitlikten, "ortak tercih"ten, "ortak kazanım"dan sözedilemez. Ve bir marksistin görevi burjuva demokrasisine övgü düzmek değil, onun ikiyüzlü ve sahte özelliklerini gözler önüne serme, proletaryaya devrim zorunluluğunu gösterme, yığınlar içinde devrimci propaganda yapma ve yığınları devrime hazırlamaktır. Burkay gibi revizyonistler ise, proletaryayı devrim mücadelesinden alıkoyma gayreti içindedirler. Onlar, demokrasi ve diktatörlüğü "karşıt" şeyler gibi göstermeye çalışırken, Kautsky’nin onyıllar önce yaptığını çok daha ilkel düzeyde tekrarlamaktadırlar. Lenin’in deyişiyle "bir liberalin genel olarak ‘demokrasi’den sözetmesi doğaldır, bir marksist ise (hangi sınıf için?) diye sormaktan hiçbir zaman geri kalmayacaktır."

(Devrim ve Demokrasi Sorununda Anti-Marksizm ve Kemal Burkay başlıklı yazıdan, Sayı: 50, Aralık ’92)



***************************************************__Özgürlük_Dünyası__Reklamcılığın_eleştirisi'>***************************************************

Özgürlük Dünyası

Reklamcılığın eleştirisi

Komünist, devrimci politik çalışma açısından ise sansasyon, abartı ve bunlara dayalı reklam ve reklamcı bir propaganda-ajitasyon çizgisi ve anlayışı hiç de gerekli ve başvurulur bir yöntem, bir tarz değildir, olmamalıdır. Komünist devrimci ajitasyon; ekonomik ve politik gerçeklerin açıklanmasına, gerçeklere, abartısız gerçek olay ve olgulara dayanmak, işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin her gün, her saat yaşadıkları ve karşılaştıkları gerçek sorunlara, baskı ve sömürünün her günkü somut tezahürüne ve görünümlerine dayanmak, kitlelerin önüne en güçlü silah olan gerçekle çıkmak durumundadır.

Propaganda-ajitasyon çalışmasında, anlayışı böylece belirledikten sonra, devrimci yayın organlarında sıkça rastlanan ve giderek egemen olma potansiyeli taşıyan anlayış ve eğilime, sansasyon, abartı ve reklamcı anlayış ve eğilimlere baktığımızda, örneklerini vermeye çalışacağımız durumla karşılaşıyoruz.

(Propaganda-Ajitasyon ve Yayın Organlarında Reklam ve Reklamcılık Üzerine başlıklı yazıdan, Sayı: 58, Ağustos ’93)



Reklamcılığın pratiği

Onbinlerce işçi ve emekçinin devrimci komünist partinin sloganlarını coşkuyla haykırmasından devrimci sonuçlar çıkarmanın her kesim açısından gerekli olduğu açıktır. (Yüzbinlerin Yürüyüşü ve Bazı Sonuçları başlıklı yazıdan, aynı sayı)(246)

Türkiye işçi sınıfının 1993 1 Mayıs eylemi, devrimci bir sınıf partisinin varlığını, sınıfın yaşantısında bütün öteki "işçi partileri”nden ve Türk-İş yöneticilerinin "partisi"nden tamamen farklı bir yere sahip olduğunu sadece kanıtlamamış, çarpıcı bir olgu olarak da ilan etmiştir. İşçi sınıfı, bütün bir sınıf olarak, bütün öteki partilerden ayrı, bağımsız bir parti olarak örgütlenme eğilimi içinde bulunduğunu, kendi devrimci partisinin var olduğunu ve bu parti saflarında örgütlenmek yolunda yürüdüğünü ortaya koymuştur. (...) Bu 1 Mayıs eyleminde, işçi sınıfının harekete geçen, politik eğilimini açıkça ortaya koyan kesimleri, sadece İstanbul’da değil, bütün ülkede, Türk-İş bürokrasisi başta olmak üzere, sınıf dışı reformist ve "sosyalist” grupları bir kenara itmiş, büyük ölçüde partimizin sloganları, pankartları ve örgütleri etrafında toplanmıştır. Görülmüştür ki, işçi sınıfı içinde partimizden ve örgütlerinden başka herhangi kayda değer bir devrimci politik akım ve örgüt yoktur. İşçi sınıfı, partimize, kendi sınıf partisine olan politik ve örgütsel eğilimini belirginleştirmiş ve ilan etmiştir.

(TDKP-MK’dan Açıklama ve Çağrı/İşçi Sınıfının 1 Mayıs Eylemi ve Sınıf Partisinin Politik ve Örgütsel Sorumlulukları yazısından, sayı:56, Haziran ’93)



**************************************************

Mücadele

Türk-İş: Sıra “sarı particilik”te!

Düzenden ve düzen partilerinden giderek kopan emekçiler için Türk-İş aracılığıyla yeni bir barikat hazırlanıyor. Ve bu barikat "sınıfın kendi partisini kurma" gibi işçilerin taleplerini, özlemlerini istismar eden bir demagojiyle örülüyor.

Evet, sarı sendikacılık, egemen sınıflar adına bir görev daha üstleniyor; Türk-İş parti kurma hazırlığında...

Kuşkusuz böyle bir projeye kamuoyunun hazırlanmaya çalışılması, tek başına Türk-İş yöneticilerinin "kişisel" bir kararı ya da istemi olarak görülemez. Bu, sarı sendikacılığın, düzenin bugünkü açmazları ve tıkanıklıkları karşısında biraz daha fazla devreye sokulmasıdır.

Bir sendika olarak emekçilerin hakkını ne kadar savunduğu bilinen Türk-İş’in, parti olarak da ne yapacağı bellidir. Haber-İş Teşkilatlandırma Sekreteri Ali Çelik’in böyle bir parti için ileri sürdüğü "Milletvekili seçilen sendikacıların çalışanların sorunlarını unuttuğu" gerekçesi de, aslında bunun bir göstergesidir. Bu kez SHP’den, DYP’den değil de, Türk-İş’in kuracağı partiden Meclis’e girecek olan profesyonel sendikacıların tavrı farklı mı olacak? Elbette hayır. Zaten sorun ya da gerekçe de bu değil.

Onlar iyi biliyorlar ki, işçilerin düzenden, düzen partilerinden kopuşu, özünde sarı sendikacılıktan, Türk-İş’ten de kopmalarıdır. Önlemeye çalıştıkları budur.

Parti kurup iktidara ortak olan bir Türk-İş’in ne yapacağını tahmin etmek için kahin olmak gerekmiyor bu ülkede. Sarı sendikacılığı tanımak ve biraz geriye dönüp bakmak yetiyor.

Cunta döneminin hükümetine hiçbir sıkıntı duymadan Genel Sekreteri Sadık(247)Şide’yi bakan olarak veren Türk-İş, aynı rahatlıkla cuntanın tüm uygulamalarının altına imza atabilmiştir. Sarı sendikacılığın partisinin bir an için bugünkü iktidarda yer aldığını varsayalım. Türk-İş infazlara, Kürdistan’da yürütülen kirli savaşa, yeni terör yasalarına karşı mı çıkacaktır? Sorunun yanıtı bugünden bellidir.

İşçi sınıfının kendi partisini kurma gibi bir ihtiyacı vardır bu ülkede. Ancak bu parti Türk-İş’in salonlarında değil, emekçilerin, halkın devrimci mücadelesi içinde kurulacaktır ve kurulmaktadır da. Bugün işçi sınıfının, tüm emekçi halkın çıkarlarını savunmak açısından düzen partileri işçilerden ne kadar uzaksa, Türk-İş de o kadar uzaktır.

Bugüne kadar işçilere, halka yönelik tüm saldırılar karşısında bol bol "uyarı" yaparak işçi sınıfının muhalefetinin önünü tıkama rolünü üstlenen Türk-İş’in parti kurma manevrası da aynı işlevi taşımaktadır: Tepkileri ve arayışları düzenin kanalları içinde boğmak.

Ancak eklemek gerekir ki, aynı işlevi gören onlarca düzen partisi yanında bir de Türk-İş’in partisi sisteme hiçbir şey eklemeyecek, işçi sınıfının arayışlarının ve devrimci bir rotada yürümesinin nihai anlamda engeli olamayacaktır.

(İşçi Sınıfının Düzenden Kopuşuna Yeni Barikat başlıklı yazıdan, Sayı: 79, 8 Ocak ‘94)



**************************************************

Özgürlük Dünyası

Namuslu ve dürüst’ sendika bürokratlarıyla işçi sınıfı partisine...

Elbette ki kitlesel bir işçi partisinin, her koşulda, zamanla, devrimci komünist partinin kitleleri çatısı altına toplamasıyla gerçekleşeceği söylenemez. Yükselen işçi sınıfı mücadelesi öyle bir gelişmeye yol açar ki; aralarında partili olmayan işçi önderleri ve partisiz ama dürüst, sınıftan yana sendikacıların yer aldığı kesimlerin sınıf partisiyle ortak bir girişim içinde kitlesel bir işçi partisi kurulabilir ve öncü partiyle belirli bir paralellik ve uyum içinde sınıfın çıkarları doğrultusunda politikalar geliştirebilir; ve böyle bir işçi partisi, elbette işçi sınıfı mücadelesi içinde güç ve mücadele merkezi olarak rol oynayabilir. Böyle bir parti, sınıf partisinin kendisine tam tekabül etmese de ondan ayrı, onun dışında, ya da ona karşı bir parti de değildir. Tersine, sınıf partisinin o koşullarda kendisini, kendi faaliyetini ortaya koyuş biçimlerinden birisidir....

Bugünkü yaşanan koşullarda, Türk-İş’in kuracağı partinin işçi partisi olması için hiçbir şans yoktur. Çünkü Türk-İş üst yönetiminin bileşimi, sınıf partisi platformuna gelinmesinin önündeki başlıca engeldir. Elbette her kademede dürüst, namuslu sendikacılar, son yıllardaki mücadelelerin yetiştirdiği ileri işçiler, doğal işçi önderleri vardır. Ama üst yönetimin başını çekeceği bir işçi partisi girişiminin özellikle ileri işçilere imkan tanıma, dürüst sendikacılar doğrultusunda bir platformda politikalar üretmesi, sınıfın partisiyle birleşmesi beklenir bir şey değildir. Türk-İş’in(248)asıl handikapı da budur. Çünkü bugün büyük ölçüde sendikaların üst yönetimini tutmuş olan sendika bürokrasisi, her şeyden önce Türk-İş’in ve işçi sınıfının sendikal hareketinin içine düştüğü açmazların başlıca müsebbibidir. Bunların kuracağı parti de, aynı yanlışları yapmaya adaydır. Çünkü; Türk-İş’de sağlam ve geleceğe açık yön, geleneksel sendika bürokrasisi değil, gerçekten bugünkü sorunları çözmeye niyetli, dürüst, ilerici sendikacılar ve sınıf hareketi içinde bugüne kadar yetişip öne çıkmış ileri işçilerdir. Bir işçi partisi de ancak bu dürüst sendikacılar ve ileri işçilerin omuzları üstünde ve onların tarafından belirlenmiş bir platformda hareket edebilirse, ileriye atılmış bir adım olma şansını yakalamış olacaktır.

(Partiler Üstü Politikadan "İşçi Partisi"ne başlıklı yazıdan, Sayı: 56, Haziran ’93)

***************************************************__Yeni_Demokrat_Gençlik__Kemalizm_ile_komünizm_(MLM)_arasında_salınan_ulusal_burjuvazi'>****************************************************__Barikat__Kompleks_Değil_Görev_Bilinci'>****************************************************__Özgür_Gelecek__Neden_ML/MZD_değil_de_MLM'>****************************************************

Özgür Gelecek

Neden ML/MZD değil de MLM?

Niyet ne olursa olsun, ML/MZD formülasyonunu kullanmak, Mao’nun katkılarına yeterince ağırlık vermemeyi beraberinde getirmektedir. Mao’nun katkılarını Marks’ın, Lenin’in katkılarından daha az önemli görmektir. Ancak gelinen aşamada Mao’nun katkılarının Marks’ın, Lenin’in katkıları ile eş değerde olduğu, aynı önemde olduğu, aynı seviyede olduğu açıktır. İşte esas olarak bu nedenden dolayı devrim bilimi ML/MZD olarak adlandırılmamalıdır.

Ülkemizde Mao Zedung’un en tutarlı savunucuları olarak bizler, proletarya partisinin aynı zamanda BPKD’nin ürünü olduğumuzu da açık bir şekilde belirtmekteyiz. O halde biz dünyamızın ve ülkemizin büyük bir alt üst oluşa tanık olduğu, Ulusal Komünist Hareket’in önderlik sorunu yaşadığı günümüz koşullarında, Mao’ya gereken ağırlığı vermek,'onun önemini kendimizden başlayarak kavramak, kavratmak, onu hakettiği düzeye yerleştirmek gibi son derece tayin edici görevlerle karşı karşıya olduğumuzu gözden yitirmemeliyiz.

... Bir bütün olarak bakarsak Maoizm, Marksizm-Leninizm’in nitel bir gelişmesini temsil eder. Demek ki Marksizm-Leninizm-Maoizm, “Bütünsel bir felsefe ve siyasi teori, aynı zamanda yaşayan, eleştirel ve sürekli gelişen bir bilimdir. Marks, Lenin ve Mao’nun düşüncelerinin nicel bir toplamı değildir, (ne de onlar tarafından benimsenen ve savunulan tek tek özgül görüş veya politika ya da taktik, hatasız olmuştur).” Marksizm-Leninizm-Maoizm "Marks’ın kurduğu günden bugüne komünist teorinin eriştiği gelişmenin, özellikle de kaydettiği ileri doğru nitel kopuş hamlelerinin bir sentezidir." İşte bu sebepten dolayı ve bu anlamda Lenin’in Marksizm hakkında söylemiş olduğu gibi Marksizm-Leninizm-Maoizm herşeye kadirdir, çünkü doğrudur.

(TKP-ML’nin, Enternasyonal Proletaryanın Devrim Bilimi Neden ML/MZD Olarak Adlandırılmamalıdır? başlıklı açıklamasından, Sayı: 18, 16-31 Aralık ‘93)(249)

****************************************************

Barikat

Kompleks Değil Görev Bilinci

‘80’lerin ortasından sonra kendini doğrudan silahlı savaş tarzında ortaya koyan Kürt dinamiği kuşkusuz bir çok şeyden daha az etkilenmiştir. İstim üzerinde bir mekanizma olarak olumsuz dalgaya karşı bağışık olabilmiş, ulusal boyutun -çok abartılmaması gereken- avantajlarını da hissetmiştir.

Sonuçta, büyük ölçüde kendi günahlarının kefaretini ödeyerek daralan Türkiye Devrimci Hareketi’yle, yükselen Kürt dinamiği arasında çok net bir fark oluşmuştur.

Şüphesiz bu farktan rahatsız olmak son derece saçmadır. Bu, gerçeğin kendisinden rahatsız olmaktır.

Ve doğaldır, bu durum Türkiye boyutundaki birçok devrimci insana da “gıpta etme” sözcüğüyle ifade edilebilecek olan ve kendi durumuna yönelik bir hoşnutsuzluğa denk düşen duygular yaratmıştır. Son derece sağlıklıdır: olumsuz bir durumdan ötürü hoşnutsuzluk duymak hem doğaldır, hem de ilerleyebilmek için gereklidir.

Ama sağlıksız bir yanı da var, daha doğrusu sağlıksız noktaya varan bir ucu var; onu yakalamak gerekiyor. Devrimci insanın garip şekilde kendi devrim sürecine yabancılaşması, kendi görevlerinin bilincinden uzaklaşması ve giderek -iktidar perspektifi anlamında- devrimcilikten uzaklaşıp "dayanışmacı" bir konuma kayması bu durumun özet bir anlatımı olabilir.

(...) Gerçekte, ezen-sömürgeci ülkenin nüfus kağıdını taşımak ayrıdır, ezen ulus savunucusu ve bu anlamda “teba”sı olmak ayrıdır. Siz, devrimci mücadelenin içinde yer alıyor ve kendinizi fiilen resmi kalıpların, daha doğrusu bütün sistem-içi kalıpların dışında konumlandırıyorsanız, ve bunu söylem düzeyinin ötesinde pratik olarak gerçekleştiriyorsanız, sömürgeci mekanizmayla ilişkiniz salt bir kimlik kartından ibarettir.

(...) Eğer bir “ezilme” yaşanacaksa, bu kendi görevlerini yapamayan bir devrimcinin ezilmesi olabilir ve böylesi sağlıklıdır. Oysa çoğu kez, devrimci insanda gözlenen Türkiye devrimci hareketinin mevcut zayıflığının yoğun etkisiyle bir savrulmadır. Kendi devrimci'perspektifini zayıflatarak, bir "dayanışmacı" konumuna inen, ezen ulus üyesi olarak Kürdistan’a karşı görevlerini fazlasıyla hatırlarken, yeni-sömürge Türkiye’nin görevlerinden kısmen uzaklaşan, bütün bunların bir bütün olduğunu kavrayamayan insan tipi bugün mevcuttur. Ve işin kötüsü durum her zaman bu kadar da saf değildir, kimi zaman devrimci görevlerden kaçış eğilimi kendisini böyle bir boyutta ifade edebilmektedir.

Bu, gerçekte Türkiye’de yaşadığını unutmak anlamına geliyor. Çünkü, Türkiye’de Kürdistan ulusal kurtuluş mücadelesine destek, (eğer salt “destekçi” olmak istemiyorsanız) bir devrimi örgütlemek yoluyla mümkündür.

Bizler, Türkiyeli devrimcileriz. UKM’ne her güncel durumda destek sunmak, oligarşinin Kürdistan’a yönelik her saldırısına "içerden” de karşı çıkmak,(250)enternasyonalist görevimizdir. Bu ayrı bir konu. Ama gerçek bir desteğin Türkiye devrimini yükseltmek anlamına geldiğini de unutmamak zorundayız.

Çünkü bizler küçük-burjuva aydınları gibi Kürdistan’a karşı salt ahlaki bir sorumluluk taşımıyoruz. Yani bizim açımızdan sözkonusu olan şey, Vietnam-Amerika olayında olduğu gibi değildir. Türkiyeli devrimci, herhangi bir iktidar perspektifi olmayan, ülkesinin Vietnam’daki canavarlıklarına karşı salt vicdani protestosunu haykıran Amerikalı öğrenciden farklı bir olgudur. Türkiyeli devrimci açısından sözkonusu olan salt protesto ve dayanışma değildir; ya da daha doğrusu Türkiyeli devrimci için "dayanışma" esas olarak oligarşiyi yıkmak gibi bir noktaya denk düşüyor.

Bugün, batıdaki devrimci hareketin kendine özgü güçlüklerle yürüdüğü, büyük bir toplumsal deformasyonu aşmaya çalıştığı ve zorlandığı açıktır. Bütün bunlar bizim gerçekliğimizdir. Hiçbirini yadsımıyoruz.

Ama bu yalnızca işimizin zor olduğu anlamına gelir, bu zor işi terkedip daha geri konumlara düşmemiz gerektiği anlamına değil.

Kürdistan her yönüyle TC işgali altındadır. Türkiye de, ekonomisinden politikasına, sanatından kültürüne emperyalist işgal altındadır. Bu işgali bir devrimle kırmak, ama bu süreçte de her gün darbeler vurmak görevimizdir. Türk halkının ve işçi sınıfının yeni kültürünü inşa etmek görevimizdir. Bu gerçekten yeni bir kültür, devrimci-sosyalist bir kültür olacaktır ve ezen ulus kültürü ancak böyle çöplüğe atılacaktır.

Bu görev ise, sağlıksız-kompleksli bir hayranlıkla değil, gerçekten doğru temellere oturtulmuş bir devrimci mücadeleyle, bu mücadelenin yaşamın her düzeyinde organize edilmesiyle mümkündür.

(Türkiye’de Devrimci Olmak: Kompleks Değil, Görev Bilinci..., Sayı: 12, Temmuz-Ağustos ’93)



***************************************************

Yeni Demokrat Gençlik

Kemalizm ile komünizm (MLM) arasında salınan ulusal burjuvazi

Sonsöz; ulusal burjuvazi çağımızda zayıf bir sınıftır, devrimle karşı devrim, egemenlerle işçi sınıfı ve halk arasında yalpalayıp durur. Bunun nedeni hem emperyalizm tarafından gelişmesinin engellenmesi hem de işçi sınıfı önderliğindeki bir halk devriminden korkmasıdır. Ekonomik zayıflığı ve sınıf mücadelesindeki çelişkili yeri ideolojisinde de kendisini açığa vurur. O, bağımsız bir ideoloji ile ortaya çıkmaz, kendi özlemlerini, çıkarlarını açıkça ortaya sermez. Toplumdaki etkili ideolojileri kendisine uyarlamaya çalışır. Bizim toplumumuzda bunlar komprador burjuvazi ve büyük toprak ağalarının ideolojisi olan Kemalizm ile işçi sınıfının ideolojisi olan komünizm (MLM)’dir. Ulusal burjuvazi kah bunlardan birine kah diğerine "sarılır" ama bunu yaparken de diğerini de elden çıkarmak istemez. Çünkü zayıflığını örtmek, iki kesime de şirin görünmek için böyle davranması gerekir.

(Doğu Perinçek’e Yanıt: ‘İstemez Sizin Olsun!', Sayı: 15, Aralık ‘93)(251)

**********************************************

Solda bir akıllı ile bir budala

Akıllının “ölçü”sü

Marks’ı en çok birkaç cümlelik aksiyonlardan ibaret sayıp Lenin’e geçmek ve bir daha geriye dönme ihtiyacı hissetmemek, Türkiye’deki devrimci-demokrat kökenli leninistlerin belirgin özelliklerindendir. Örnek olsun diye söylüyorum; yukarıdaki tanıma uyan bir grubun yaklaşık bir buçuk yıl önce yayınladığı ve kapağında Marks’ın resmi olan bir dergide, Marks’a, alıntı bile sayılmayacak 3 referans var. Oturup Lenin’den yapılan alıntılara baktım. Birkaç eksik ya da fazla olabilir; ama 49 tane Lenin alıntısı saydım. Bunlardan önemli bir bölümü uzunca paragraflardan oluşuyordu.

(Metin Çulhaoğlu, İktidar'ın akıllı yazarı, Nerede (ne kadar) Marks, Nerede (ne kadar) Lenin başlıklı yazıdan, Kasım ‘93)

Budalanın “cetvel’i

Her şeyden önce kendine sosyalist diyen onlarca grubun olması, ama hemen hepsinin de kendinden başka kimseyi sosyalist görmemesi, sorunun ele alınışında ortak bir dilin, ortak bir cetvelin bulunmasını engelliyor...

Şimdi bu uluslararası merkezler de çöktüğüne ve ona umut bağlayanları hayal kırıklığına uğrattığına göre, bugün kimin ve bunların ne kadar sosyalist olduğuna kim karar verecektir? Açık ki, bugünün koşullarında hiç kimse buna karar veremez, verse de kendinden başka kimseye dinletemez. Bugün kendi otoritemizi, ortak cetvelimizi kendimiz yaratmak zorundayız. Bu konuda belki de herkesin anlaştığı, bugün ölçmese de bir ortak cetvel var: Sosyal pratik!...

Peki hangi sorunun çözülmesi gerekiyor ya da herkesin anlaşacağı bir ortak cetvel bulmak zorunlu mu sorusu sorulabilir. Herkesin bir yerden tutup gittiği ortamda bu sorgulamayı bir çoğunun gereksiz bir beyin jimnastiği göreceği kesindir...

Böyle düşünenler devrimci sosyalist bir alternatif yaratmak, bu alternatifi yaratmanın teorik ve politik sorunlarını tartışmak, karşılıklı bir diyalog ortamı yaratmak için ortak bir dil, şu an için herkesin olmasa da, önemli bir kesimin itiraz etmeyeceği ortak bir cetvel oluşturulması gerekiyor.

(Ertan Göksu, Devrim'in budala yazarı, Partileşme ve Görevlerimiz Üzerine Notlar başlıklı yazıda, Sayı: 20, Ekim ‘93)(252)

**************************************

Ekim

Yerel seçimler yaklaşırken..

Bütün belirtiler Mart ayının hayli “sıcak” geçeceğini gösteriyor. Bunun bir nedeni Newroz ve yerel seçimlerin üstüste düşmesi. Ama çok daha önemli bir neden daha var. Bu da yerel seçimlerin taşıdığı “olağanüstü” önemdir. Mart yerel seçimleri, gerek düzen gerekse devrim açısından, sonraki gelişmeleri yakından etkileyecek denli önemli bir siyasal olay.

Türk burjuvazisi, uzunca bir süredir bir “yönetememe” krizi içerisindedir. Sık sık yapılan seçimler, sık sık değiştirilen yüzler, düzene yalnızca kısa süreli bir soluklanma imkanı sağlayabilmektedir.

Gürültülü bir kampanya eşliğinde kurulan DYP-SHP burjuva koalisyon hükümeti henüz ancak iki yılını doldurmuş bulunuyor. Ne var ki, büyük vaatlerle kurulan ve son yılların en büyük kitle desteğine sahip olan bu hükümet de, kısa süre içinde, daha henüz birinci yılını dahi dolduramadan yıprandı, eskiye çıktı. Kendi imajını tazelemek için, başta başbakan ve yardımcısı olmak üzere, aşağı yukarı tüm bakanlar kurulunu değiştirmek zorunda kaldı.

Bugün yeni bir seçim döneminin öngünündeyiz. Düzen açısından değişen tek şey, bu açmazın çok daha derinleşmiş olmasıdır. Tek bir program etrafında kümelenen burjuva partiler bugün düne göre çok daha yıpranmış durumdalar. DYP bayan başbakan imajıyla bu yıpranmışlığı telafi etmeye çalışmaktadır. Ellerinde “gençlik”,“güzellik”, “kadınlık” vb. pazarlamak dışında hiçbir olanak kalmamıştır. Dün sözümona muhalefet temaları olan demokrasi, Çekiç Güç, sendikalaşma hakkı vb. üzerine demagojiler de artık eskimiş, inandırıcılıklarını tümüyle yitirmiştir.

Bütün bunların düzen açısından önemli bir açmazı işaret ettiği kesin. Bir süredir fiilen başlamış olan seçim kampanyası göstermektedir ki, onların, şovenist kanlı çığlıkları dışında, Türkiye’nin bölünmez bütünlüğü üzerine hamasi nutuklar dışında, kitlelerden destek talep etmeye dönük hiçbir ciddi vaatleri kalmamıştır.



***

Mart yerel seçimlerinin en büyük siyasal öneminin Kürt ulusal sorununda yattığı açık. Düzenin seçim kampanyasını tümüyle şoven bir kampanyaya dönüştürmesi bu yüzden. Ne var ki, şovenizm histerisindeki bu yükselişin tek amacı, düzenin Kürdistan’daki seçimleri kaybetme telaşı değildir. Düzen bu kampanyayı yoğunlaştırarak, işçi/emekçi yoğunluklu metropollerde kendi lehine bir kitle desteği yaratabilmeyi amaçlıyor. Dikkat edilecek olursa, seçim kampanyalarında, eskiden olduğu türden “şaşaalı vaatler” pek duyulmuyor. Demokrasiden, insan haklarından, yoksulluktan, örgütlenme hakkından, demagojik olarak da olsa, hemen hiç sözedilmiyor. Tek bir tema vardır: “Ülke bölünme tehdidiyle karşı karşıyadır” ve(253)“ülkenin bölünmesini yalnız biz önleriz”!

Zira düzen, yalnızca Kürt emekçi halkı için değil, Türkiye işçi sınıfı ve emekçi halkı için de ciddi herhangi bir “umut” yaratamıyor. Gelinen yerde, işçi ve emekçiler, mevcut düzen partilerinin kendilerine özelleştirme, işsizlik, örgütsüzlük vb. dışında verebileceği bir şey olduğuna hemen hiç inanmamaktadırlar. Düzen, yeni alternatifler yaratamadığı ölçüde, bu anlamda, işçi ve emekçilerin desteğini de her geçen gün yitirmektedir. Dolayısıyla, düzen açısından, yalnızca Kürdistan’da değil, tüm seçim bölgelerinde destek sağlamak açısından küçümsenmeyecek problemler vardır. Bu yüzden “batı”nın (Türk halkının) desteğini sağlamaya özel bir önem veriyorlar. Bunun tek yolunun ise şovenizm histerisini yaygınlaştırmaktan geçtiğini düşünüyorlar. Özelleştirme vb. saldırılarını da bu nedenle Mart yerel seçimlerini izleyen döneme erteliyorlar.


Yüklə 0,5 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   17   18   19   20   21   22   23   24   25




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©www.genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə