Sokrates'in Savunması


Devlet'i kim, nerede, ne zaman, nasıl yazdı?



Yüklə 375,54 Kb.
Pdf görüntüsü
səhifə7/7
tarix05.01.2022
ölçüsü375,54 Kb.
#82596
1   2   3   4   5   6   7
Sokrates\'in Savunması - Platon ( PDFDrive )

Devlet'i kim, nerede, ne zaman, nasıl yazdı?

Sokrates, hiç şüphesiz, Platon'dan çok daha yaratıcı,

daha  erkek  bir  kafa  idi.  Kalıpları  kıran,  buzları  eriten

herkesin  alışık  olduğu  düşünüşten  başka  türlüsünü

getiren  her  halde  Sokrates  idi.  Bu  adam  üstüne

bildiklerimiz  o  zaman  için  az  sayılmaz.  Ama  onları  hiç

bilmesek  bile,  Platon  gibi  değerli  bir  insanın

düşünebildiği  en  değerli  şeyleri  kendisine  mal  ettiği

insanın,  zamanında  gençler  üstüne  ne  türlü  bir  etkisi

olduğunu, böyle bir etkisi olabilmek için de ne yaman bir

kafası olduğunu düşünün! Bizim eski dünyamızda buna

benzer  bir  durum  Şems'le  Mevlana  arasındaki

kaynaşmadır.  Şems  de  Sokrates  gibi  dünyaya  kitap

yerine kendini anlamış, sevmiş bir insan bırakıp gidiyor.

Platon  gibi  Mevlana  da  bütün  düşüncesini  ve  sanatını

bir  büyük  dostun  emrine,  hizmetine  koyuyor.  Dar

kafaların  öldürdüğü  Sokrates  gibi  Şems'in  ölümü  de

yepyeni  bir  düşünüş  ve  duyuş  akımının  başlangıcı

oluyor.

Bütün  diyaloglarda  olduğu  gibi,  hangi  düşüncelerin

nereye  kadarının  Sokrates'in  veya  Platon'un  olduğunu

bilemeyiz.  Bu  iki  insan  bir  potada  eriyip  birbirine

karışmış, kaynaşmış gibidir. Gerçi Platon'u bir yazar, bir

sanatçı  olarak  yalnız  başına  düşünebiliriz.  Devlet'te

Sokrates'in  söyledikleri  gerçekten  kendi  düşünceleri  de

olsa,  onları  Sokrates'in  ölümünden  yıllar  sonra  derleyip

toparlayıp  kendi  dilediği  gibi  düzene  sokan  Platon'dur.

Tanıdığımız Sokrates ise Platon'un tanıttığı, dilediği gibi




konuşturduğu bir Sokrates'tir. Resim modeline ne kadar

benzerse  benzesin,  resmi  yapanın  eseridir  elbet.  Ama

bir  filozof  olarak  Platon'un,  Sokrates'in  eseri  olduğu  su

götürmez.  Kısaca:  Devletin  babası  Sokrates,  anası

Platon'dur diyebiliriz.

İnsan  düşüncesinin  bir  dönüm  noktası  olan

Sokrates'in  kim  olduğunu,  nasıl  yaşayıp  öldüğünü  az

çok biliyoruz: Milattan önce 468 yılında doğmuş ve 400

yılında  ölmüş.  Bütün  ömrü  Atina'da  geçmiş.  Babası

heykel  ustası,  anası  ebeymiş.  Erkenden  dökülmüş

saçları,  yuvarlak  yüzü,  irice  burnu  ile  kaba  görünüşlü,

filozoftan çok hamala benziyen bir adammış. Gelişigüzel

giyinir, yaşar, kendi evinden çok başkalarının evinde yer

içer,  karısına,  çocuklarına  boşverir,  her  gün  çevresini

saran  gençlerle  şurada  burada  akşamlara  kadar  çene

çalarmış.  Bir  savaşta  Alkibiades'in  hayatını  kurtaracak

kadar  gözü  pekmiş.  Her  çeşit  insanla  ahbapça,  dobra

dobra konuşur, her düşündüğünü herkese açıkça söyler,

Devlet'in politikasına da yalnız seyirci ve tenkidci olarak

karışırmış.  Konuşmalarında  asıl  güttüğü  amaç,  herkesi

bildiği,  inandığı  şeyden  şüphe  ettirmekmiş.  En  çok

söylediği  iki  sözden  biri:  Benim  tek  bildiğim,  bir  şey

bilmediğimi  bilmektir,  öteki  de:  Kendini  tanı;  sözü  imiş.

Gençliğin  ahlakını  bozuyor  diye  275'e  karşı  281  oyla

ölüme  mahkûm  edildiğinde  ne  kendini  kurtarmak  için

düşüncelerinden  kısıntı  yapmış,  ne  de  kaçabileceği

halde kaçmış; dostları arasında baldıran zehirini, şarap

içer gibi içmiş!

Platon  olmasa  Sokrates  üstüne  bildiklerimiz,  aşağı

yukarı bunlar olacaktı. Hoş Platon da bize hayatı üstüne

fazla  bir  şey  öğretmiyor;  ama  diyalogların  her  satırında



Sokrates  bir  Tanrı  gibi  hazır  ve  nazır'dır.  Diyaloglarının

ve  hele  Devlet'in  yazılmasına  asıl  yol  açan  olay  da

Sokrates'in  ölümüdür.  Bu  ölüm  aynı  zamanda  bugün

bizim  Garplı  dediğimiz  kafanın  da  kaynağı  sayılabilir.

Onun  için  Sokrates'e  baldıran  zehirini  içirten  olaylar

üzerinde durmak istiyoruz.

Sokrates'in  ölümü,  Atina  ile  Sparta'nın  birleşip  İran

ordularına  karşı  kazandıkları  zaferle,  yani  Sokrates'in

doğmasından  iki  yıl  önce  hazırlanmaya  başlar.  Ortak

düşmana  karşı  Sparta  kara  kuvvetleri,  Atina  ise  deniz

kuvvetleriyle  katılmıştı.  Zaferden  sonra  Sparta'nın

ordusu başına dert oldu; memleketi sömürdü. Atina ise,

savaş  için  hazırladığı  filoyu,  ticaret  için  kullandı,

dünyaya  açıldı,  dünya  Atina'ya  geldi;  Atinalılar

kendilerine hiç benzemeyen, kendileri gibi düşünmeyen

bambaşka insanlarla tanıştı. Değişik insanların bir araya

gelmesi,Atina'da 

eski 


inanışların, 

düşünüş


geleneklerinin  yıpranmasına  yol  açtı.  Deniz  yolculukları

Atinalıları  yıldızları  bilmeye,  yıldızlar  da  evrenin

sınırlarını araştırmaya götürdü. Atina'da bir yandan eski

inanışları yıpratan, bir yandan da yeni bilgiler edinmeye

çalışan  ve  sonradan  filozof  (bilgisever)  adını  alan  bir

takım  aydınlar  türemeye  başladı.  Bunların  bir  kısmı,

Thales  ve  Herakleitos  gibi  Anadolu  filozoflarının

ardından  giderek  insanın  yaşadığı  dünyayı,  havayı,

suyu,  ateşi,  toprağı,  yani  fizik  gerçeği  aydınlatmaya

çalışıyorlar; bir kısmı da akıllarını yalnız bütün inanışları

çürütmekte,  her  şeyin  püf  noktasını  bulmakta

kullanıyorlardı.  Birinciler  için  önemli  olan  insan  dışı

gerçekler, ikinciler içinse daha çok insan içi gerçeklerdi.

Fizikçiler insanla ilgili sorunları (meseleleri) küçümsüyor,




sofistlerse,  hiçbir  sonuca  varmaksızın  da  olsa,  yalnız

insafla ilgili sorunları ele alıyorlardı. Sokrates'in doğduğu

yıllarda  Atina'da  daha  çok  sofistlerin  sözü  geçiyordu.

Doğrusunu  isterseniz,  Sokrates  fizikçilerden  çok

sofistlerden yanadır. Bu okuyacağınız kitapta bile aslan

payı  fizikçilerden  çok  sofistlerindir;  çünkü  Devlet,  insan

dışından çok, insan içine çevrik bir kitaptır. Uzun sözün

kısası,  Sokrates  sofistlerle  birlikte  demek  istiyor  ki,

insanın hayatı dünyanın hayatından daha önemlidir; asıl

bilgi  dünyayı  değil,  insanı  bilmektir.  Tanrılar  evreni

yönetedursun,  insan  kendi  hayatını  yönetmelidir;  iyi  ile

kötüyü,  doğru  ile  eğriyi  ayırdetmesini  öğrenip  hem

kendini,  hem  başkalarını  adam  etmelidir.  Bütün

bilimlerin  amacı  insanların  daha  iyi  insan  olmalarını

sağlamaktır.  Sokrates  böylece  felsefeyi  tabiattan  çok

insana,  fizikten  çok  ahlaka  bağlamış;  filozofu  ister

istemez  dünya  işlerine,  politikaya,  günlük  sorunlara

karıştırmış oluyordu. O kadar ki, düşüncelerinden çıkan

sonuca göre, ya devlet adamının filozof, ya da filozofun

devlet adamı olması gerekiyordu.

Atina'da  demokrasi  ile  felsefenin  sarmaş  dolaş

olduğu,  ya  da  birbirini  didiklediği  yıllarda  sofistler

arasında iki düşünce çatışıyordu: bunlardan birine göre

insanlar doğuştan iyi ve eşittirler; toplumun kötü düzeni

onları  bozuyor;  güçlüler  güçsüzleri  eziyor;  kanunlar

güçlülerin elinde güçsüzlere karşı bir silah oluyor. Öteki

düşünceye  göre  ise,  insanlar  doğuştan  ne  iyi,  ne  de

eşittirler.  Yalnız  güçlü  ve  güçsüzler  vardır;  güçlünün

güçsüzü  yönetmesi,  ezmesi  tabiat  gereğidir  ve

doğrudur;  insan  haklı  olmaya  değil,  kuvvetli  olmaya

bakmalıdır. Bu iki düşünceden biri daha çok Atina, öteki



daha  çok  Sparta  devletinden  örnek  alıyordu.  Biri  daha

çok  halkçıların,  öteki  daha  çok  aristokratların  ya  da

zenginlerin ekmeğine yağ sürüyordu.

İşte  Platon’un  Devlet  diyaloğunun  kaynağı  bu  iki

düşüncenin çatışmasıdır. Sokrates gerçi açıkça hiçbirini

desteklemiş  değildi.  O,  devletin  başına  en  akıllıların

gelmesini istiyor, nerede olursa olsun, yalnız akla uygun

olanı  arıyordu.  Ne  var  ki,  içinde  yaşadığı  Atina

demokrasisinin  akla  uymıyan  tarafları  çoktu.  Sokrates

de 


aklının 

dikine 


gittikçe 

durmadan 

düşman

kazanıyordu.  400.000  Atinalının  250.000'i  hiçbir  siyasal



hakkı  olmıyan  kölelerdi.  Geri  kalan  150.000  yurttaştan

da  küçük  bir  azınlık  Büyük  Meclis'e  girebiliyor,  devleti

yönetenler  yurttaşlar  listesinden  alfabe  sırasına  göre

seçiliyordu.  Böylece  her  halk  çocuğu  her  an,  devleti

yöneten  1000  kişinin  arasına  girebiliyordu.  Ama  şu  ya

da  bu  değeri,  bilgisi  olduğundan  değil,  yalnız  halk

çocuğu  olduğundan,  Sokrates  herkesin  başa  geçme

hakkını doğru bulmakla birlikte, başa geçenin en değerli

yurttaş  olmasını  istiyor.  Bunu  istemekle  de  devleti

çoğunluğun  değil,  seçkin  bir  azınlığın  yönetmesini

istemiş  oluyordu  ki,  bu  da  bir  yandan  halk  çocuğunun

bilgisizliğini  yüzüne  vurmak,  öte  yandan  kendilerini  en

değerli  azınlık  sayan  aristokratların  ve  zenginlerin  halk

düşmanlığını  ister  istemez  haklı  çıkarmak  demekti.

Demokrat  Atina'nın  bütün  korkusu  da,  onların

kuvvetlenip  devleti  elde  etmeleriydi.  Nitekim  Sparta'nın

desteklediği  demokrasi  düşmanları,  Kritias'ın  önderliği

ile  baş  kaldırmaya  hazırlanıyorlardı.  İşte  bu  Kritias,

Platon'un  amcalarından  biriydi.  Baş  kaldırma  suya

düştü.  Kritias  öldü.  Demokratlar  bu  baş  kaldırmanın




arkasında  haklı,  haksız  Sokrates'in  parmağı  olduğunu

sandılar.  Hem  bu  Sokrates  de  çok  oluyor  artık  dediler;

ne Tanrılara saygısı var, ne atalara, ne devlete! Herkesi,

her  şeyi  eleştirmeye,  akla  vurup  çürütmeye  kalkıyor;

gençlerde hiçbir şeye inanç bırakmıyor.

Sokrates  böylece,  baş  kaldırmaya  katıldığı,

başkalarını  baş  kaldırmaya  zorladığı  için  değil;  serbest

düşündüğü,  eski  düzenin  temellerini  sarstığı  için  ölüme

mahkûm  oldu.  Zaferi  aristokratlar  ve  zenginler

kazansaydı, Sokrates kurtulur muydu? Hiç sanmıyoruz.

Çünkü,  Sokrates  en  güçlülerin  değil,  en  akıllıların  başa

geçmesini  istiyordu,  bunu  istemekten  de  hiçbir  güç,

hiçbir  düzen  alıkoyamayacaktı  onu.  Üstelik  belki

Kritias'ın  ve  Platon'un  dostluğundan  da  olacak,

diyaloglar  yazılmayacak,  Sokrates'in  düşünceleri  bize

kadar gelemeyecekti. Sokrates'in ölümü vaktinden önce

öten  horozun  ölümü  gibidir.  Ölmek,  onun  düşüncesinin

kaçınılmaz  sonucuydu.  Bir  bakıma  da  en  büyük  eseri

ölümüdür.  Onun  için  bu  ölümü  size  -okuyacağınız

Devlet'in  de  belki  asıl  kaynağı  olduğu  için-  Platon'un

ağzından anlatacağız:

...Sokrates: “Artık gidip yıkanma zamanı geldi. Zehiri

içmeden önce yıkanmak yerinde olur sanırım. Bir ölüyü

yıkama  işini  kadınlara  bırakmamalı”  dedi.  O  zaman

Kriton söze karıştı: “Peki Sokrates, dedi; buradakilerden

ve  benden,  çocukların  ve  daha  başka  şeyler  üstüne

isteklerin  nedir?  Ne  dileğin  varsa  şöyle;  sevdiğimiz  için

seni,  canla  başla  yaparız”.  “Ne  mi  istiyorum  sizden?

dedi,  her  zaman  ne  istedimse  onu:  Kendi  kendinize  iyi

bakın,  böylece  hem  benim  için,  hem  benimle  ilgili  her

şey için, hem de kendiniz için gereğinde yapılacak olanı



seve  seve  yaparsınız;  şimdiden  söz  vermeseniz  bile.

Ama  kendinize  bakmazsanız,  eskiden  ve  bugün

konuştuklarımızdan 

çıkan 


sonuçlara 

göre


yaşamazsanız,  ne  kadar  söz  verseniz,  ne  kadar  yemin

de  etseniz  boştur”.  “Peki  öyle  olsun”,  dedi  Kriton:

“elimizden  geleni  yaparız.  Ama  nasıl  gömelim  seni?

Onu  söyle  bari”.  “Nasıl  isterseniz  öyle.  Ölünce  artık

tutamazsınız ki beni, kaçmış olurum elinizden”.

Bunları  söylerken  tatlı  tatlı  güldü,  bize  doğru

bakarak: 

“Dostlar”, 

dedi, 

“Kriton'u 



bir 

türlü


inandıramıyorum  ki,  asıl  Sokrates  şu  anda  sizlerle

konuşan,  her  sözüne  belli  bir  düzen  veren  Sokrates'tir.

Ona  kalırsa,  ben  biraz  sonra  ölecek  olan  Sokrates'im.

Nasıl gömüleceğini sorduğu Sokrates...”

Bu  sözler  üzerine  Sokrates  kalktı,  yıkanmak  için

başka  bir  odaya  gitti.  Kriton  da  onunla  gitti,  bekleyin,

dedi bize. Biz de kendi aramızda konuşarak bekledik, o

gün  orada  söylenen  sözler  üzerinde  durduk.  Başımıza

gelen  felaketin  büyüklüğünü,  Sokrates'te  bir  baba

kaybettiğimizi,  ömrümüz  boyunca  yetim  kalacağımızı

söyledik birbirimize.

Yıkandıktan  sonra,  çocukları  geldi  yanına,  (İkisi  çok

küçük,  biri  büyükçe  üç  çocuğu  vardı).  Kadınlar  da  girdi

içeri.  Sokrates  onlarla  Kriton'un  yanında  konuştu,

öğütler  verdi,  son  isteklerini  söyledi.  Sonra  kadınlarla

çocukları dışarı çıkarttı, bizim yanımıza geldi.

Bir  hayli  kalmıştı  yandaki  odada;  güneş  de  batmak

üzereydi. gelir gelmez oturdu, fazla bir şey konuşulmadı

artık.  On  birlerin  adamı  içeri  girdi,  Sokrates'in  önüne

gelerek:  “Sokrates,  dedi,  sen  başkaları  gibi  değilsin;




onlara  hâkimlerin  adına  zehiri  içmelerini  söylediğim

zaman kızıyorlar bana, küfrediyorlar. Sen buraya gelmiş

insanların  en  değerlisi,  en  anlayışlısı,  en  iyisisin.  Bunu

birçok davranışların gösterdi bana. Bugün bile, bana hiç

kızmadığını  görüyorum.  Ölümüne  kimlerin  sebep

olduğunu,  kimlere  kızman  gerektiğini  biliyorsun  da

ondan... Haydi uğurlar olsun. Madem kurtuluş yok, bari

rahat  ölmeye  çalış”.  Sözlerini  bitirirken  başını  arkaya

çevirip  ağladı  ve  gitti.  Sokrates  arkasından:  “Sana  da

uğurlar  olsun,  dediğin  gibi  yaparım”  dedi.  Sonra  bize

döndü: “Ne iyi adam, dedi, buraya geldim geleli sık sık

görmeğy geldi beni; zaman zaman da konuştuk onunla;

az bulunur böylesi; bugün de candan ağladı benim için.

Haydi Kriton, dediğini yapalım adamın. Getirsinler zehiri

hazırsa,  değilse  söyle  de  ezsinler”.  O  zaman  Kriton;

“Evet  ama,  dedi,  güneş  daha  batmadı  sanıyorum,

dağların üstünde olacak. Hem sen de bilirsin ki, çokları

zehiri  geldikten  çok  sonra  içerler.  Daha  önce  güzel

yemekler  yer,  şarap  içerler;  bazıları  isterse  dilediği  ile

sevişir  bile.  Madem  vakit  var,  acele  etme  sen  de”.

“Kriton,  dedi  Sokrates;  o  adamlar  böyle  yapmakta

haklıdırlar,  çünkü  bununla  bir  şey  kazandıklarını

sanırlar;  bense  yapmamakta  haklıyım,  çünkü  bir  şey

kazanacağımı 

sanmıyorum. 

Zehiri 


biraz 

daha


geciktirmekle  kendi  kendime  gülünç  olurum;  hayata

boşuna  yapışıyorum,  tükenmek  üzere  olan  her  şeyi

tutmaya  çalışıyorum  diye.  Haydi,  haydi  dediğimi  yap,

boyuna karşı koyma bana”.

Bunun üzerine Kriton köşede bekleyen uşağa işaret

etti.  Uşak  çıktı,  biraz  sonra  zehiri  verecek  adamla

döndü.  Bu  adam  ezdiği  zehiri  bir  tas  içinde  elinde



tutuyordu;  onu  görünce  Sokrates:  “Gel  bakalım  ahbap,

dedi;  bu  işleri  en  iyi  bilen  sensin,  söyle  bana

yapacağımı”.  “Kolay,  dedi  adam,  içtikten  sonra  odanın

içinde  dolaşırsın,  bacaklarında  bir  ağırlık  duyunca

uzanırsın,  zehir  de  yapacağını  yapar”.  Bu  söz  üzerine

tası  uzattı.  Sokrates  tası  aldı  ve  inanır  mısınız

Ekhekrates?  Ne  kılı  kıpırdadı,  ne  rengi  attı,  ne  bir  şey.

Her  zamanki  boğa  bakışını,  alttan  alttan  adama

çevirerek:  “Ne  dersin?  dedi,  bu  içkiden  Tanrı  için  biraz

dökmeye  izin  var  mı,  yok  mu?”  “Sokrates”,  dedi  adam,

“zehiri tam yeteceği kadar eziyorum”. “Anlıyorum”, dedi

Sokrates,  “ama  her  halde  Tanrılara  dua  etmeme  izin

vardır; öteye gidişim daha kolay olsun diye; dilerim öyle

olsun”. 


Bunu 

söyler 


söylemez 

hiç 


yüzünü

buruşturmadan tası su içer gibi dibine kadar dikti.

O  ana  kadar  hepimiz  ağlamamak  için  kendimizi

tutmuştuk,  ama  zehiri  içtiğini  görünce  dayanamadık

artık.  Ben  de  boşandım.  Başıma  çektiğim  örtünün

altında  ona  değil,  kendi  kendime  böyle  bir  insanın

dostluğundan  olacağıma  ağlıyordum.  Kriton  benden

önce  boşanmış,  kalkıp  uzaklaşmıştı.  Başından  beri

ağlayıp  duran  Apollodoros,  şimdi  göz  yaşlarına  acılı,

öfkeli bağrışmalarını da kattı. Onun bu hali Sokrates'ten

başka  oradakilerin  yüreklerini  sarstı.  Sokrates:  “Ne

oluyorsunuz”, dedi, “ne tuhaf adamlarsınız, insan böyle

uğursuz  sözler  duymamalı  ölürken,  haydi  tutun

kendinizi,  dayanıklı  olun!”  Bunu  duyunca  utandık  hep,

yaşlarımızı tuttuk. O, odada dolaşıp duruyordu. Bir ara,

bacaklarım  ağırlaşıyor,  dedi.  Adamın  söylediği  gibi  sırt

üstü  uzandı.  O  sırada  adam  elini  bastırıp  Sokrates'in

bacaklarını 

yokluyordu. 

Ayağını 


kuvvetle 

sıkıp



Sokrates'e  acı  duyup  duymadığını  sordu.  “Hayır”  dedi

Sokrates.  Adam  daha  yukarıları  sıktı  ve  bize  katılaşıp

soğumaya  başladığını  gösterdi.  Göğsüne  dokunarak,

soğuma  yüreğine  yaklaşınca  gidecek,  dedi.  Soğuma

karnına  doğru  yayılmıştı  ki,  yüzüne  örttüğü  örtüyü

kaldırdı, şu sözler dudaklarından çıkan son sözler oldu:

“Kriton”,  dedi,  “Asklepios'a  bir  horoz  borcumuz  var,

dostlar  ödemeyi  unutmasın  sakın”.  “Peki  öderiz”,  dedi

Kriton,  “başka  bir  diyeceğin  yok  mu?”  Cevap  vermedi

Sokrates,  bir  an  sonra  birden  kasıldı.  Adam  yüzünü

iyice  açtı,  Sokrates'in  bakışı  donmuştu.  Bunu  görünce

Kriton ağzını ve gözlerini kapadı.

İşte 

Ekhekrates, 



dostumuzun, 

zamanımızda

tanıdığımız  insanların  en  iyisi,  en  bilgesi  ve  en

doğrusunun ölümü böyle oldu. (Phaidon: 115-118).

Sokrates  öldüğü  zaman  Platon  yirmi  sekiz

yaşındaydı.  Yakışıklı,  güçlü  kuvvetli  bir  insandı.

Omuzlarının  genişliğinden  ötürü  sonradan  Platon  adını

almış  derler.  Soylu,  zengin  bir  ailenin  çocuğuydu.

Çağında  görülebilecek  en  iyi  eğitimi  görmüş,

matematikte 

ve 

şiirde 


erkenden 

sivrilmişti.

Olimpiyatlarda  yarış  kazanmış  ünlü  bir  atletti.  Kısacası

filozof  olması  en  az  beklenecek  delikanlılardan  biriydi.

Sokrates'in konuşmalarını ilkin bir zeka yarışması olarak

çekici  bulmuş  olabilir.  Ama  bu  konuşmaların  tadına

vardıktan  sonra  kafa  sporunun  ötekilerden  çok  daha

önemli,  Sokrates'in  bütün  şampiyonlardan  çok  daha

üstün olduğunu anlıyor. Sevgili hocasının ölümüyse ona

düşüncenin  hem  bir  tek  insanın,  hem  de  bütün

insanların  hayatına  neler  getirebileceğini  öğretiyor.

Denebilir  ki,  Platon  bütün  ömrünü  Sokrates'i




öldürmeyecek,  tersine  onu  ve  onun  gibileri  baş  tacı

edecek  bir  toplumun,  bir  devletin  kurulabileceğini

düşünmekle  geçirmiştir.  Hele  okuyacağınız  diyalog  bu

kaygının ta kendisidir.

İlk  işi  Sokrates'i  öldürten  demokrasiden  uzaklaşıp

dünyayı dolaşmak oluyor. Nerelere gittiği pek bilinmiyor:

Mısır'a,  İtalya'ya,  Anadolu'ya,  hatta  Hindistan'a  gittiğini

ileri sürenler var. Her halde on iki yıl yok oluyor ortadan,

Atina'ya  kırk  yaşında  olgun  bir  insan  olarak  dönüyor.

Atina yakınında bir kır evine yerleşiyor, sonradan dünya

akademilerine  adını  verecek  olan  Akademos'un

bahçesinde  gençlerle  buluşup  Sokrates  gibi  kendini

sevdiren  bir  hoca  oluyor.  İşte  Platon  filozofi  ile  sanat

sevgisini  birleştiren,  insan  düşüncesini  bir  çeşit  tiyatro

yoluyla  anlatan  diyalog  çeşidini  o  zaman  yaratıyor.  Bu

arada  Platon,  Sicilya'nın  zorbası  Kral  Dionysios'un

sarayına 

gidip 


orada 

düşündüğü 

devleti

gerçekleştirmeyi  deniyor;  ama  ne  filozof  olmaya,  ne  de

devleti  filozoflara  bırakmaya  yanaşmayan  kral,  Platon'u

kapı  dışarı  ediyor.  Tekrar  düşünce  bahçesine  dönen

Platon  artık  seksen  yaşına  kadar  hem  çevresindeki,

hem  de  gelecek  yüzyıllardaki  gençlerle  en  iyi  devletin

nasıl olabileceğini tartışmakla yetiniyor.

Ne  Yunanistan'da,  ne  de  belki  hiçbir  yerde

gerçekleşmeyeceğini  anladığı  en  iyi  devleti  Sokrates'le

birlikte  bir  kitapta  kuruyor.  Diyaloglarının  en  güzeli

değilse  bile  -çünkü  güzel  sözü  daha  çok  Şölen'e

yakışıyor- en zengini, en yüklüsü olan Devlet 'te Platon

insanlara bütün duygu ve düşüncelerinin, bütün sevgi ve

öfkelerinin,  şüphe  ve  hayallerinin  özetini  veriyor.  En  iyi

devletin  bir  ütopya  olduğunu  biliyor  elbet,  biliyor  ama,



kurulsun kurulmasın, herkesin böyle bir devlete, yani en

doğruya  yönelmekle  adam  olacağına  inanıyor.  Herkes

böyle  bir  devleti  varsayıp  onun  kanunlarına  göre

yaşasın, diyor.



Sabahaddin Eyüboğlu - M. Ali Cimcoz

Document Outline

  • Açıklamalar
  • Birinci Bölüm
  • İkinci Bölüm
  • Üçüncü Bölüm

Yüklə 375,54 Kb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©www.genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə