tutuyordu. Miguel bir anlık şaşkınlıktan sonra kendini toparladı. Henüz kim olduğunu bile
bilmediği, niyetini kestiremediği bir ruhun kendisini etkilemesine izin vermeyeceğini ispat etmek
için omuzlarını silkti. "Sende kalsın. Boş zaten" dedi; ardından ekledi: "Dolu olsa vermezlerdi!"
Edepsiz bir gülümseme yayıldı yüzüne. Oysa ruh ciddiydi alabildiğine.
"Miguel! Buraya seni ikaz etmeye geldim. Hâlâ vakit var." Kısa bir an için susup, gürültüyle
yutkundu. "Felâket kapınızda. Çok yaklaştı. Nefesini duymuyor musun?"
"Felâket mi? Ne felâketi?"
Miguel Pereira, ziyaretçinin sorusuna soruyla cevap verirken, bir yandan da onun kendi
sesini kullandığını fark etti. Kim bilir, belki de kendine ait bir sesi olmadığı için ruh, kiminle
konuşuyorsa onun sesini taklit ederek durumu idare ediyordu.
"Miguel, bu mekândan bir an evvel gitmen lâzım. Uzaklara, çok uzaklara kaç. Sevdiklerini
de kaçır. Yoksa... yoksa, hayatın son bulacak."
Susamıştı. Canı şarap içmek istiyordu. Bir an, ruhla karşılıklı kafaları çekip, onu öteki âleme
zilzurna göndermenin ne kadar keyifli olacağını düşündü. Gülmemek için dudaklarını ısırdı.
"Bunları söyleyenin ismini de bilmek isterim."
"..."
Miguel kolay kolay pes edeceğe benzemiyordu. Üsteledi.
"Bana ismini bağışla."
"Niçin? İsmim, benden başkalarına söz etmen için lâzım. Oysa benden söz edersen, bir daha
çıkmam karşına."
"Öyle değil. Yani başkalarına söz etmek için değil. İsmin... ismin bana, kendim için lâzım.
Yarın sabah olduğunda seni kendi kendime hatırlatabilmem için lâzım."
Bu cevap ruhun hoşuna gitmiş olmalıydı ki, gülümsedi.
"Madem öyle, ismimi sen koy."
Miguel ayağa kalktı. Ruha yaklaştı. Dikkatlice inceledi onu. Gözleri, sütbeyaz yüzünde,
dostane parıltılarla kor gibi yanıp sönüyordu. Bakışları hüzün doluydu. Gözlerinde acıları,
yıkımları, savaşları ve benliğini parçalayıp çoğaltarak yalnızlıktan kurtulabileceğini zanneden
çocukların hüsranını tatmışlara mahsus tuz taneleri vardı; ya çok ağlamaktan ya da bir türlü
ağlayamamaktan dolayı buharlaşan gözyaşlarının geride bıraktığı tuz taneleri. Buraya kadar gelip
kendisiyle konuşmakla emirlere karşı gelmiş, hatta kendini tehlikeye atmış olabilirdi. Onu
zilzurna sarhoş etmenin hiç de iyi bir fikir olmadığına karar verdi.
"Maggid"
[11]
dedi usulca. "Sen benim nakledicimsin. İsmin Maggid!"
"Nakledici ha? Mag...gid, Mag...gid..."
Ezberlemeye çalıştığı ismini her telaffuz edişinde biraz daha değişiyordu sanki. Nehrin
akıntısına kapılmış bir dal gibi uzaklaşıyordu; bata-çıka-bata-çıka. Sulara yazılmış yazgıyı
siliyordu. Dar-ül-ceza. Dönüp duruyordu çemberinde; ilânihâye. Bir kez bile dönmüyordu aynı
yere; her dem başka bir kisve, her dem taze. Arıyordu, aranıyordu; gide-gele-gide-gele. Her
sergüzeştten geride bir esre; her nehirden bir katre. Cennetmekân Maggid. Dilinde hezeyan,
yüreğinde hüsran. Her daim buhran. Çünkü aradığı başka, bambaşka bir mekân; bata-çıka-bata-
çıka. Dar-ı dünya.
"Miguel, söylediklerimi ciddiye almazsan, nakledecek hikâye kalmayacak."
Miguel kaşlarını çattı.
"Kabul!" dedi azar işitmişçesine kırgın bir sesle. "Söylediklerini ciddiye alacağım. Fakat
galiba bir şeyi unutuyorsun dostum. Kıyamet bile kopsa, nakledecek bir hikâye muhakkak
olacaktır."
"Anlamıyorsun. Ben başka türlü bir hikâyenin peşindeyim. Faciaları nakletmekten bıktım.
Asırlardır hep aynı acıların tekerrür ettiğini görmekten bıktım; anlıyor musun? Sen bana başka,
bambaşka bir hikâye ver, ben de onu nakledeyim."
"Başka türlü bir hikâye ha? Acısız, kansız, yıkımsız bir hikâye. Sana yemyeşil kırları
göstereyim; fakat o kırlarda yırtıcı şahinlerin minik kuşları, minik kuşların da börtü böceği
parçalayıp şapır şupur yediklerini göstermeden. Tamam! Kimse acı çekmek istemez. Ben de
istemem. Fakat benim anlamadığım senin vaziyetin... Yani eğer istediğin gerçekten buysa,
burada, bu âlemde ne işin var? Göklere, cennete... yani işte orası her neresiyse, oraya gidip mutlu
mesut yaşasana."
Maggid buna hemen cevap vermedi. Biraz düşündükten sonra mahcup bir edayla konuştu.
"Şey, orada hikâyeler çok tekdüze. Heyecan yok."
Miguel bir kahkaha attı. "Vay be! Sen kaçıklıkta beni bile geçtin." Gülmeye başladılar. Sonra
derin bir sessizlik oldu. Karşılıklı yürek haritalarını açıp birbirlerini keşfettiler. Her ikisinin de
haritalarındaki sularda tek bir köprü bile olmadığını görüp şaşırdılar. Gün ağarmak üzereydi.
Garip bir sıkıntı çöktü üstlerine. Gözlerini kaçırdılar.
İnci
Birbirimizi eksiksiz tanıyoruz. Sen,
ben ve sensin; sen ve ben, seniz.
Mario Vargas Lloca,
Üveyanneye Övgü
Isabel, sabah erkenden avluya çıkmıştı. Kuyunun yakınında olmak için dayanılmaz bir istek
duyuyordu. Yalnız kalmak istiyordu. Yeni insanlarla tanışmak bir yana, tanıdıklarını görmek
dahi içinden gelmiyordu. Tek istediği odasına kapanmak, günler geceler boyu insan yüzü
görmeden, yalnızlığının ve yorganının kıvrımlarına gömülüp öylece kalakalmaktı. Oysa
evdekiler henüz çıkıp gitmediklerinden, şu anda yalnız kalması mümkün görünmüyordu.
Yapmak istediklerini başkalarından dolayı ertelemek zorunda kalmaktansa nefret ediyordu.
Üstelik, artık bu küçük ve şirin avlu da daralan gönlünü ferahlatamıyor, eskisi gibi onu mutlu
edemiyordu.
Birden ılık bir yel ensesini yaladı. Gözlerini kapatıp yelin getirdiği baygın kokuyu içine
çekti. Yanılmadığını anladığında sevinçle arkasına döndü.
"Yaşlı!" diye bağırdı Isabel.
Yaşlı gülümsedi. Yanaklarındaki, alnındaki, çenesindeki bütün kırışıklıklar daha da
belirginleşti. Onlarca çizgi vardı yüzünde; birbirlerine değmeden uzanıp giden onlarca patika.
Yaşlı kollarını açtı; yüreğini açtı. Isabel gözyaşları içinde ona sarıldı. Çoktandır hasret kaldığı
kokuyu içine çekti. Hep baharat kokardı Yaşlı. Ceviz ve safran kokardı en çok. Vaktiyle
saklandığı kiler gibi kokardı. Geride bıraktığı köyün kokusunu teninde, rüzgârını nefesinde
taşırdı. Geçtiği yerlere kokusunu bıraktığından, şimdiye değin dönüş yolunu kaybettiği hiç
olmamıştı. Güneşin en parlak, ışığın en küstah olduğu zamanlarda bile kendi kokusunu takip
ederek, geçtiği yolları gerisingeri yürüyüp evine varabilirdi her zaman. Bütün vücudunun
gevşediğini hisseden Isabel, sebebini bilmeden ve bilmeyi istemeden, katıla katıla, bağıra çağıra
ağlamaya başladı birden. O ağlarken Yaşlı hiç kıpırdamadı. Fırtınaya meydan okuyan bir
sığınak, tanrısızlıktan feyz alan bir tapınak gibi kararlı ve sakin ve sıcak, sıcacıktı.
Nice sonra, Yaşlı parmaklarını Isabel'in yüzünde gezdirmeye başladı. Senelerin ona ne
kattığını, ondan neler aldığını bu dokunuşlarla anladı. Isabel sevgiyle ona bakıyordu. Birbirlerine
o kadar yakın duruyorlardı ki, neredeyse burunları birbirine değecekti. Uzun boylu bir kadındı
Yaşlı. İhtiyarlığına rağmen beli bükülmemiş, endamından bir şey kaybetmemişti. Muayenesini
bitirdikten sonra tekrar gülümsedi. Daha da güzelleşmişti Isabel. Seneler onu yıpratmamış,
yıpratmak şöyle dursun daha da güzelleştirmişti. Fakat bir derdi vardı sanki.
"Burada bin çiçeğin bin bir kokusu var. Avlun pek güzelleşmiş olmalı!" dedi Yaşlı.
"Senden öğrendiklerimle güzelleşti" dedi Isabel. "Hiçbir zaman unutmadım. Seni, avlunu,
çiçeklerini...."
Isabel, Yaşlı'nın koluna girip onu kalacağı odaya çıkardı. Günlerdir bu odayı hazırlamakla
uğraşmış, Yaşlı'yı rahat ettirmek için her ayrıntıyı hesap etmişti. Odanın karanlığında Yaşlı'nın
Dostları ilə paylaş: |