Fakat Kıpçaklar, korunmasız şehri almadılar; şehir onlara lâzım değildi. Bütün Bizans lâzım
değildi... Şaşılacak şeydir: Türkler, Büyük kavimler göçü târihi boyunca, hiçbir milleti tâbi
kılmadılar. Hiçbir ülkeyi istîlâ etmediler. Sâdece yeni toprakları şenelttiler; orada kendi
şehirlerini inşâ ettiler.
Attila, İstanbul önlerinde çok beklemedi; Bizanslılar, haraç borçlarını çabucak topladılar. Bu,
hemen hemen iki buçuk ton altın idi! Ve, onları yeni bir haraca bağlayan Kıpçaklar,
Bizans’tan rahatça ayrıldılar.
Onların yolları üzerindeki toz henüz çökmeden, Grekler, eski işlerine yeniden koyuldular.
Ders, onlara kâr etmemişti. Hristiyanlar, fettân dilberler, pahalı hediyeler de yardımcı
oldular; en mühim mi ise, Greklerin sabırla entrika çevirme becerisi. Bütün kartlar ortaya
kondu. Kardeş-yöneticilerin kavgalarını bu kez hançer çözdü.
Attila, tahtta tek başına kaldı. Fakat, kardeşinin kanının, daha doğrusu, onların kavgasını
kızıştırmalarının intikâmını tamâmen aldı: Reis, tekrar bıçak ve çatala kavuşabildi. (Türklerin
töresine göre, kanın intikâmı alınmayan bir evde, yemek sırasında, çatal ve bıçak
kullanılmıyordu.)
Attila’nın Bizans’a yönelik yeni seferi (447-448 yılları) hakkında, felâkete bakın ki, hemen
hemen hiç bir şey bilinmiyor. Her şey ortadan kalkmış, anılar bile. Sâdece, Bizans’ın ağır
kayıplara uğradığı –bütün şehirlerinin yeryüzünden silindikleri– biliniyor. Fakat savaş nasıl
geçti? Meydan savaşları nasıl ve nerede oldular? Bilinmiyor, tanıklıklar yok edilmiştir.
Grekler, kendi mutlak yenilgilerini kabûllenip, oraları Türklere bırakarak, Kuzey Balkanlardan
çekildiler. Deşt-i Kıpçak’ın sınırı, o sırada Akdeniz’e ve İstanbul’a iyice yaklaşmış
bulunuyordu.
BİZANSLI PRİSK’İN GÖZÜYLE TÜRKLER
449 yılı. Avrupa’da fırtına, görünüşe göre, dinmiş, Attila’nın öfkesi, yerini merhamete
bırakmıştı. İşte o sırada, Attila’ya, içinde Bizanslı memur Prisk’in bulunduğu bir heyet gitti.
Heyet barış –her ne pahasına olursa olsun barış– aramaya gitti.
“Birkaç ırmağı geçerek” –diye yazıyor raporunda Prisk– “içinde Attila’nın sarayının bulunduğu
muazzam bir yere vardık.”
O yerleşim yerinin adı neydi? Belli değil. Belki, Bolgarya’nın eski başkentinden, Preslav
şehrinden söz ediliyordu. Veyâ, Bavyera’nın eski bir şehrinden. Öyle veya böyle, o, Orta
Avrupa’da yeni bir Türk şehri idi; Büyük kavimler göçüyle birlikte büyüyüp gelişmişti.
Grek, gördüklerine şaşırıp kalmıştı. Böyle bir şehri Avrupalılar kurmamışlardı. Bilhassa
Attila’nın sarayı şaşırtmıştı. Tomruktan doğranmış, süslü oymalı söveleriyle saray, sanki
toprak üzerinde süzülüyordu. O, güneş gibi parlıyordu, öylesine ince bir işçilik vardı. Sarayın
uzun sivri külâhları göğe dayanıyordu.
Sarayın yanı başında kraliçe Kreki’nin teremi bulunuyordu. O, daha küçük, fakat
dantelalarıyla daha güzel görünüyordu. Oyma motifler, onu hârikulâde yapıyorlardı... Sanki
güneş ışıklarından örülmüş gibiydi.
Hükümdarların odaları, zarif nöbetçi kuleli yüksek duvarlarla çevrilmiş idiler.
Prisk, bu ağaçtan yapılmış emsâlsiz şeylere büyülenmiş gibi bakarak uzun süre durdu.
Söyleyecek söz bulamıyordu. Sâdece sessiz bir hayranlık. Saraya girerek şaşıran Grek,
binânın yuvarlak görünmesi için, tomrukların nasıl yerleştirilmiş olabileceğini anlamadan
kalakaldı. Oysa, binâ yuvarlak değildi. Sâdece öyle görünüyordu. Gerçekte sekizgen idi.
Türklerin mîmârî gelenekleri bu şekildedir. Daha Eski Altay’da iken sekizgen kurenler inşâ
etmişlerdi.
Terem, yine aynı kuren. Sâdece daha yüksek ve biraz farklı yapılı bir kurendir.
Prisk, “zemin, üzerinde gezip dolaştıkları yün halılarla kaplı.” diye kaydetmektedir. Doğru.
Kıpçaklar, meskenlerin zeminine dâimâ yolluklar veya keçe halılar seriyorlardı; bu eski bir
gelenektir.
Bizanslı, mütecessis bir adamdı; günlük hayatla ilgili ufak tefek şeylere dikkat etmişti.
Kıpçaklar ne yapıyorlar, ne giyiyorlar, ne yiyorlardı... Hiçbir şey onun, bu tecrübeli câsusun
(Prisk, hayatta böyleydi) gözlerinden kaçmıyordu. Buraya basit bir adamı gönderecek
değillerdi ya.
Türklerin kadınlarının güzelliği, Grek’i pek şaşırtmıştı. Özenli, sâde kıyâfetleriyle. Bilhassa,
uzun saçaklarla –püsküllerle– süslü baş-örtüleriyle (veya şallarıyla). Kıpçaklar, beyaz şalları
mâbet ve mâtem günleri için, renkli şalları ise bayramlar ve günlük hayat için yapıyorlardı.
Bizanslı Prisk’in rapor metninin çok açık olduğu görülüyor. Onu, sâdece okumak gerekir.
Fakat hayır. Meselâ, kraliçe Kreki’nin yaşadığı ve Prisk’in ilk defa Türklerde gördüğü teremi,
şimdi “Grek îcâdı” olarak tavsif ediyorlar... Gûyâ, teremi Grekler îcâd etmişler. Keçenin
(fötrün) îcâdı, Fransızlara mâl edilmiştir. Şallar ise, daha birilerine. Oysa, bu Türk milletinin
malı, yüzyılların ürünüdür.
Aslında, günlük hayatın bütün bu parçaları, Avrupa’da Kıpçakların kültürünün ayırt edici
husûsiyeti oldular; milletin şahsiyetini onlar oluşturdular; onu, tanınır ve diğer milletlere
benzemez kıldılar.
Ya Kıpçaklar? Kıpçaklar, kendi târihlerinin açık bir şekilde çarpıtılmasını bizzat nasıl
karşıladılar? Hiçbir şey yapmadılar. Onlar, dâimâ Türk olarak kaldılar... Geniş ruhlu, herkesi
ve her şeyi bağışlayan insanlar olarak. Türk, koynuna taş koymayı [kendine kötülük yapana
karşılık vermeyi] bilmiyor. Kendini savunmuyor; her şeyi “sonraya” bırakıyor. O, böyledir.
Gerçeğin nasıl olsa gâlip geleceğini biliyor. Onunla yaşıyor.
Ne denebilir ki, onca zehirleme girişimine rağmen, Attila, Prisk’in elçilik heyetini kendi
şölenine dâvet etmişti... Bu, cömert bir rûhun teşebbüsü değildi. Sıradan bir Türk töresi idi.
Misâfiri kabûl etmemek, Kıpçaklar için yüzkarası idi. Attila, Prisk’i sofraya çağırmamak
edemezdi.
Becerikli politikacılar, artık o sırada Türklerin açıklıklarından, dürüstlüklerinden
faydalanıyorlardı. Tabiî, bunları kendi çıkarları doğrultusunda kullandılar. Türkler ise, kendi
saf-dilliklerini! Kendi zayıf taraflarını onlara açtılar; kendilerini kullanılmaya müsâit hâle
getirdiler; böylece Deşt-i Kıpçak’ı zaafa düşürdüler.
Burada kimse suçlu değildir; milletin karakteri budur. Onu, buyrukla değiştirmek mümkün
değildir. O, eskiden oldu; şimdi var ve gelecekte olacaktır; çünkü, bu karakter anne sütüyle
geçiyor ve yüzyıllar içinde oluşuyor. Bâzı gelenekleri, daha Büyük kavimler göçü zamânından
îtibâren değiştirmek gerekti; çünkü Avrupa’da başka bir çevre, başka bir kültür vardı; demek
ki, orada başka türlü yaşamak gerekiyordu. Başka bir ahlâk ile. Fakat bunu yapmayı kimse
akıl etmedi. Kıpçak hanları, kendi basîretsizliklerinin cezâsını ödediler. Mâlumdur ki, insanlar
başkasının evine, kendi âdetleriyle gitmiyorlar. Avrupa ise, Türkler için, ne de olsa,
başkasının evi idi; o, onları kendisi değiştirdi.
... Şölenin verildiği oda, tâze ağaç kokuyordu. Duvarlar boyunca geniş peykeler duruyorlardı.