Fakat Türkler bu defa hücûm için acele etmediler. Han Balamir, bayrağı öptü; güvenli bir
şekilde yemin-temennî kelimelerini telâffuz etti ve ancak ondan sonra, eski Türk geleneği
üzerine, Tengri işâreti ile askerleri kutsadı. Ve ordu, düşman üzerine harekete geçti.
Atlılar, düşman safları önünde ayağa kalktılar. Savaş şarkısı duyuluyordu. Okçular ileriye
çıktılar. Islık çalan okların salvosu, düşmanı korkuya düşürdü. Alanların başları üzerinde,
sanki kötü ruhlar uğuldamaya, cadılar belâ çağırmaya başlamışlardı. Ordu telâşa düştü...
Fakat bu, sâdece psikolojik bir saldırı idi. Başarılı da oldu.
Bahâdır-okçular, bunu devâm ettirdiler. Onların ağır okları çok hızlı idiler. Alanları, yumurta
kabuğu gibi, bakır pusatlar korumaktaydılar: Türk okları onları delip geçtiler. Asker safları
çöktüler. Panik başladı. Savaş, ancak o zaman arzûlanan istikâmeti aldı. Türkler hızla kılıçları
çektiler ve çaldılar, çaldılar, çaldılar... Yorulmadan çaldılar. Irmak kandan artık kıpkırmızı
olmuştu. Toprak artık cesetten kararmıştı. Her şeyi kestiler, doğradılar.
Türkler muzaffer olarak gittiler. Ve iki yıl kanlı Don’a dönmediler; sakinleşmek için toprağın
zamâna ihtiyâcı vardı.
Ancak 372 yılında, öncüler ilk yürüyen evleri tekrar buraya sürdüler. Bu defa, şehirler ve
kasabalar için yerler seçmeye... Arkeologlar, Don üzerinde tam bu sırada temeli atılmış olan
hemen bütün eski şehirleri kesin olarak tesbit ettiler. Kıpçaklarca!
Böylece Tanais ırmağı için Don adı yerleşip pekişmiş oldu. Veya, Kumukların bâzan
söyledikleri gibi, Ana-Don (Anne-Don) adı.
Don, aslen Türkçe bir kelimedir (bu kelime çok önceleri “dalgalı arâzî” mânâsına geliyordu).
Eski Altay’daki Don-Terek, Don-Hotan ve diğerleri ile mukâyese ediniz... Demek ki, Türkler
bu kelimeyi biliyorlardı; bu söz onlarca kullanılıyordu. İsim, ırmağın dümdüz bir bozkırda
değil, sırtları - tepeleri olan bir bozkırda aktığını vurguluyordu.
İşte kısa ve mânâlı bir isim neyi ifâde ediyor.
TÜRKLER AVRUPA’DA
Bozkır yerleşim yerleri, Altay’dan çok çok uzağa taşındılar. Çok çok uzağa, batıya, uçsuz
bucaksız ülkelerin sınırına taşındılar. Dünyâda artık onun benzeri büyüklükte bir devlet
yoktu.
En iyi yıllarındaki Roma imparatorluğu, Deşt-i Kıpçak’ın dörtte biri büyüklüğünde bir alana
bile sâhip değildi. Bizans hakkında ise konuşmak gereksiz; onun yüzölçümü, bozkır
ülkelerinin ancak bir-iki yurtuyla (bölgesiyle) mukâyese edilebilir.
Büyük Bozkır’ın doğusundan batı sınırına, Orta Avrupa’dan taygalı İlin ırmağı kıyılarına kadar
sekiz ay alıyordu.
Kıpçaklar, gayr-i meskûn (şeneltilmemiş) toprakları şenelttiler. Bu topraklar sâyesinde ülke
büyüyüp gelişti. Tabiî ki o, mayalı hamur gibi, kendi kendisine büyümedi. İnsanlar
yolsuzlukla, şiddetli kışlarla, kuraklıkla, ilkbahar taşkınlarıyla sürekli mücâdele ettiler. Ve,
şehirleri ve kasabaları, yolları ve geçitleri, tarlaları, bahçeleri, kanalları, otlakları geride
bırakarak tekrar gittiler.
Bu, çok güç bir iş: Şeneltilmemiş toprakları şeneltmek. Her defasında, her şey yeniden
başlıyordu. Yollar, geçitler, kasabalar, tarlalar, şehirler... Ve yıldan yıla hep böyle oldu. Bir
ömür boyu.
Elbette düşmanlarla çatışmalar da oldu. Fakat, bunlar o kadar büyük, –Don için olduğu gibi–
meydan savaşı büyüklüğünde değillerdi. Kıpçakların gücünü Avrupa’da biliyorlardı:
Rivâyetler, onların ordularının çok önlerinde koşuyorlardı.
Kılıç ve pulluk, savaş atı ve koyun sürüsü, savaşçı ve çoban... Büyük kavimler göçünün
armasında bunlar vardı; onu, bunlar sembolize ediyorlardı. (Onlara inşaatçı, zanaatkâr,
demirci, silâhçı, dokumacı, hattâ şarapçı ve ekmekçi katıldı.) Şeneltilmemiş toprakları
şeneltmek, ancak kendi işlerini kendileri yapan ustaların gücüyle olabilirdi.
Ustaların temaları Türk milleti oldu! Büyük kavimler göçü, başka ülkelerin ve kavimlerin fethi
değil, göçenlerin kendi, yeni, ülkelerini kurma hâdisesidir. Bozkırı –her zaman tavsif
edilegeldiği gibi– pis Tatarlar ve saldırgan göçebeler değil, asıl hünerli ustalar ve çalışkan
insanlar iskân ve ihyâ ettiler.
Kıpçaklar, V. yüzyılda Desna ırmağı yakınında, yüksek kıyılarda, Türkçe “birinci” mânâsına
gelen Birinçi (daha sonraki Bryaneçsk) şehrinin temelini attılar; bu şehir, daha sonra Deşt-i
Kıpçak’ın başkenti, Avrupa’nın îtibarlı bir şehri oldu.
Güzel bir yer. Bozkır burada ormanla, Türk dünyâsı ise Kuzey Avrupa ile buluştu. Şimdi, bu
şehri Bryansk olarak tanıyorlar. Kuşkusuz, eskiler şehir hakkında susuyorlar. Ancak, mahallî
arkeologlar, geçmişi bin beş yüz yıldan daha az olmayan buluntulara şaşırıyorlar. Fakat bu
“tuhaf/garip” buluntuların doğuşunu kimse îzâh edemiyor. Şehirliler, kendileri, kendi şehirleri
hakkında hiçbir şey bilmiyorlar. Onlar, eski binâların kerpiçlerini ve temellerini, zaman
zaman toprak içinde buldukları kilden yapılmış kap-kacak kırıntılarını, altın mâmulleri
görüyor ve hayret ediyorlar.
Onlara şaşıracak ne var. Burada bin yıl onların atalarının dili çınladı. Fakat, bunu
hatırlamıyorlar... Eski şehrin şimdi târihi yok; onu, I. Petro’nun buyruğu üzerine, unuttular.
Daha doğrusu, sildiler.
Oysa Birinçi, Türk dünyâsında çok mühim bir rol oynadı. Burada baş din-adamı yaşıyordu ve
onun “beyaz garipleri” (Kıpçaklar, kendi vâizlerini böyle isimlendiriyorlardı). Şehir, Büyük
Bozkır’ın rûhî/mânevî merkezi idi. Kutsal yerleriyle.
Zengin demir cevheri yatakları, ona büyük bir ehemmiyet kazandırdı. Onun için merkezdi!
Mâdenlerin yanı başında ise şehirler. Pek çok şehirler ve siteler.
Meselâ, Büyük kavimler göçü sırasında Tolu (bugünkü Tula) şehrinin temellerini attılar.
Zanaatkârların, metalürji uzmanlarının, silâh yapımcılarının ve basit ustaların şehri. Tolu,
Türkçe “Tolum” (“silâh”)’dan geliyor... Ne yazık ki bu şehir, çoktandır geçmişsiz yaşıyor;
sanki rüyâda gibi yaşıyor. Büyük Bozkır’ın ve Türk kavminin eski târihiyle bütün bağlarını
kestikleri gibi, onunkini de kestiler.
Eski Kursıka’nın (bugünkü Kurska’nın) kaderi o kadar hüzün verici ki. Bu nasıl bir şehirdi?
Sâkinleri neyle meşgûl oluyorlardı? Toponomi, bunu açık bir şekilde îzâh ediyor: “Savaşa
hazır”. İsmi Türkçe’ye böyle tercüme ediyorlar. Başka bir deyişle, “muhâfız şehir”.
Karaçev şehri de, askerî kalk borusu sesleriyle uyanan bir şehirdi... Bu savaşçı-şehirler,
Birinçi’nin uzak ve yakın civârını korudular. Diğer şehirler kendi ustalıklarıyla ve atölyeleriyle
yaşadılar: Kipenza (Penza), Buruninej (Boronej), Şapaşkar (Çeboksarı), Çelyaba
(Çelyabinsk), Bulgar... Onlarca şehir.
Deşt-i Kıpçak şehirlerini yollar, posta birbirine bağladılar.
Bu uzun zaman içinde Baltavar (bugünkü Poltava) şehri büyüdü; o, ticâretle şöhret