Microsoft Word kip\307aklar



Yüklə 0,83 Mb.
Pdf görüntüsü
səhifə26/34
tarix19.07.2018
ölçüsü0,83 Mb.
#57002
1   ...   22   23   24   25   26   27   28   29   ...   34

Grekler  bu  defa  da  kurtuldular.  Kendilerini  tekrar  aklamak  için,  Hristo’nun  öğrencilerinin 

notlarını bulduklarını îlân ederek, Yeni Öğüt’ü [Ahd-i Cedîd’i] –Hristo’nun fiilleri ve soy ağacı 

ile ilgili kitâbı– uydurdular... Onların yalanı bitmiyordu. 

Anılar  nasıl  bulunabilir?  Nerede?  Hristo  adıysa,  ancak  II.  yüzyılda  ortaya  çıktı.  (Greklerin 

kendi ağızlarından ortaya çıktı!) 

Türkler, bu gibi durumlarda, “Göğe tükürürsen, kendi yüzüne düşer”, diyorlar. 

Bununla birlikte, Yeni Öğüt’ü [Ahd-i Cedîd’i] uyduranlar, kendilerini çok zahmete sokmadılar. 

Grek  redaktörler,  Geser  (Tengri’nin  oğlu)’le  ilgili  olduğunu  bile  bile,  onun  kahramanca 

davranışlarının  bir  bölümünü,  Hristo’ya  mâl  ettiler;  bâzı  şeyleri  ise,  açıkça,  Buda’nın 

hikâyesinden  aldılar.  Dinden  çok  uzak  bu  tür  politikacılarla,  böyle  insanlarla  Hristiyanlığın 

ana kitâbı oluştu; bu tür politikacılar, ona daha sonra bir çok kere yeniden yazdılar. Bunun 

gerçek dinle hiçbir ilişkisi yoktu. 

Konstantin, tam bir politikacı idi; o, her şeyden haberdar olduğunu, kendi kilisesini kurmak 

için  elverişli  bir  an  seçmek  sûretiyle,  ne  yaptığını  çok  iyi  biliyordu.  O  sırada,  Kıpçakların 

Alamanlarla  ilişkileri  ânîden  ve  köklü  bir  biçimde  gerginleşmişti;  Grek  yenilikleriyle  o  kadar 

da ilgilenmediler. 

Doğu’da, “Eğer iki kişi birbirine düşman ise, onlardan biri ölür”, diyorlar. 

DON NEHRİ İÇİN SAVAŞ

 

Doğu,  dâimâ  kendi  kâidelerine  göre  yaşadı.  Orada  dâimâ  hayâtın  kendi  kavranış  biçimi, 



değerler hakkında kendi telâkkîsi vardı. O affediyor, fakat gönül kırmayı unutmuyor. 

Alanların  ve  Türklerin  Don  nehrinden  kaynaklanan  düşmanlığı  uzun  sürdü.  Han  Aktaş’tan 

sonra  da  sükûnet  bulmadı.  İhtilâf,  er  veya  geç,  bir  şekilde  sona  erecekti.  Sebebi  ırmak 

değildi. Irmak sâdece bir vesîle hizmeti görmüştü. 

Don, bu yıllarda, Avrupa’nın doğu sınırı idi. Kıpçaklar, Avrupa toprağına giriş yolu elde etmek 

için savaştılar. Onlara Alanlar değil, Alanlara gizlice yardım eden ve Türkleri açıkça “federat”, 

yâni tâbi ırgatlar olarak görmek isteyen hep aynı Grekler ve Romalılar engel oldular. 

Böyleleri tahrikçi politikacılar idiler... 

“Don”  sözünün,  coğrafî  harîtaya  Alan  dilinden  (bâzı  ilim  adamları  böyle  iddiâ  ediyorlar) 

geldiği  kabûl  ediliyor.  Pekâlâ.  Bu  söz,  onlarda  “su”  mânâsına  geliyordu.  Olabilir.  Öyleyse, 

diğer ırmaklar kumlardan ve taşlardan mı oluşuyorlar?... 

Tabiî  ki  ırmaktan  değil,  onun  adı  ihtilâftan  geldi.  Kıpçaklara,  Don’a  –Avrupa  bozkırlarına– 

çıkış yolu lâzımdı, yeni topraklar gerekliydi; çünkü nüfûsları artmıştı. Çok hızlı çoğalıyorlardı. 

Onların şehirlerinin ve kasabalarının zengin hayâtı, nüfûs mikdârını etkiledi; büyük âileler ve 

zengin, müreffeh hâneler ortaya çıktılar. 

Kıpçaklar,  “üç  çocuklu  âile  olmaz”,  derlerdi.  Ancak,  beş  (veya  yedi!)  çocuklu  bir  erkek, 

cemiyette saygı görürdü. Çocuklar, erkek çocuk olursa daha iyiydi. 

O  sırada,  bozkırlılarda  doğan  geleneğe  uygun  olarak,  küçük  oğul,  baba  evinde  kalır,  yaşlı 

ebeveynine yardım ederdi. Büyük çocuklar ise yeni topraklara, orduda hizmete giderlerdi. 

Deşt-i  Kıpçak’ta  kânunlar  öyle  bilgece  idiler  ki:  Ülke,  evlâdı  için  yaşardı.  Onlar  için 

kaygılanırdı. Hârikulâde bir şey. Daha sonra ebeveynini korusun diye, çocuğu koruyabildikleri 

kadar korurlardı. 




Herhangi bir sebeple, âilede sâdece bir oğul olursa, delikanlının kulağına bir küpe takarlardı. 

Askerde, safta, “hizâya gir” komutu esnâsında, komutan küpeli askeri görerek, onu tehlikeli 

işlere göndermezdi. Yetkisi yoktu. Soyu içinde sonuncu erkek olan kimse, kulağında iki küpe 

taşırdı. Âileyi (soyu) sürdürmek için, onu bilhassa korurlardı. 

Orduda  herkes hizmet  ederdi.  Askerlik  vazîfesi,  erkekler  için  mecbûrî  idi.  Ve  çok  şerefli  bir 

vazîfeydi.  İstisnâ  tanımazlardı.  Eğer  bir  delikanlı  askerlik  hizmetinde  bulunmamışsa,  ona 

evlenmek  yasaktı.  Kızlar  bile  ona  bakmazlardı.  Delikanlılar,  sırf  kendilerini  gösterebilmek 

için, bütün gayretlerini sarf ederlerdi... Ordu, cemiyet hayâtında güçlü bir muharrik unsurdu. 

Onu kutsal görürlerdi. 

Delikanlı,  askere  gitmeden  önce,  kendisine  bizzat  bir  tay  yetiştirirdi.  Savaş  atıyla  ve 

silâhlarıyla  birlikte  askere  giderdi.  Askerlik  hayâtına  iyice  hazırlanmış,  çok  şey  elde  etmiş 

olurdu. Bunu gelenek gerektirirdi: Erkek çocuk, her zaman çalışırdı; onun tembellik etmeğe 

vakti kalmazdı. O, bütün gün ya ev işlerinde anne-babasına yardım eder, ya da yaşıtlarıyla 

idman yapardı. Bozkır hayâtının kâidelerini, ancak iş-güç sırasında kavrayabilirdi. Başka türlü 

onları öğrenmesi mümkün değildi. 

Kıpçaklar,  atlı  olarak  doğdular.  Dünyâda  hiç  kimse,  eyer  üzerinde  onlardan  daha  iyi 

oturmadı.  At,  Türk  kavminin  ikinci  “Ben”idir.  Erkekler  için  de,  kadınlar  için  de.  Yeryüzünde 

attan daha temiz ve ondan daha asîl bir mahlûk yoktur. Onlar, at yetiştiricilikte usta olarak 

tanınmış idiler. 

Yiğitler,  müthiş  cesâretleriyle,  görmüş  geçirmiş  ihtiyarları  sevindirirlerdi.  Türk  milleti, 

yiğitliği,  dâimâ  sanatla  mukâyese  etti!  At  ve  insan  birbiriyle  bütünleşir,  kaynaşırdı.  Büyük 

Bozkır’ın  bu  eserini,  sâdece  içinde  Türk  kanı  soğumamış  olan  kimse  değerlendirebilir! 

Kıpçaklar,  yarışsız,  koşusuz  bayramları,  yeknesak  bir  hayâtı  bilmezlerdi.  Deşt-i  Kıpçak’ın 

vurucu gücünün her zaman atlı olması gâyet tabiîdir. 

Fakat Alanlarla savaş için, bu ona yeterli değildi. 

Alanlar,  savaşta  mahâret  kazanmışlardı.  Onlar,  savaşı  çok  hesaplı  yürütürlerdi.  Savaşçılar, 

kare  biçiminde  (dört  köşe)  dizilirler,  bakır  kalkanlarla  sımsıkı  siper  alırlar  ve  uzun 

mızraklarını ileri çıkarırlardı. Onlara yaklaşmak mümkün değildi. Alanlı askerlerin ellerindeki 

kısa kılıçlar ve hafif yaylar, herkesi durdururdu.   

Kılıçlar  atlılara  yardımcı  olmuyordu  Alanlar,  o  sırada  savaş  sanatında  Romalılardan  da, 

Türklerden de üstün idiler. Fakat, Kıpçaklar onlara yaklaşmanın yolunu buldular. Bunu uzun 

süre aradılar... Ve buldular! Onlar, ağır yayı îcat ettiler. Bu, silâh târihine “Türk tipi ağır yay” 

olarak girdi.   

Böyle  bir  yayı,  her  babayiğit  taşıyamazdı.  Bir  buçuk  metre  uzunluğunda!  Bu  yaydan,  ağır 

demir uçlu oku herkes atamazdı. Müthiş bir güç gerekti.   

Türk ustalar, daha önce, ıslık çalan oklar îcat etmişlerdi. Çok başarılı bir askerî buluş daha. 

Ok,  uçarken  korkutucu  bir  ses  çıkarıyordu.  Arkasından  belâyı  dâvet  eden  bir  ıslık  çalıyor 

gibi... Sanki şeytan uçuyordu.   

Anlaşılan  başka  îcatlar,  başka  yenilikler  de  oldu.  Ne  yazık  ki,  o  zamânın  askerî  târihi,  ilim 

adamlarınca az incelenmiştir. 

Sonunda 370 yılı geldi... Târihî bir yıl. Han Balamir Don’a geldi. Onun, ciddî bir konuşma için 

ciddî delilleri vardı. Alanlar, yeni Türk silâhlarını bilmiyorlardı; onlar, her zamanki dört köşe 

(kare)  biçimli  savaş  düzenlerini  aldılar  ve  saldırı  yapılmasını  beklemeye  başladılar. 

Borazancılar, ağır hücûm şarkıları söylüyorlardı; fırtına artık kaçınılmazdı. 




Yüklə 0,83 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   22   23   24   25   26   27   28   29   ...   34




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©www.genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə