Oysa Avrupalılar çatalla bıçağı duymamışlardı bile. Onlar, “vahşî hayvanlar gibi” değil,
elleriyle yiyorlardı. Meselâ, Romalı devlet adamları, evlerinde Arap oğlanlar bulundururlar ve
yemekten sonra, yağlı ellerini, onların uzun sert saçlarıyla kurularlardı.
Avrupalıların, güzellik hakkında Kıpçaklardan tamâmen farklı düşünceleri vardı. Bizans
imparatoru Julien, yakışıklı sayılmaktaydı; oysa onun sakalı, kum gibi, bitle doluydu.
Yaşayan, kıpır kıpır kaynaşan sakal, insanı hayranlığa sevk ediyor, o da bununla
gururlanıyordu.
Grekler ve Romalılar, hamamı bilmiyorlardı. “Hamam” (баня: banya), Türk îcâdıdır; kelime
de Türkçe’dir; “bu” (buhar) ve “ana” (anne)dan, diğer bir deyişle “buharın anası”ndan gelir.
Roma’nın ünlü termal suları, herkese açık olmaktan uzaktı. Üç yüz bin kişilik Roma’da sâdece
seçkinler hamama girme imkânına sâhiptiler. Kıpçaklarda ise her şey farklıydı; hamam
günlük hayâtın bir parçasıydı. Bozkır, halkı temizliğe, intizâma alıştırmıştı. Ev kadını, evi
toplamadan önce yemeği hazırlamazdı. Meskenlerin temizliği ve şahsî temizlik; bu da Türk
kavminin bir vasfı; çünkü her pislik, bozkırda salgınlara ve hastalıklara yol açabilirdi...
Pisliklere tahammül edilmezdi.
Her Kıpçak, sabah ve akşam elini-yüzünü yıkardı. Kezâ, yemekten önce ve duâdan önce.
Türklerde bir inanç vardı; sen uyuduğun zaman, rûhun dünyâ üzerinde uçar, sabahleyin geri
döner. Uyanmadan tam bir sâniye önce. Eğer insan elini yüzünü yıkamazsa, ruh korkar ve
ebedî olarak uçup gider. (Bu sebeple, uykuda başa battâniye örtmek yasaktı.)
Kıpçaklar, törelere sımsıkı uyarlardı; çünkü törelerin içinde halkın hayat tecrübesi
toplanmıştı! Onun bilgeliği. Kendilerinden öncekilerin hatâlarını tekrarlamamak için, onları
gözetirlerdi.
Törenin her ayrıntısının bir mânâsı vardı. Hiçbir şey boşuna değildi.
Meselâ, tırnak kesmeler tam bir ritüel idi. Türk’ün yaşama gücü (onun kutu), gündüzleri
tırnakların, geceleri ise saçların köklerinin altında demekti. Orada ideal bir temizlik
gerekliydi; bu konuyu çocuk bile bilirdi.
Avrupalılar, Kıpçakların hayâtındaki çok şeyi anlamadılar. Onun için de türlü tahminlerde
bulundular; Türk’ün hayat gerçeklerini açıklamak için, art-arda, saçma sapan şeyler
uydurdular.
Meselâ, yürüyen evler niçin gereklidir? Onun yabancısı olan bir insan, bu soruya cevap
veremez. Romalı câcuslar da böyle, yeni topraklar araştıranların (keşifçilerin) yürüyen
evlerini görünce, Kıpçakların göçebe bir kavim olduğuna hükmettiler. Ve bunu, bütün
dünyâya yaydılar.
Fakat Grekler, onlarda yürüyen evleri değil, tamâmen başka şeyleri gördüler... Bir tesâdüf
eseri olarak, Bizanslı Prisk’in hâtırâtı kurtulmuş bulunuyor. Bu, Büyük kavimler göçü, Attila,
Kıpçakların ilgi çekici ufak tefek şeyleri hakkında hakîkati haber veren paha biçilmez târihî bir
dokümandır. Bu eser, tesâdüfen kurtuldu; Romalılar, diğer bütün dokümanları yüzyıllar
içinde tamâmen yok ettiler.
Prisk’in hâtırâtı, her şeyi bizzat gören bir adam tarafından yazılmış olması bakımından
değerlidir. O, sâdece görmemişti, aynı zamanda elleriyle dokunmuştu. Prisk, Avrupa elçilik
heyetiyle Attila’nın sarâyına gelmişti. Bu hiddetli Türk hükümdârından barış dilenmeğe
gelmişti.
O sırada, ihtiraslar pek kızışmıştı.
AVRUPA ALTAY’DA BAŞLADI
Attila’dan korkuyorlardı. Onun sırf adının anılması bile, Avrupalı yöneticileri korkuya
düşürüyordu. Attila demek, yarım milyon atlı demekti. Muazzam bir güç.
İyi bir ordu... Nasıldır? Silâhlı insanlar kalabalığı mı? Hayır. Organize olmak zorunda.
Disiplinli. İtaatkâr. Tecrübeli ve gelenekli. Rûhen güçlü. İşte iyi bir ordunun ne olduğu... Bu
da yeterli değil.
Silahlı insanları çabuk toplamak mümkün, fakat onlara savaşmayı öğretmek, bir nesilden
fazla sürecek bir iş: İnsanların kültüründe, ülkenin ekonomisinde, nihâyet halkın
karakterinde olan her şeyin en iyisinin –aynadaki gibi– orduda yansıması gerekir.
Ordu bir hiçten –çıplak bir yerde– ortaya çıkmıyor. Onu uzun süre eğitiyorlar, yetiştiriyorlar,
ideallerle donatıyorlar.
Titiz, fakat asil bir iş; çünkü, ordu milleti koruyor, ülkeyi koruyor. Ordusuz bir millet, kişilik
sâhibi değildir; o, er veya geç, başkasına hizmetçi, başkasının emirlerinin ve çıkarlarının
uygulayıcısı oluyor... Maamâfih, bütün bunlar, herkesin bildiği gerçekler.
Ne var ki, bâzan onlar üzerinde düşünmeye değiyor. Zîrâ, târih ders kitaplarında yazıldığı
gibi, Attila’nın, Avrupa’nın arka-plânındaki yarı vahşî kabîleleri toplamadığına, onlar iknâ
ediyorlar.
Türklerin Çin’de, İran’da, Don’da, Roma önlerinde kendisini iyi göstermiş mükemmel bir
orduları vardı. Dünyâda ondan daha güçlüsü yoktu.
Bu ordu, askerî birliklere –yığınlara– bölünmüştü. Her birinde on binin üzerinde atlı vardı.
Binlik ve yüzlük birimlerden oluşan bir ordu. Bu birlikleri, kabîlelerden-yurtlardan ve
uluslardan topluyorlardı. Orduya han –ulusun veya yurtun başı– komuta ediyordu. Han,
kendisine yardımcılar –atamanlar– tâyin ederdi.
Ordu, ya kendi hanının, ya da yurtunun adını taşımaktaydı. Bu, daha Türklerin Hindistan’ı
iskân ettikleri sırada kaydedilen eski bir Altay geleneğiydi. Attila’nın ordu birliklerinden birisi
“Burgund”, diğeri “Savoya”, üçüncüsü “Tering” adını taşıyordu. Her bir ordunun bir bayrağı,
onunla birlikte ismi, savaş târihi ve îtibârı vardı.
Birliklerin tamâmı elli idi. Onların içinde Yayık, Ural, Don ve diğer yurtların askerî kuvvetleri
vardı.
Bu ordularda, kuşkusuz, Türkler hizmet veriyorlardı; atlılar sâdece Türkçe konuşuyorlardı.
Deşt-i Kıpçak ordusu, diğer dilleri kabûl etmedi; diğer kavimler ona, basitçe, gerekli
değillerdi. Güçlü bir millet olan Alan’dan birisi dahi, muhakkak yardımcı birliklerde veya
saflarda olurdu... Bizans ordusu ise başka bir konu; orada “asker” dili olarak Türkçe hâkimdi;
Bizans’ta Kıpçaklar ülke nüfûsunun belirgin bir bölümünü, orduda ise çoğunluğu
oluşturuyorlardı. Onun için, bizzat Grekler artık Türkçe konuşmayı öğrenmek zorunda
kalmışlardı.
Romalı câsuslar, Attila’nın askerî birliklerinin isimlerini –“Teringler”, “Burgundlar”,
“Langobardlar”– duyduklarında tahminlerde bulunmaya başladılar. Onlar, bu isimleri daha
önce duymamışlardı. Bunlar nasıl insanlardı? Daha önce, Romalı yöneticiler, itaat altına
aldıkları kavimlerin, zorla, kendi ordularına katılmalarını sağlamışlardı; demek ki herkes
Kıpçaklar izin diğer kavimlerle savaşmaya karar vermişlerdi. “Derinti/toplama halklar” sözü