19
www.ozetkitap.com
kilometreden biraz daha az) olduğuna göre, en yakın uygarlığın tek yönlü yıldızlar arası
iletişimi için gereken sürenin yaklaşık 300 yıl olduğu ortaya çıkar. Soru ve cevap için gereken
süre ise 600 yıl olacaktır. Yıldızlar arası diyaloğun –özellikle ilk temas anı sırasında- yıldızlar
arası monologdan çok daha az olası olmasının sebebi budur.
1974 yılında Cornell Üniversitesinin Ulusal Bilim Vakfı için işlettiği Porto Rico’daki
Arecibo Gözlemevinin 305 metrelik anteninden uzaya böyle bir mesaj gönderildi. Bu olaya
vesile olan şey, dünyanın en büyük radyo/radar anteni olan Arecibo’nun kuruluşunu kutlama
töreniydi. Sinyal, tören sırasında dünyanın tam tepesinde bulunan, yaklaşık bir milyon ayrık
güneşten birküresel salkımın oluşturduğu M13 adlı yıldız topluluğuna gönderildi. M13,
24.000 ışık yılı uzaklığında olduğuna göre mesajın oraya ulaşması 24.000 yıl alacak. Eğer
cevap vermeye hevesli bir yaratık dinlemedeyse cevabın bize ulaşmasından önce 48.000 yıl
geçecek. Açıkça görülebileceği üzere Arecibo mesajı ciddi bir yıldızlar arası iletişim
girişiminden ziyade dünyasal radyo teknolojideki fevkalade ilerlemenin bir göstergesiydi.
Deş ifre edilmiş mesajın anlamı ş öyle bir ş ey: “Birden ona kadar iş te böyle
sayıyoruz. ş te ilginç veya önemli olduğ unu düş ündüğ ümüz beş kimyasal elementin –hidrojen,
karbon, nitrojen, oksijen ve fosforun- atom numaraları. Bu atomları birleş tirmenin bazı
yolları ş öyle: adenin, timin, guanin sitozin ve birbirini takip eden ş ekerler ile fosfatlardan
oluş an bir zincir. Bu moleküler yapı taş ları sırayla bir araya getirilir ve zincirde yaklaş ık dört
milyar halka oluş turan uzun bir DNA molekülünün meydana getirir. Molekül bir ikiz
sarmaldır. Bu molekül bazı bakımlardan bu mesajın merkezindeki hantal görünümlü yaratık
için önemlidir. Bu yaratık 14 radyo dalga boyu ve yaklaş ık 176 cm yüksekliğ indedir.
Yıldızımızın üçüncü gezegeninde bu yaratıklardan yaklaş ık 4 milyar tane bulunur. Gezegenler
–merkeze yakın dört küçük, dış arıya doğ ru dört büyük ve en uçta bir küçük olmak üzere-
toplam dokuz tanedir. Bu mesaj size 2430 dalga boyu veya 306 metre çapında bir radyo
teleskop yoluyla iletilmektedir.”
BÜYÜK SORULAR
B R PAZAR AY N
Biz yükselen güçlerin en yükseğ ini gördük. Ve ona Tanrı adını verdik. stesek ona
baş ka herhangi bir isim de verebilirdik: Sonsuzluk, Gizem, Mutlak Karanlık, Mutlak Iş ık,
Madde, Ruh, Nihai Umut, Nihai Kader, Sessizlik …N KOS KAZANCAK S (1948)
BU ARALAR ekseriyetle kendimi halka hitap eden bilimsel konuşmalar yaparken
buluyorum. Bazen yıldız araştırmaları ve diğer gezegenlerin yapısı hakkında, bazen
Dünya’daki yaşamın kökeni veya zeka düzeyi; bazen başka yerlerde yaşam araştırmaları ve
bazen de görkemli evrensel bakış açısı hakkında konuşmam isteniyor.
En sık sorulan sorular –hafifçe gizlenmiş dinsel sorgulamalar olduğuna inandığım-
tanımlanmamış uçan cisimler ve eskiçağ astronotları üzerine.
En az bunlar kadar sıkça sorulan bir soru, özellikle yaşamın evrimi veya zeka üzerine
bir konuşmamdan sonra gelen “Tanrı’ya inanıyor musunuz?” sorusudur.
“Tanrı”
kelimesi birçok kişi için farklı anlamlar içerdiğinden, sıklıkla soruyu sorana.
“tanrı” ile neyi kastettiğini sorarım. Tuhaftır ki, bu genellikle beklenmedik ya da şaşırtıcı bir
tepki olarak görülür: “Biliyorsunuz canım Tanrı işte. Herkes Tanrının kim olduğunu bilir.”
Veya “Evrende her yerde var olan ve bizden daha kudretli bir çeşit güç.” Böyle birkaç tane
güç var, doğru.
Oldukça Geniş anlamlar içeren bir kavramdır bu. Bazılarına göre Tanrı, göklerde bir
yerdeki tahtına kurulmuş harıl harıl her düşen serçenin çetelesini tutan, uzun beyaz sakallı,
beyaz tenli, dev cüsseli bir kişidir. Diğerleri ise –mesela Baruch Spinoza ve Albert Einstein
toplamı olduğunu düşünmüştür. Bildiğim kadarıyla, gizli bir göksel konumdan insanlığın
kaderini tayin eden mukaddes varlıklar olduğuna dair kesinliği tartışılmaz kanıtlar yok; ama
20
www.ozetkitap.com
fiziksel yasaların varlığını inkar etmek herhalde çılgınlık olurdu. Tanrıya inanıp
inanmadığımız büyük ölçüde Tanrı derken neyi kastettiğimize bağlıdır.
Dünya tarihinde muhtemelen on binlerce din olmuştur. yi niyetli dinsel bir inanışa
göre bunların hepsi temelde birbirinin aynıdır. Olaya psikolojik açıdan bakıldığında, birçok
dinin özünde gerçekten önemli benzerlikler bulunduğu görülebilir, ama törenler ve
öğretilerdeki detaylar açısından bakıldığında, organize dinlerdeki çeşitliliğin çarpıcı boyutlara
ulaştığı fark edilir.
Bertrand Russell bir zamanlar, Britanya’nın Birinci Dünya Savaşına katılmasına
barışçı bir şekilde karşı çıktığı için tutuklanmıştı. Hapishane memuru Russel’a –o zamanlar
yeni gelenlere yöneltilen rutin soruyu- hangi dinden dolduğunu sordu. Russel, “Agnostik”
diye cevap verince kendisinden bunun nasıl yazıldığını açıklaması istendi. Memur daha sonra
dostça bir ifadeyle gülümseyip başını iki yana sallayarak, “Birçok farklı din var, ama
herhalde hepimiz aynı Tanrıya tapıyoruz,”
dedi. Russel haftalar boyu bu sözü hatırlayıp
güldüğünü söyler.
Evrenle ilgili bilgilerimiz arttıkça Tanrıya giderek daha az iş düşüyormuş gibi bir
görüntü ortaya çıkıyor.
Sıklıkla dile getirilen bir fikre göre –elbette bu Aristocu bir fikirdir- evrenin oluşumu
için en azından bir Tanrı gereklidir. Bu daha detaylı incelemeye değer bir nokta. Her şeyden
önce evrenin sonsuz derecede yaşlı olabileceği ve bu yüzden bir Yaratıcıya ihtiyacı
olmayacağı pekala mümkündür. Bu da Büyük Patlamadan beri süregelen olayların, evrendeki
sonsuz oluşumlar ve yok oluşlar dizisinin, bir saat sarkacı gibi salınan bir evrende sadece en
son tezahürleri olduğu fikrine izin veren şu anki kozmolojik bilgimizle uyuşmaktadır. Yine de
biz Tanrı tarafından ve her nasılsa hiç yoktan yaratılan bir evren fikrini irdeleyelim. O zaman
doğal olarak şu soru ortaya çıkacaktır: Tanrı nereden gelir? Büyükleri tarafından sus pus
edilmeden önce on yaşındaki çocukların çoğunun aklına gelen bir sorudur bu.
Büyük kozmolojik soruların, insanlığın dinsel hassasiyetlerini etkilemeyecek akla
yakın cevapları yok. Ancak cevapların bürokratik ve bağnaz dinleri bozguna uğratma ihtimali
var. Sonsuza dek hep aynı kalacak şekilde kurulmuş, eleştiriye kapalı dinlerin uzun vadede
yozlaşması bence kaçınılmazdır. Evet, modern bilimsel anlama kabiliyetimiz belki sınırlı ama
MÖ 1000 yılındaki Babilli atalarımızınkinden çok daha ileri. nanıyorum ki, gerek bilimsel
gerekse toplumsal yönden yeniliklere kendini uyarlamaya gönülsüz dinler er geç silinip
gidecektir. Bir inanç sistemi kendisine yönelik en ciddi eleştirilere cevap vermediği sürece
hayatta kalamaz, gelişip ışıldayamaz.
Dinin huzur verdiği, destek sağladığı, duygusal ihtiyaç anlarında sığınak görevi
üstlendiği ve son derece yararlı sosyal açılımları olduğu su götürmez bir gerçek. Ancak bu,
asla dinin sınamaya, eleştirel incelemeye ve kuşkuculuğa kapalı olması gerektiği anlamına
gelmez.
Din, belli bir zaman boyunca evrendeki konumumuza genel kabul görmüş bir anlayış
getirmişti. nsanlık var olalı beri mitlerin, efsanelerin, felsefe ve dinin en büyük amaçlarından
biri şüphesiz buydu. Ancak farklı dinler arasındaki çatışmalar ve dinin bilimle çatışması, en
azından birçoklarını zihninde bu geleneksel anlayışı yıktı.
nsanların çoğu dini inançlarını göz renkleri gibi almıştır
: Onlara göre bu, hakkında
derin düşünülmesi gereksiz ve zaten her koşulda kontrolümüz dışında kalan bir olgudur. Ama
gerçekleri ve alternatifleri tarafsız bir elekten geçirmeden seçtikleri bir dizi inancın kendileri
için derin anlamlar taşıdığını açıkça itiraf edenler, araştırma amacıyla sorulan soruları
rahatsızlık veren bir meydan okuma olarak görecektir.
21
www.ozetkitap.com
Kalpten inancım şu ki, geleneksel türden bir Tanrı varsa merak duygumuz ve zekamız
onun eseri. Eğer evreni ve kendimizi keşfetme tutkumuzu baskılarsak (böyle bir eylemde
bulunamayacak olmamız bir yana)
Tanrı vergisi bu armağanların da değerini verememiş
olurduk. Öte yandan eğer böyle bir geleneksel Tanrı yoksa merakımız ve zekamız hayatta
kalma yönündeki en temel aletlerimizdir. Her iki durumda da bilgiye sahip olma girişimi hem
bilim hem de dinle tutarlı olmanın yanı sıra, insan türünün devamı için de elzemdir.
GOTT VE KAPLUMBAĞALAR
Doğulu bir filozofa rastlayan Batılı bir gezgin ona dünyayı nasıl tanımladığını sorar:
• “Dünya, sırtı düz bir dünya kaplumbağasının üzerinde duran kocaman bir
küredir.”
• “Ah evet, iyi ama dünya kaplumbağası nerede duruyor?”
• “Daha büyük bir kaplumbağanın sırtında.”
• “Tamam da o nerede duruyor?”
• “Çok zekice bir soru. Ama işe yaramaz bayım. Kaplumbağalar böylece sürer
gider.”
Ş
u anda biliyoruz ki bizler uçsuz bucaksız ve mütevazı bir evrendeki minicik bir toz
zerresinin üzerinde yaşıyoruz. Eğer gerçekten var iseler, ilahlar artık günlük insani işlere
müdahale etmiyorlar. Yaşadığımız evren insan merkezli bir evren değil. Ve öyle görünüyor ki
kainatın yapısı, oluşumu ve kaderi, uzak atalarımızın algıladığından çok daha derin gizemler
taşıyor. Bütün galaksiler birbirinden uzaklaşmaktadır ve böylece herhangi bir galaksideki bir
astronom diğer bütün galaksilerin kendisinden kaçtığını gözlemler. Elimizdeki verilere
dayanarak bu karşılıklı uzaklaşmayı geçmişe doğru –belki 15 ya da 20 milyar yıl öncesine-
götürürsek bütün galaksilerin birbirine “temas etmesi” gereken, yani hepsinin son derece
kısıtlı hacimdeki bir uzay boşluğuna sıkıştığı bir zaman buluruz.
Evrendeki bu genişleme için üç açıklama yolu bulunmuştur. Durağan Durum, Büyük
Patlama ve Salınan Evren kozmolojileri Durağan Durumda galaksiler birbirinden uzaklaşır,
daha uzaktaki galaksiler çok daha yüksek hızlara ulaştığı için bunların ışığı Doppler etkisiyle
giderek daha uzun dalga boylarına kayar. Belirli bir uzaklığa erişen bir galaksi artık o kadar
hızlı hareket eder ki, kendisinin olay ufku olarak adlandırılan noktasını geçer ve bizim
bulunduğumuz konum itibariyle ortadan kaybolur. Genişleyen bir evrende öylesine büyük bir
mesafe vardır ki, bunun ötesinden bilgi alma şansı yoktur. Eğer her hangi bir müdahale
olmazsa zamanla bu sınırın ötesine giderek daha çok galaksi geçip kaybolacaktır.
Ancak Durağan Durum kozmolojisinde sınırın ötesinde kaybolan madde, evrenin her
tarafında durmaksızın oluşan ve sonunda yoğunlaşıp yeni galaksilere dönüşen tamamen eşit
miktardaki madde ile dengelenecektir. Durağan Durum kozmolojisinde Büyük Patlama
yoktur; yüz milyar yıl öncesinin evreni bugünkünün aynasıdır ve bir yüz milyar yıl sonra da
aynı olacaktır. O zaman yeni madde nereden geliyor? Madde nasıl yoktan var olabilir?
Eğer Durağan Durum hipotezi doğruysa galaksilerin birbirine çok yakın bulunduğu bir
zaman asla olmadı. O zaman evren en büyük haliyle değişmiyor ve sonsuz denecek kadar
yaşlı.
Evren eğer durağan bir durumda değilse değişiyor demektir ve değişken evrenler
evrimsel kozmolojilerle tanımlanır.
Astrophysical Journal’in
15 Aralık 1974 sayısında yayınlanan önemli bir bilimsel
makale, evren sonsuza dek genişleyecek mi (“açık” bir evren) yoksa giderek yavaşlayıp tekrar
büzüşecek mi (“kapalı” bir evren) sorusu üzerine odaklanan geniş çaplı gözlemsel kanıtlar
ortaya koydu.
Çalışma, o zaman her ikisi de California Teknoloji Enstitüsünde görevli J. Richard
Gott III ve James E Gunn ile Teksas Üniversitesinden David N. Schromm ve Beatrice M.
Tinsely’ye aitti. leri sürdükleri fikirleri tartışırken uzayın “yakındaki” iyice gözlemlenmiş
22
www.ozetkitap.com
bölgelerinde yer alan galaksilerdeki ve galaksiler arasındaki kütleye ilişkin hesaplamalarını
yeniden gözden geçiren ve bununla evrenin geri kalanı hakkında varsayımda bulunan ekibin
ulaştığı sonuç şu: Genişlemeyi yavaşlatmak için yeterli madde yok.
Evrenin modern deneysel kozmoloji tarafından aydınlatılan doğası, evren ve tanrılarla
ilgili spekülasyonlarda bulunan Yunanlılarınkinden çok daha farklı. Eğer insan merkezlilikten
uzaklaşabilirsek, samimiyetle ve serinkanlılıkla bütün alternatifleri değerlendirebilirsek belki
de gelecek birkaç on yıllık zaman diliminde ilk kez evrenin yapısı ve kaderini tamı tamına
anlayabileceğiz. Ve işte o zaman Gott biliyor muydu, bilmiyor muydu öğreneceğiz.
AMN YOT K EVREN
nsan için ölmek, doğ mak kadar doğ aldır; ve küçük bir bebek için muhtemelen biri
öteki kadar acı vericidir.
FRANC S BACON-Ölüm Üzerine (1612)
Son birkaç milyon yıl içerisinde insan beynindeki muazzam büyümeden dolayı çocuk
doğumunun verdiği acının, özellikle insan annelerde bıraktığı izin ulaştığı nokta karşısında
müthiş bir hayrete kapılıyorum Ortaya çıkan tabloda sanki zekamız mutsuzluğumuzun
kaynağıymış gibi bir görünüm var; ama bu aynı zamanda mutsuzluğumuzun bir canlı türü
olarak kuvvetimizin kaynağı olması anlamına da geliyor.
Bu fikirler dinin yapısı ve kökenine dair sorulara biraz ışık tutabilir. Batılı dinlerin
çoğunda ölümden sonra hayata bir özlem vardır. Doğu dinleri ise yeniden doğuş ve ölümler
döngüsünde bir huzurun peşindedir. Ama her ikisinde de bir cennet vaadi, bireyin ve evrenin
saf birleşmesi, 1. Aşamaya bir geri dönüş vardır.
Her doğum bir ölümdür; çocuk amniyotik evreni terk eder. Bununla beraber
reenkarnasyona inananlar her ölümün bir doğum olduğunu iddia ederler; ölümün eşiğine
gelme sırasında perinatal hafızanın doğum olarak hatırlanmasının tetiklediği bir öneri olabilir
bu.
nanç ilkelerinin değ erlendirilmesinde çok farklı iki yaklaş ım vardır.
Bir tarafta, içsel tutarsızlıkları olmasına veya dış dünya ya da kendimizle ilgili iyi
bildiğimiz gerçeklerle epeyce çelişmesine rağmen, dini olduğu gibi kabul eden ve ekseriyetle
saf mizaçlı insanlar bulunur.
Diğer tarafta ise, bütün meseleyi baştan aşağı bir saçmalık kargaşası olarak gören
iflah olmaz kuşkucular yer alır. Kendilerini su katılmamış rasyonalistler olarak gören bazıları
kayıtlara geçmiş muazzam dini deneyime bile karşı çıkmaktadır. Bu mistik anlayışın bir
anlamı olmak zorunda, peki ama nedir bu anlam?
Bürokratik dinlerin insanlık tarihi boyunca dünyevi otoriteyle işbirliği yaptığı ve
belirgin bir inancı aşılamanın ekseriyetle ulusu yönetenlere menfaat sağladığı bir gerçek.
Dini inancı rasyonalist açıklama girişimlerine şiddetle karşı çıkılmıştır.
Voltaire, Tanrı olmasaydı insanın onu icat etmek zorunda kalacağını ileri sürmüş ve
bu fikri yüzünden sövgüye maruz kalmıştır.
Freud’a göre babacan bir Tanrı, kısmen çocukluktaki baba algımızın erişkinliğe bir
yansımasıdır; Freud din üzerin yazdığı kitabına da Bir Yanılsamanın Geleceği adını vermişti.
Öleceğiz ve ölümden korkuyoruz. Bu bütün kültürlerde görülen evrensel bir korku ve
muhtemelen önemli bir yaşamsal değeri var. Ölümü ertelemeyi veya ondan sakınmayı
arzulayanlar dünyayı geliştirebilir, kendilerini bekleyen tehlikeleri azaltabilir, kendilerinden
sonra yaşamaya devam edecek çocuklar yapabilir ve kendi adlarıyla anılacak büyük eserler
yaratabilirler.
Dinle ilgili konular üzerine akılcı ve kuşkucu söylemlerde bulunanlarsa, insandaki
ölüm korkusuna karşı yaygın destek gören çözüme, yani ruhun beden çürüdükten sonra
yaşamaya devam ettiği hipotezine meydan okuyor olarak algılanırlar. Çoğumuz ölmeyi
23
www.ozetkitap.com
arzulamayız ve bu yüzden ölümün son olduğunu, kişiliğimizin ve ruhlarımızın yaşamaya
devam etmeyeceğini söyleyenler bizi rahatsız eder.
Tanrı ve ruh hipotezleriyle ilgili sorular ortaya atanların tamamı hiç de ateist değildir.
Ateist, Tanrının var olmadığından kesin emin olan, Tanrının var olmadığına dair çürütülmesi
mümkün olmayan deliller ortaya koyabilen birisidir. Ben henüz böyle çürütülmesi mümkün
olmayan deliller duymadım. Tanrı çok uzak zamanlar, mekanlar ve nihai nedenlerle ilişkili
olduğu için Onun var olmadığından emin olabilmenin yolu, evren hakkında şu anda
bildiğimizden çok daha fazlasını bilmekten geçiyor.
Evrenin yapısını, kökenini ve geleceğini araştıran astronomlar karmaşık gözlemler
yapıyor, evreni diferansiyel denklemlerle ve tensör hesaplamasıyla tarif ediyor, X-ışınlarından
radyo dalgalarına kadar evreni tarıyor, galaksileri sayıp, hareketlerini ve uzaklıklarını tespit
ediyorlar. Bunların hepsi tamamlandığında üç farklı görüş arasından bir tanesi seçilmelidir;
Huzur dolu ve sakin Durağan Durum evreni; evrenin eziyetli ve sonsuz ölçekte genişleyip
büzüştüğünü savunan Salınan Evren teorisi; ve had safhada radyasyonla birlikte şiddetli bir
olayın başlattığı devamlı büyüyen ve gelişen, soğuyan, evrim geçiren ve sakinleşen Büyük
Patlama evreni.
Dünya dinlerinde Yeryüzünü annemiz, gökyüzünü ise babamız olarak tanımlamak
gelenekseldir. Bu Yunan mitolojisinde Uranüs ve Gaea için doğru olduğu kadar Amerika
Yerlileri, Afrikalılar, Polinezyalılar ve Dünya gezegenindeki toplumların çoğu için de aynıdır.
Bununla beraber perinatal deneyimin en can alıcı noktası şu ki bizler annemizi terk ederiz.
Bunu önce doğumda, daha sona ise dünyayı kendi kendimize tanıma yolculuğuna
çıktığımızda yaparız. Bu vedalar ne kadar acı olursa olsun insan türünün devamlılığı için
elzemdir. Acaba bu gerçeğin, en azından birçoğumuz için, uzay yolculuğunun neredeyse
mistik cazibesiyle bir alakası olabilir mi?
nanıyorum ki, eğer korkunç bir aptallık ve hırsa kapılıp kendi kendimizi yok
etmezsek, bizi yıldızlara götürecek , geri dönüşü olmayan bir yolculuğa çıkmış bulunuyoruz.
Ve orada uzayın derinliklerinde bir yerde, er geç başka zeki varlıklara ulaşmamız an meselesi.
Bazılar bizden daha geride olacak; bazıları, muhtemelen çoğu ise daha ileride, daha gelişmiş.
Merak ediyorum acaba uzayda yolculuk yapan varlıkların hepsi, doğumu eziyetli yaratıklar
mı olacak? Bizden daha gelişmiş yaratıkların bizim anlayabileceğimizin çok ötesinde
yetenekleri olacaktır. Bir nevi gerçek anlamda bizlere tanrılar gibi gözükeceklerdir. Bebeklik
çağındaki insan türünün büyümesi çok uzun zaman alacak. Soyumuzun temsilcileri belki o
uzak zamanlardan, insan ırkının hayal meyal hatırlanan Dünya gezegeninden çıkıp geldiği o
uzun ve dolambaçlı yolculuktan geriye dönüp bakacak, kişisel ve ortak tarihlerimizi, bilim ve
dinle yaşadığımız aşkı berraklıkla, anlayışla ve aşkla hatırlayacaktır.
KAYNAKÇA
BROCA’NIN BEYN (Bilim Aş kı Üzerine Düş ünceler)-CARL SAGAN*
Özgün adı: Broca’s Brain: Reflections on the Romance of Science
ngilizceden Çeviren:Volkan Yazman
Say Yayınları -Bilim Dizisi
1.
Baskı: Say Yayınları, 2011
* CARL SAGAN: Cornell Üniversitesin ‘de astronomi ve uzay bilimleri profesörü ve gezegen araştırmaları
laboratuvarı müdürü olarak görev yapmıştır. NASA tarafından kendisine Sıra Dışı Bilimsel Başarı ve Seçkin
Kamu Hizmeti ödülleri verilmiştir. Sagan’ın Emmy ve Peabody ödüllerini kazanan belgesel dizisi Kozmos
Amerikan televizyonculuk tarihinde en çok izlenen programdır.
Dostları ilə paylaş: |