11
Öğrenciler büyük bir dikkatle dinliyorlardı hikayeyi. En haylaz sınıfların bile alıcıları bu hikayeyle açılıyor ve kulak
kesiliyorlardı.
Şiirin muhatabı Muazzez Akkaya da sır oldu tabi, kayıplara karıştı. Onun
yokluğu ve gizemi efsanenin şiddetini artırdı.
2006 yılında ulusal gazetelerden birinde okuduğum köşe yazarı (Ahmet
Hakan), Mona Roza şiirinin muhatabı Muazzez Akkaya’nın kızından bir mail
aldığını ve annesinin yani bu efsane kadının yaşadığını mailde haber
verdiğini yazıyordu. Muazzez Akkaya’nın kızı, babasının henüz vefat ettiğini
de bildirmiş Ahmet Hakan’a. Doğrusu afallamıştım, interneti karıştırdım,
yeni bir şey bulamadım. Öldüğünü sandığımız efsane kadın yaşıyormuş.
2 yıl kadar sonra II.Yenicileri derste anlattığım bir günün akşamı internette
Muazzez Akkaya ile yapılmış bir röportaj gördüm. Sakarya’nın Geyve
ilçesinde yerel bir gazeteye verilmiş bir röportaj. Hani şu şiirde geçen
Geyve’nin güllerinden biri… Efsane kadının yüzünü de ilk defa o zaman
gördüm. 80 yaşlarında dinç bir kadın. 3 çocuk annesi. Röportajda üniversite
yıllarındaki bir fotoğrafa da yer vermişler. Yani Sezai ve Cemal’in aşık
olduğu o yüzü de görmüştüm. Gerçekten güzel bir kadınmış. İki usta şair
davalarında kesinlikle haklıymışlar, dedim.
MUAZZEZ AKKAYA’NIN BİR BANKA REKLAMI
VİDEOSUNDAN ALDIĞIM FOTOĞRAFI
Aslında benim asıl yazmak istediğim bunlar değildi. İki yıl önce evde tv
izlerken gözüme bir reklam ilişti. Reklamdaki kadını tanıyordum ve o,
Muazzez Akkaya’nın ta kendisiydi. Alt yazıda Muazzez Giray yazıyordu.
Yaşlı bireylerin de internetten bankacılık işlemlerini yapabildiği anafikrini
aşılamaya çalışan bu reklamın yıldızı, Cemal Süreya ve Sezai Karakoç’un aşık
oldukları Muazzez Akkaya’ydı. Reklamda gülümseyerek bazen de kahkaha
atarak cep telefonundan internet bankacılığının ne kadar kolay olduğunu
anlatıyordu.
Aklıma birçok şey geldi ama doğrusu ilk gelen, Sezai Karakoç’tu. Şimdi bu
reklamı ve onu görmüş müydü? Görmüşse ne düşündü? Acaba görüşüyor
olabilirler mi? Ve daha birçok meraklı soru…
Garip bir şekilde, bu efsane bende kendini yitirdi. Ne olduysa o reklamdan
sonra oldu. Büyüsü kaçtı benden bu aşkın. Ben olsam kendimi ifşa etmezdim.
Muazzez Akkaya efsaneyi yapan değildir, efsane olandır. Bu efsaneye katkısı
sadece tanrının bir lütfu olan güzelliğidir. Efsanenin failleri, iki büyük usta şairin yüreklerindeki güzelliktir.
Efsane, efsane olarak kalmalıydı. Sen o reklama çıkmayacaktın Muazzez Akkaya…
CENGİZ ŞAĞBAN
A
kşamları gelir incir kuşları
Konar bahçenin incirlerine
Kiminin rengi ak, kimisi sarı
Ahhh! beni vursalar bir kuş yerine
Akşamları gelir incir kuşları
K
i ben Mona Roza bulurum seni
İncir kuşlarının bakışlarında
Hayatla doldurur bu boş yelkeni
O masum bakışlar su kenarında
Ki ben Mona Roza bulurum seni
K
ırgın kırgın bakma yüzüme Roza
Henüz dinlemedin benden türküler
Benim aşkım sığmaz öyle her saza
En güzel şarkıyı bir kurşun söyler
Kırgın kırgın bakma yüzüme Roza
A
rtık inan bana muhacir kızı
Dinle ve kabul et itirafımı
Bir soğuk, bir garip, bir mavi sızı
Alev alev sardı her tarafımı
Artık inan bana muhacir kızı
Y
ağmurlardan sonra büyürmüş başak
Meyvalar sabırla olgunlaşırmış
Bir gün gözlerimin ta içine bak
Anlarsın ölüler niçin yaşarmış
Yağmurlardan sonra büyürmüş başak
A
ltın bilezikler o kokulu ten
Cevap versin bu kanlı kuş tüyüne
Bir tüy ki can verir bir gülümsesen
Bir tüy ki kapalı gece ve güne
Altın bilezikler o kokulu ten
M
ona Roza siyah güller, ak güller
Geyve'nin gülleri ve beyaz yatak
Kanadı kırık kuş merhamet ister
Aaahhh! senin yüzünden kana batacak!
Mona Roza siyah güller, ak güller
12
KEDİNİN KUYRUĞUNDAKİ AŞK
Kalçamın sağ yarısındaki acı hâlâ geçmiş değil. Yetmiş iki saattir sigara içmiyorum. Güneşin beni besleyebileceği bir yere oturmam lazım.
Bütün masalar boş.
Oturuyorum ama sandalye bana kış mevsiminde olduğumu hatırlatıyor, buz gibi… Fular niyetine taktığım puşimi çıkarıp sandalyenin üstüne
bırakıyorum. Galiba bu sandalyeyi ben ısıtacağım. Oturuyorum, nasıl oturmaksa… Canım daha beter yanıyor. Bir pazar sabahı, uykusundan
uyandırılmış bir hastane görevlisi, içinde antibiyotik ve ağrı kesici bulunan iki tüpü uyku ile uyanıklık arasında tek karışım haline getirecek de… kim
bilir rüyasının hangi aşamasında uyandırılmış bu görevli, elinin bütün hafifliğini kullanarak iğneyi etime, karışımı da kanıma katacak da… Bütün güler
yüzlülüğüyle bana geçmiş olsun diyecek de…
Hiçbiri olmadı bunların. Ben de ona teşekkür etmedim zaten. Bu öyküyü senin ağır uykuna ve ağır ellerine mahkum edemem kusura bakma.
Ben daha aşkı sokacağım bu öyküye.
“Sen malı indir, ben on dakikaya ordayım. Mastarı, teraziyi unutma ha!”
Hemen dibimde iriyarı pala bıyık bir adam var.
Patron edalı… kaliteli bir sigara paketi var önünde. Giyimi de
sigarası ayarında. Hatta gömlekler kol düğmeli. Onu
süzdüğümü fark etmesini istemiyorum. Öyküme lazım bu çam
yarması… Öykülük bakışlarımı fark etse “Size bugün
yazacağım öykümde yer vereceğim.” gerçekliğinin onda bir
deli izdüşümü olarak bana yansıyacağını biliyorum.
Kaçırıyorum bakışlarımı, kalemimi kaçırıyorum, şehirli bir
güzeli köylü bir adamdan kaçırır gibi kaçırıyorum…
Evet, emrinde işçileri olan bir patrona benziyor
sanırım. Bir sigara daha yakıyor. Garsonu fark ediyor. Benim
de işime geliyor hani. Ne gelen var ne giden. Güneşi çayla
buluşturacak bir garson çıkmadı daha… “Bir çay ver.” diyor
ve dalıyor önündeki gazeteye. Yarı çıplak fotoğraflarla
ilgileniyor. Ve nihayet sıra bende: “Bir çay alabilir miyim?”
Garson emirli emirsiz her iki isteğe de cevap vermiyor, beden dilinde bile bir onaylama olmaksızın gidiyor, çaylarımızı getirmeye gidiyor, güneşle
randevuma geç kalan saadetimi getirmeye gidiyor. Dibimdeki çam yarmasının, işçilerine söyleyeceği yalanı getirmeye gidiyor.
Denizle aramızda bir yürüyüş yolu var. İki belediye işçisinden biri hararetli hararetli diğerine bir şeyler anlatıyor. Arabanın el frenini çekmiş
ama araba yine de durmamış evvelki akşam. Bunları da katayım öyküye. Kulak kesiliyorum. Ayrıntılarda öykü kumaşı yok, sohbet kumaşı var. Şu
okuduğunuz paragraf kadar işte… Ve nihayet saadetim geliyor, üstünde buharıyla…
Eyvah eyvah! Bütün saadetler kısadır hep. Benimkisinin de torpili olmadığına göre, epey kısa kalacak. Ben daha aşkı sokacaktım öyküye;
ama hala sıra gelmedi. Yanarım da, öyküye sokamadığım aşka yanarım… Eyvah çünkü, cüzdanımı almadan çıktığımı fark ediyorum. Öykü tadında
rezil olmak var bugün nasibimde ya da öykü yiyip zehir kusmak güne…Ya bu çayın parası ne olacak?
Bir umut elimi cebime atıyorum… Unutulmuş bir umut, bir simit şu an boğulmakta olduğum denizde… Bir hışırtı var, kulaklarımla değil,
hislerimle duyuyorum. Minicik bir hışırtı karanlığıma doğan ışık olur mu ki? Bu hışırtı bir kasa fişi de olabilir nitekim. Bir fatura unutulmuş, bir not
kağıdı hükümden düşmüş ya da bir yedek aydınlık şu karanlık vaktime…
Evet… Bu bir beş lira, buruş buruş… Seni burada unuttuğum güne kurban olayım… Gel seni umutlarıma bakan yapayım, sen emir ver,
umutlarım harcasın… Kırış kırışım benim… Sevincimle ütülüyorum onu. Seninle beş çay içebilirim.
“Ömer bana bir çay daha verir misin?”
Ve ikinci çayım geliyor. Saadetimi ikiliyorum.
“Abi benim adım Ömer değil, İbrahim!” Kızarıyorum, çünkü ona adını sormadım ki hiç, yanlış duymuşum diyebileyim. Peki nerden çıktı bu
Ömer? Ömer’in, pardon, İbrahim’in gözü önümdeki kitaba takılıyor: “Edebiyat Derslerine Giriş”
“Abi, ders mi çalışıyorsun?”
Ey adını Ömer koyduğum çocuk… Az önce bu öyküde doğdun sen… Öyküm doğurdu seni… Ben gidinceye kadar sana analık babalık yapsa
bu öykü olmaz mı? Ömer ismini koymak bu öykünün hakkı değil mi İbrahim… Ben şimdi sana bu kitabın, bir ders kitabı olmadığını söylesem, Nihat
diye bir adamın ana avrat küfrederek yazdığı yazılardan oluştuğunu söylesem, on beş gündür arabamda, mutfağımda süründürdüğümü itiraf etsem ne
olacak? Sonra çenem düşecek ve ben de Nihat gibi seni burada on iki saat çalıştırıp sigortanı bile yaptırmayan patronuna en okkalısından bir küfür
savuracağım belki… Keşke sana uzun uzun anlatsam şimdi bu kitabı, bu kitabın içini, içindeki isyanı, isyandaki argoyu… İnan İbrahim, dinlemezsin
sen. Dinlemek istesen de vaktin yetmez. Vaktin yetse de, azar işitirsin patronundan evlat.