15
NİRVANYA DİYOR Kİ
Nirvanya diyor ki: “
Puslu Kıtalar Atlası
”nı
okuyun. İhsan Oktay Anar’ın geçen yıl 50. baskısını
yaptığı bu romanını pas geçmeyin. Romanın 20 dilde
baskısının da olması, pas geçmemeniz için önemli bir
ipucu. Yazarın 2009 Erdal Öz Edebiyat Ödülü’nün de
sahibi olduğunu hatırlatalım.
Kurgusu, yazım tekniği tam not alacak fantastik / tarihsel
bir roman. Ayrıca felsefe damarından da besleniyor
roman. Hemen belirtelim ki romanın yazarı bir felsefeci.
Romanın kahramanlarından Uzun İhsan Efendi bilgeliği
kadar felsefi düşünceleriyle romanın bu felsefe damarını
oluşturuyor. Felsefenin “Düşünüyorum, o halde varım.”
repliği sorgulanarak kurgulanıyor. Hatta “Düşünüyorum,
o halde varım.” ezberi, “Düşlüyorum, o halde varım.”a
evriliyor.
Romanda olaylar 18. yy. İstanbul’unda geçiyor. Devlet
kavramının zaman zaman halktan saklanan “gizli” yüzü,
o dönemin devlet yönetiminde de bazen komik, bazen
ilginç, bazen şaşırtıcı olaylarla kendini hissettiriyor. Hatta
bu derin ve gizli teşkilattan padişahın bile haberi
olamayabiliyor.
Romanın “okuru kitapta tek seansta tutabilme çapı” hayli
yüksek. Gerçek ve iddialı bir okur iseniz biz de en az 100
sayfayı tek seansta okuyabileceğinizi iddia ediyoruz.
Yazarın dili hakikaten sizi uzun soluklu tutuyor kitapla.
Düşünüyorum o halde varım… Düşlüyorum, o halde
varım… Okuyorum, o halde bahtiyarım.
Okumanız ve beğenmeniz dileğiyle, iyi okumalar…
Okşan YETİŞKİN
11-GRAFİK
ANNEYE GÜZELLEME
Rengim, dünyam
Gökkuşağım, yedi değil
bin bir rengim
Işığım, aydınlığım
Işığım, karanlığımın en korkusuz köşesi
İmdadım, yetişenim
Korkularımın bittiği an
İmdadım, anında yanımda bitenim
Merhemim, ilacım
Yoktur bana artık hastalık
Süreyim seni kendime
Yumuşasın tenim, ruhum ellerinle
Cennetim, meleğim
Ayaklarına sarınayım
Öp beni en güzel yerinden, gözlerinden
Öp beni
Yüzümde cennetler açsın
HATİCE TONBUL
12-BİLGİSAYAR
BİR DİRİLİŞİN UFKUNDA
On/ dokuz/mayıs
Tılsımlı üç sözcük…
Bir başlangıcın
Bir dirilişin ufkundayız.
On/dokuz/mayıs
Kederli üç
sözcük
Vatanın kader günü
Ülke güneşinin doğuşuyuz
On/dokuz/mayıs
Cesur üç sözcük
İçi şan, içi şeref dolu
Bir haykırışın sesiyiz.
On/dokuz/mayıs
Yiğit üç sözcük…
Işıltılı maviliklerden öte
Bir vatan destanının başlığıyız.
On/dokuz/mayıs
Gözlerdeki vatan aşkının
Gençleriyiz
Bekçileriyiz.
RABİA YILMAZKAYA
12-KİMYA
16
ŞAH VE MAT
“7 Mayıs Cumartesi
Saniyeler dakikaları, dakikalar saatleri kovalarken, yelkovan akrebi gerisinde bırakarak büyük bir
yorgunlukla bu hastane köşesinde küçüğüm , sırtıma günleri yığıyordu. Günler ağırlaşarak sırtımdaki
beni ve bedenimi kambur etmek istiyordu. Üzerimde yılların bıraktığı ince çizgide gidip geliyordum.
Çizgiler dudağımın üzerine düz bir şekilde yerleşirken en son ne zaman gülümsediğim konusunda
şüpheye düşüyordum. Düştüğüm yer küçüğüm dipsiz bir kuyu gibi. Karanlığa gölge olan duvarlar
büyük bir emirle bulunduğum alanı daraltıyordu. Kalbimi de tabi… En çok da onu
daraltıyordu. Kalbim çığlık atıp kaçmak istediğinde kalbimin ritmi hızlanıyordu ve sanki kalp
kapakçıklarım bir cellat gibi sesinin kesilmesini istiyordu. Kalbim feryat edip bağırdığında sesi
yankılanarak kulaklarıma doluyordu. İnan bana bu ses ölmeden önce duymak istediğim son ses. Ah bu
ses!
Sana yazdığım bu mektupla seni hissediyorum. Harflerle oluşturduğum kelimeler sessizliğin ve
sensizliğin senfonisini çalarak mırıldanıyor kulağıma: "Devam et ve bitir bu işi!"
Ağlamak istiyorum ama sadece istiyorum. Kelimelerinin can bulması benim için hiçbir önem
kazanmıyor artık. Yeşermeyeceklerini bilen beynim bana sinyal vermeyi unutmuyor küçüğüm. Ellerim
otuz beş değil de altmış yaşındaki bir kadının parmakları kadar hâlsiz ve hissiz. Kalemi tutan
parmaklarım kağıdın üzerini karalarken, kağıt beyazlığından utanırcasına kelimeleri gün yüzüne
çıkartıyor. Bu mektubun her satırındaki her harf sırtıma saplanan hançer. Kelimeler solgunlaşarak
canlılığını kaybediyor ve beyaz çarşafa sarılıyor narince. Ölen kelimelerim kandan yoksun kara toprağa
gömülürken senin hafızana sunabileceğim hiç bir güzel kelimem kalmadı. Sana armağan ettiğim her
cümlem utançla yanıp tutuşurken kötü yanım külleri etrafa bölerek saçıyordu. Zaman, varlığını evrene
teslim ederken kalem tutan ellerim bir yazarla aynı düşüncede değil. Yazar düz tutuyordu kalemi ,
bense hiç olmadığı kadar yamuk.
Sana sarf ettiğim kelimeler göz yaşlarımla yeşermeye çalışırken ayağıma bir sarmaşığın
takılmasından korkuyordum küçüğüm. Eğer olur da yere çakılırsam senin o güzel yüzünü bir daha
göremeyeceğimi biliyordum. Biliyor musun, ben artık kim olduğumu bile bilemiyorum. Bu zamana
kadar cehennemimi yeşerten sen, şimdiyse benim için küçüğüm oluyorsun. Cümlelerimin feryadına
bakma olur mu küçüğüm? Sen benim küçük güneşimsin.
Bir yığın sözcüğün arasından özenle seçtiğim kelimelerim, beni anılarına boğuyor. Siyah ve beyazın
hüküm sürdüğü satranç karelerinde beni her defasında şah ve mat ederken yüzündeki gülümsemeyi
unutmuyorum. Küçük bedeninde havaya uçarken kuş misali seni izleyen kanaryaydım ben ve
şimdiyse kafesin içerisinde yaşam süren ölmeye hazır çaresiz bir kuşum . Eğer beni bu dipsiz kuyudaki
kafeste yalnız bırakmayıp yanıma gelirsen küçüğüm, seni mağlup edeceğim. Şah ve mat küçüğüm
şah ve mat...
Teyzen”
***
Sırtımı soğuk duvara verdiğimde yetiştirme yurdunun kapısı aralandı. Siyah takım elbiseli ismini
bilmediğim yabancı, adımlarını bana doğru yönlendirdi. Okumayı henüz bitirdiğim teyzemin bu
mektubunu katlayarak cebime yerleştirdim. Yanıma gelen bu yabancı dakikaları saniyeler gibi atlarken
yüzündeki olgunluğa imrendim. Yabancı, odadaki tek kişilik koltuğa narince oturdu ve bir süre gözlerime
baktı.
Uzun ince elleri kahverengi saçlarıma giderken gözlerine şaşkın şaşkın bakıyordum. Dilimin ucuna
gelen kelimeleri yutkunarak yokluğa teslim ettiğimde göz kapaklarım iki zıt kutba ayrıldı. Ve belki de
yaşadığı eksikliğin yerini kayıp bir yapboz parçası alıyordu.
"Görmeyeli ne kadar da büyümüşsün." Bana yabancı gelen bu merhametli yüz beni tanıyor olmalıydı.
Peki ya ben neden yoksundum bu bilgiden?
"Sizi tanıyor muyum, efendim?" Yüzünde acı bir gülümsemeyle baktı bana.
"Hayır."
"Kimsiniz?" Merak tüm hücremi keşfe çıkıp bedenimi kuşkulandırırken vücudum karıncalanmaya
başladı ve karşımdaki yabancı, küçük ellerimi avucunun içine alarak avuç içime bir öpücük kondurdu.
Teyzem de böyle yapardı.
"Mektubu okumadın sanırım.”