Ca'fer es-sâdik



Yüklə 1,28 Mb.
səhifə20/25
tarix30.10.2018
ölçüsü1,28 Mb.
#76034
1   ...   17   18   19   20   21   22   23   24   25

Bibliyografya:



İbnü'l-Esîr, en-Nihâye, "dâr" md.; Lisânü'l-çArab, "hrb", "scd" md.leri; Wensinck, Mu"cem, "musalla" md.; M. F. Abdülbâkî. el-Mu'cem, "scd" md.; BA, Cevdet - Evkaf. nr. 721; İstanbul Vakıfları Tahrir Defteri 953 (1546), tür.yer.; İbn Ebû Şeybe. el-Musannef494, Beyrut 1409/1989, IV, 432-433; Müs-ned, II, 106, 178; III, 404, 434; IV, 85, 229, 247; V, 156, 157, 185, 328; Dârimî, "Mukad­dime", 32, 51; Buhârî. "Ezan", 46, 49, 81, "Şa­lât", 41, 42, 44, 45, 49, 52, 54, 59, 60, 65, 70-72, 74, 77, 83, "Teheccüd" 25, "İ'tikâf", 17, "'İlim", 6, 8, 23, 24, 52, "Ideyn", 7-8, "Mesci-dü Mekke", 1, 6, "Enbiyâ5", 40, "Menâkıbü'l-enşâr", 45, "Cum'a", 11, "Şavm", 68, "Me-kâtib", 1-3, "Ahkâm", 18-29, "Huşûmât", 4, "Sulh", 9-13; Müslim. -Mesâcid", 1-316, "Şi­fâ tü'1-münâfîkin", 82-83, "Hac", 250, 415, 511, 512, "Zühd", 43, 44, "Cihâd", 59, 67, "Mü-sâfirîn", 69-70, 213; İbn Mâce, "Mesâcid", 1-19, "Mukaddime", 17, "Ahkâm", 9; Ebû Dâ-vûd, "Şalât", 13, 46, 199, "Talâk", 40, "Menâ-sik", 94, "Vitir", 14, "îmân", 3, "Büyüc" 37, "cItk"r 53; a.mlf, el-Merâsîl, Kahire 1310, s. 4; Tirmizî, "Şalât", 126, "CumV, 64, "Nikâh", 6, "Menâkıb", 18; Nesâî. "Tatbik", 78, "Mesâ­cid", 1-46, "İmamet", 50; Taberânî, e/-Mu'ce-mü'l-eusat495, Riyad 1405-1406/1985-86, I, 143; Heysemî, Mec-ma'u'z-zeuâ'id, II, 46; Ebû Yûsuf, el-Harac, Kahire 1382, s. 138-149; İbnü'l-Kelbî, Kitâbul-Esnam: Putlar Kitabı496. Ankara 1969, s. 11, 23-24; Vâkıdî. el-Me-ğâzt, I, 13, 336-337; II, 531-533; İli, 761-762, 875-884, 980, 999; İbn Hişâm. es-Sîre, Kahire 1355/1936. I, 367; I], 143, 509; IV, 179; İbn Sa"d, et-Tabakât, I. 239-241, 313; II, 37-38; Sahnün, eiMüdevuene, V, 144; İbn Şebbe, Tâ-rîhu'l-Medîneti'l-müneuuere, I, 57-75; Belâ-zürî. Ensâb, I, 264, 266, 273; a.mlf.. Fütûhu'l-buldan, Kahire 1318-19/1901, s. 12, 42, 122, 137, 285-294, 354-380; Ya'kübt. Târih, II, 60; Taberî, Târih (Ebü'1-Fazl), I, 121; III, 447, 610; IV, 45, 87-88, 361-367, 500; V, 110-111, 234, 355, 369; Mes'Ûdî. Mürûcuz-zeheb, Kum 1984, II, 251; III, 158; Kindî, el-Vütât ve't-kudât {Gu-est), s. 428, 443, 444, 469, 487-495; Ebü'l-Ferec e!-İsfahânr. el-Eğânt, I, 113; Mâverdî. el-AhkSmus-sultâniyye, s. 130, 248; Ebû Ya'lâ. el-Ahkâmü's-sultâniyye, s. 227; İbn Abdülber. Câmi'u beyânı'I497, Kahire 1975, s. 164, 174-175, 185-186, 305; Hatîb el-Bağdâdî. ei-Fakîh ue'l-mütefakkih, Riyad 1969, I, 10-12; II, 129-130; a.mlf., Târîhu Bağdâd, I, 73; Serafısî, el-Meb-süt, XXX, 165; Süheylî, er-Rauzü'l-ünüf, IV, 254-255, 261-264, 266-267; İbn Cübeyr. er-Rihle, Beyrut 1400/1980, s. 21-24, 92, 173, 244 vd., 246-254; Yâküt, Mu'cemul-üdebâ', XVIII, 61; a.mlf., Mu'cemü t-buldan, V, 114; İbnü'1-Esir. Üsdü'lğâbe (Bennâ), I, 301-302; III, 92; İbn Ebü'd-Dem. Kitâbü Edebi I-kaza''498, Dımaşk 1402/1982. s. 109; Hâzin, Lübâbut-te499, İstanbul 1324 — Beyrut, ts500, I, 108; İbn Battûta, Seyahatname, I, 95; İbn Ke-sîr. Tefsirü't-Kur'ân, II, 229-231; V, 106; a.mlf., el-Bidâye, 210; VII, 21; İbn Haldun. Mukad­dime, Beyrut 1967, s. 477, 635; Makrîzî. el-Hı-tat, I, 285-286; II, 244-247, 329-332, 455; 7ec-rid Tercemesi, X, 107; Semhûdî, Vefa*ü'l-vefa*, I, 242; Süyütî. Hüsnü'l-muhâdara, I, 451; Nu-aymî, ed-Dâris fî târihi'l-medâris501, Dımaşk 1988, II, 303-370; Ayvan-sarâyî, Hadîkatü'l-ceuâmi', İstanbul 1281, l-ll; Mevlâna Şiblî, Asrı Saadet502, İstanbul 1928, I, İ69; Ahmed Emîn. Du-ha'l-İslâm, Kahire 1932, II, 52; C. Zeydan. Me-deniyyet-i İslâmiyye, V, 251; Osman Nuri Er­gin, Türkiyede Şehirciliğin Tarihi İnkişafı, İs­tanbul 1936, s. 78; Mez. el-Hadâretü'l-İslâmiy-ye, m, 124; UzunçarşıLı, Saray Teşkilâtı, s. 29, 373-374; a.mlf.. İlmiye Teşkilâtı, s. 139; Ro-nart, CEAC, s. 373-376; Muhammed Hamîdul-İah, İslamda Devlet İdaresi503, İstanbul 1963, s. 118-119; a.mlf., İslam Pey­gamberi, I!, 1121; a.mlf., Le Saint Coran, Paris 1989, s. 294; a.mlf.. İslâm Müesseselerine Gi­riş504, İstanbul 1981, s. 45-73; a.mlf., Hz. Peygamberin Savaşları, s. 262; Celâl Esad Arseven, Türk Sanat Tarihi, İstanbul, ts505, I, 219; Cezîrî, el-Mezâhibü'l-erba'a, I, 284-291; Buhûş mute-meri risâleti'I-mescid, Mekke 1395/1975, s. 1-568 (Râbıtatü'l-âlemil-İslâml'nin 15-20 Rama­zan 1395/20-25 Eylül 1975te tertiplediği mes-cidlerle ilgili sempozyum bildirileri!; Ahmed Çelebi, İslâm'da Eğitim Öğretim Tarihi506, İstanbul 1976, s. 95-107, 228-234; Seyyid Sabık, Fıkhü's-sünne, Beyrut 1977, I, 246-259, 535; Fahrettin Atar, telanı Adliye Teşkilâtı, Ankara 1980, s. 153; Muhammed Mahir Hammâde. el-Mektebât fi'i-İslâm, Bey­rut 1981, s. 82-86; G. Makdisi. The Rise of Çoi-leges, Edinburgh 1981, s. 10-24; Hüseyin Ab­dullah Bâselâme, Târîh.u'1-Kâ'beÜ't-Mıt'az-za-ma Ibaskı yeri yok| 1982, s. 50; Nebi Bozkurt. Asr-ı Saadette Mescid ue Fonksiyonları507, MÜ Sosyal Bilimler Ens­titüsü; Ziya Kazıcı, İslam'ı ve Sosyal Açıdan Va­kıflar, İstanbul 1985, s. 104-110; Erünsal. Türk Kütüphaneleri Tarihi II, tür.yer.; Muhittin Se­rin, Hattat Aziz Efendi, istanbul 1988, s. 13; Hasan İbrahim Hasan, İslâm Tarihi, II, 242-246; Kettânî. et-Terâtîbü'l-İdâriyye (Özel), I, 156-160, 301-302; II, 29-31, 53-55, 58, 232 233, 301-307; Süheyl Ünver. "Anadolu'da Sel­çuklu Devleti Beylikleri Resmî Daireleri ve Toplantı Yerlerine Dair", VD, VIII (1969). s. 323-324; Ömer Lutfı Barkan. "Süleymaniye Camii ve İmareti Tesislerine Ait Yıllık Bir Muhasebe Bilançosu 993/994 (1585-1586)", a.e., IX (1971), s. 134; Bahaeddin Yediyıldız, "Vakıf Müessesesinin XVIII. Asır Türk Top­lumundaki Rolü", a.e, XIV (1982), s. 15; Ah­met Önkal. "Asr-ı Saadette Mescidin Önemi ve Yaptığı Görevler", Diyanet Dergisi, XIX/ 3, Ankara 1983, s. 49-55; S. M. Imadüddin, "Mosque as a Centre of Education in the Early Middle Ages", IS, XXIII (1984), s. 159-170; Mehmet İpşirli. "Anadolu Kadıaskeri Si­nan Efendi Hakkında Yapılan Tahkikat ve Bunun İlmiye Teşkilâtı Bakımından Önemi", İTED, Vlll/1-4 (1984], s. 209; a.mlf., "Şeyhü­lislâm Sunullah Efendi", TED, sy. 13 (1987), s. 210-211; Feridun Emecen, "Manisa Mura­diye Camii İnşasına Dair", a.e., s. 185; "Cami", TA, IX, 255-279; SA, 1, 324-328; Jons. Peder­sen, "Mescid", İA, VIII, 1-86; a.mlf., "Masdüd", El2 (Ing ). VI, 644-677; F. Buhl., "Kudüs", İA, VI, 956; F. Krenkow, "Kütüphane", a.e., VI, 1126; R. Hartmann, "Şam", a.e., XI, 299; M. Uğur Der­man, "Arif Efendi, Filibeli", DİA, III, 364.

2- Mimari Tarihi:

Bütün İslâm ülkeleriyle müslümanların bir süre hâkim oldukları yerlerde yapılan camiler mimari bakımdan birbirinden değişik özellikler gösterir. Dünya üze­rindeki bütün camilere dair araştırma ve monografiler elde olmadığından ca­mi mimarisinin bütününü ortaya koya­cak geniş kapsamlı bir çalışma yapmak şimdiki halde çok güçtür. Bu güçlüğe rağmen evvelce Türk Ansiklopedisi (IX, 257-279) ile İslâm Ansiklopedisi (Vlll, 101-112) için tarafımızdan yazılan "Cami" (mimari) ve "Anadolu ve Rume­li'de Türk Mescid ve Camileri" maddele­ri, aradan geçen uzun zaman içinde el­de edilen yeni bilgiler ve ortaya konan yeni çalışmalarla tekrar işlenerek bu maddenin daha tam olmasına çalışılmış­tır. Ayrıca bu maddede adlan geçen ca­miler hakkında ayrıntılara girilmemiş. camilerin tarihçe ve sanat değerlerinin açıklanması kendi maddelerine bırakıl­mıştır.

Türk şehirlerinde cemaatin toplandı­ğı, ana ibadet yeri niteliğinde olan bü­yük camilere, hıristiyanların katedral de­nilen kiliseleri gibi ulucami, câmi-i kebîr, Osmanlı döneminde sultanlar tarafın­dan yaptırılan büyük camilere ise selâtin camii denilir. Esasında çok daha genel bir anlamı olan ve İran, Hindistan, Ara­bistan gibi bölgelerde cami mânasında kullanılan mescid kelimesi ise Türkçe'de yalnız küçük ibadet yerlerini ve mahalle camilerini ifade etmektedir. Nitekim Türkiye dışında çok büyük ölçülerde ya­pılar olmalarına rağmen Medine'de Mes-cid-i Nebevi, Kudüs'te Mescid-i Aksa, İsfahan'da Mescid-i Cum'a vb. pek çok eserde mescid adı ulucami veya selâtin camii mânasında yaşamaya devam et­mektedir. Türkiye dışında, Asya'da bir­çok yerde velî olarak tanınan şahısların mezarı üstünde veya çevresinde kuru­lan ziyaret camilerine ise meşhed adı verilmektedir. Arap ülkelerinde, açıkta büyük kitlenin topluca namaz kılması için, etrafı bir duvarla çevrilmiş ve için­de sadece kıble yönünü gösteren bir mihrap olan yerlere musalla denilmek­te, Türkçe'de ise bu terim daha çok bir caminin yanında cenaze namazı kılmak için toplanılan yeri ve burada bulunan, üzerine tabutun konulduğu taşı (musal­la taşı, seng-i musalla) ifade etmektedir. Buna karşılık Türkçe'de açık havada cu­ma ve bayram namazları için büyük ka­labalığın ibadet etmesi maksadıyla ay­rılan yerlere namazgah denilir. Bunlardan bazıları oldukça geniş olup Okmey­danı Namazgâhı'ndaki gibi mihrapları ve hatta minberleri de vardır. Sadece bir mihrap taşına sahip, çimenlik bir sa­hadan İbaret olan daha küçük namazgah­lar da mevcuttur. Ulucami, büyük cami­ler, küçük ölçülerdeki mahalle mescid-leri dışında insanların toplu olarak bu­lundukları kervansaray, kışla, esnaf ve sanatkâr hanları vb. bazı binalarda da mescidler bulunmaktadır.

Genel olarak büyük bir cami, onu şeh­rin kalabalığından ayıran ve gerektiğin­de yangınlardan da koruyan bir dış avlu­ya sahiptir. Camiler Türkiye'de doğu-gü-ney arasında bulunan kıbleye göre yer­leştirilirler. Bu sebeple camilerin ana gi­riş kapıları ekseriya binanın kuzeybatı duvarında açılır ve giriş kıbleyi gösterir. Büyük bir cümle kapısı veya taçkapı ile diğer yardımcı kapılardan geçilen iç av­lu veya harem (sahn), iç tarafta sütunlu bir galeriyle çevrilidir ki bunlara revak denir. Bu iç avlunun ortasında abdest almaya yarayan bir çeşme (şadırvan) bu­lunur-, bu avluya diğerinden ayırmak için şadırvan avlusu da denilir. Avlunun camiye giriş cephesinde uzanan revakı son cemaat yeri olarak adlandırılır. Na­maz vaktine yetişemeyenlere veya fazla kalabalıkta içeri giremeyenlerin ibadeti­ne mahsus olan bu kısım, aynı zaman­da caminin içine doğrudan doğruya gi­rilmesini önleyen bir ön mekân duru­mundadır. Tabanı avlu seviyesinden bi­raz yüksekçe olan son cemaat yerinin kıble duvarında genel olarak sağlı sollu birer küçük mihrap bulunur. Ayrıca bü­yükçe camilerde tekbirleri tekrarlayarak son cemaat yerindekilere duyurmak için kullanılan, bu mihrapların üstlerinde kü­çük cumbalar biçiminde dışarı taşkın "mükebbire"ler vardır. Son cemaat ye­rinden esas ibadet mekânına açılan bü­yük cümle kapısı veya taçkapı, büyük veya sanat değeri olan camilerde itinalı bir işçilikle bezenmiş bir nişin içinde açıl­mıştır. Camiyi yaptıranın adını ve inşa tarihini veren kitabe de bu girişin üstün­de yer alır.

Esas ibadet mekânına Türkçe'de ha-rim denilirse de yabancı dillerdeki "nef", "schiff" karşılığı olarak sahn da denilir508. Cami mekânının ortasında daha geniş olan ana veya orta sahn bulunur. Bu­nun tam orta kısmına kubbealtı, yan-lardakilere de yan sahn denir. Namaz esnasında yönelinen kıble istikameti­ni belirten ve imamın namaza durduğu yer olan mihrap, kıble duvarında içeri kavisli bir girinti biçimindedir. Mahiyeti gereği mihrap caminin en süslü kısmını teşkil eder. Bunun önünde caminin esas döşemesinden az yüksek olan bir kade­me vardır ki buna da mihrap sekisi adı verilir. Mihrabın sağ tarafında, başlan­gıçta yalnız cuma namazı kılınabilecek büyük camilerde bulunurken sonraları en ufak mahalle mescidlerine bile konu­lan minber yer almaktadır. Birçok hal­lerde çok itinalı bir işçilikle işlenmiş, ah­şaptan veya mermerden yapılmış olan minber, bir kapı kemerinin arkasından basamakla çıkılan ve en üst noktasında dört ince sütun veya direğe oturan bir külah ite örtülmüş loca biçiminde bir "köşk'ten ibarettir. Aslı Hz. Peygamber devrinde, üzerinde hutbe okunan üç ba­samaklı bir merdiven halinde olan min­ber daha sonra gelişmiş ve Emevî döne­mi sonunda camilerde yer almaya başla­mıştır. Kiliseden çevrilmiş camilerde min­ber köşkünün iki yanına birer sancak asılması ve imamın hutbeye bir kılıçla çıkması usuldendi. Mihrabın sol tarafın­da kıble duvarına, yan duvara veya paye­ye bitişik olarak birkaç basamak merdi­venle çıkılan bir vaaz kürsüsü bulunur. Bu da ahşap veya mermerden genellikle sanatkârane şekilde yapılmıştır.

Camiye gelen hükümdarların namaz kıldıkları yeri halktan ayıran bölmeye Arap memleketlerinde maksure denil­mektedir. Osmanlı döneminde bu kıs­ma ufak bir loca biçimi verilmiş ve yük­sekte olmasına özen gösterilmiştir. Hün­kâr mahfili adı verilen bu bölüm genel­likle caminin sol köşesinde yer alır ve dışarıya doğrudan bağlantılıdır. İlk mak­surenin Mescid-i Nebevîde Halife Os­man (644-656) tarafından tuğladan yap­tırıldığı söylenir. Bunu Velîd zamanında (705-715) Medine valisi olan Ömer b. Ab-dülazîz abanoz ağacından yeniletmiştir. İbn Haldun'a göre ise Hz. Ali'nin camide namazda iken bir suikaste kurban git­mesi üzerine Muâviye (661-680), cami içinde halifeye mahsus namaz yerini bir emniyet tedbiri olarak ayırmayı lüzumlu görerek ilk maksureyi yaptırmıştır. Osmanlı dönemi Türk mimarisinde hün­kâr mahfilinin dışarıdan girişinde küçük bir saray odası gibi bezenmiş ve döşen­miş bir mekân yer alır. Sultanın camiye geldiğinde kısa süre dinlenmesi için ya­pılan bu kasr-ı hümâyun (hünkâr kasrı), evvelce Sultan Ahmed Camii ve Yenica-mi'de olduğu gibi caminin esas kitlesi dışında ona bitişik olurken geç dönem Osmanlı-Türk mimarisinde son cemaat yerinin üstüne alınarak cami mimarisiy­le bütünleştirilmiştir.

Caminin içinde müezzinler için ayrıl­mış yüksekçe bir yer müezzin mahfili olarak adlandırılır. Ancak büyük cami­lerde rastlanan bu unsurdan başka esas girişin İki tarafında alçak korkuluklarla ayrılmış kadınlar mahfili de bulunur. Cami mimarisinin önemli bir parçası da ezan okunmaya mahsus olan minare­dir. Minare İslâm âleminin çeşitli bölge­lerine göre değişik biçimler gösterir. Osmanlılarda binanın genellikle sağ ta­rafında bulunur. Yine sadece Osmanlı selâtin camilerinde iki ve daha çok mi­nare yapılmış olmakla beraber bunlar son derece nâdirdir. Sultanlar ve bazı hanedan mensupları dışındaki kişiler tarafından yaptırılan camilerde birden fazla minare bulunmaması titizlikle ria­yet edilen bir usuldür. Ancak son yıllar­da yapılan modern camilerde minare ve şerefe sayısında bir sınırlama ve ölçü kalmamıştır.

Camiler genellikle tek başına yapılar halinde olmayıp bilhassa Türkler'de ima­ret, külliye veya manzume adları verilen çeşitli vakıf binalardan oluşan bir yapı topluluğunun merkezini teşkil ederler. Böylece camilerin etrafında onlara ek olarak yapılmış arasta (çarşı), dârüşşifâ, hamam, hazîre, türbe, medrese, sıbyan mektebi, kervansaray, kütüphane, mu-vakkithâne, sebil, tabhâne, aşhâne-ima-ret gibi vakıf yapılar da bulunur. Os­manlı döneminde şehirler arası ana ker­van ve sefer yolları üstünde, özellikle XVI. yüzyılda durak yerlerinde menzil külliyelerinin de inşa edildiği görülür ki bunların da merkezlerini bir cami teşkil eder.



A- İslâmiyet'in Doğuşunda İlk Camiler. İslâmiyet'in Mekke döneminde toplu ibadet için belirli bir bina yapılmadığı bilinmektedir. Hz. Peygamber, hicret sı­rasında Medine'ye girmeden bir süre kaldığı Küba'da daha sonra "Takva Mes­cidi" adıyla da anılan ilk ibadet yerini kur-durmuştur. Bununla birlikte İslâm dünyasının ilk camii olarak Medine'deki Mes-cid-i Nebevi kabul edilir. Burada Hz. Pey-gamber'in kalması için bir mesken yapı­lırken ilk önemli caminin de temeli atıl­mıştır. Etrafı 3 arşın derinliğinde taş te­meller üzerinde bir adam boyu kadar yükseklikteki kerpiç duvarların sınırla­dığı bir avlunun bir kenarı boyunca, için­de Hz. Peygamber ve ailesinin barınaca­ğı odalar sıralanmıştı. Kudüs yönündeki kuzey duvarın iç tarafına ise ibadet eden­leri güneşten korumak üzere hurma ağacından direklere oturan ve hurma dallarından ibaret basit bir çardak ku­rulmuştu. Kıble 624'te Kudüs'ten Mek­ke'ye çevrildikten sonra avlunun güney duvarı önüne de yeni bir çardak yapıl­mıştır. Bu ilk cami, önce Hz. Osman, da­ha sonra 706-709'da Emevî Halifesi Ve-lîd, VIII. yüzyılın İkinci yansında Mehdî-Billâh tarafından yapılan yenileme ve eklemeler, XIII. XV ve XIX. yüzyıllardaki tamirlerden sonra ilk yapısının bütün izlerini tamamen kaybetmiştir. Sadece yazılı kaynakların yardımıyla tanınan bu caminin basit şemasının ilk camilerin planlarının belirlenmesinde büyük rol oynadığı, hatta İslâm mimarisinde daha sonra yapılan ibadet yerlerine ilham kay­nağı olduğu kabul edilir. Birtakım ihti­yaçların en basit biçimde cevaplandırıl­masından doğan, ortasında avlu şeklinde açıklık olan ve direklere oturan bir çar­dak veya damdan ibaret bu yapı tipinin bazı Batılı sanat tarihçilerinin iddia et­tikleri gibi İlkçağ'ın Helenistik çarşı te­sislerine yani agora mimarisine dayan­madığı da açıkça bellidir. Medine'deki bu ilk ibadet yeri, ondan sonra gelişen cami mimarisine ön örnek (prototip) ol­muştur denilebilir.

İslâmiyet ilk fetihlerle yayılmaya baş­ladığında İslâm ordularının gittiği yer­lerde kurulan ilk camiler ordugâh cami­leri olmuştur. Böylece Arap yarımada­sında ordugâh şehirleri olarak kurulan Basra, Küfe ve Mısır'da Kahire yakının­da Fustat'ta bu türden camiler inşa edil­miştir. Sa'd b. Ebû Vakkâs'ın 639'da yap­tırdığı ve Muâviye zamanında yenilendiği bilinen Küfe Camii, etrafı çevrili bir avlu ile bunu kısmen gölgelendiren bir çar­daktan ibaret olmakla beraber bu çar­dağı taşıyan destekler artık hurma ağacı gövdeleri değil, yakındaki antik Hira şeh­ri harabelerinden getirilmiş mermer sü­tunlardı. Amr b. Âs'ın 642'de Fustat'ta yaptırdığı Amr b. Âs Camii, çeşitli de­ğişiklik ve tamirlerle zamanımıza kadar gelmiştir. Bugünkü mimarisinin ilk ya­pısından pek farklı olmadığı belirtilen bu camide başlangıçta kıble yönünü duvara yapıştırılmış bir taş gösteriyordu. Mak-rîzrye göre ilk mihrap bu camide Muâvi­ye zamanında 673'te Meşleme tarafın­dan bina büyütülürken yapılmıştır. Başka tarihçilere göre ise ilk mihrap Ömer b. Abdülazîz tarafından Mescid-i Nebevînin tamirinde yapılmıştır. İlk ölçüleri çok kü­çük olan Amr b. Âs Camii'nde harim, di­reklerle ayrılmış nef veya sahnlardan iba­retti. Amr'ın yaptırdığı minberin Halife Ömer'in emriyle yıktırılmasından az son­ra Nubia Kralı Zakharia'nın (Zekeriyyâ) hediyesi olan yeni bir minberin aynı ca­miye konulmuş olması, buna daha en erken devirlerde bile önem verilmeye baş­landığını gösterir.

İlk camilerde ezan yüksekçe bir yer­den, bilhassa damın üzerinden okunu­yordu. Kaynaklarda Hz. Bilâl'in ezanı Mescid-i Nebevînin kıble tarafında, üze­rine iple tırmanarak çıktığı, "üstüvane" olarak anılan silindir biçiminde yüksek bir yerde okuduğu kaydedilir ki bunu mi­narenin ilk şekli olarak düşünmek müm­kündür509. İbnü'z-Zeyyâta göre daha 656da Amr b. Âs Ca-mii'nin dört köşeli bir minaresi vardı. Makrîzrye göre ise Muâviye zamanında bu caminin dört köşesine dört minare eklenmiştir ve bunlar İslâm mimarisin­deki ilk minarelerdir. Âdeta Müslüman­lığın bir zafer anıtı görünümünde olan minarenin Arap ülkelerinde kare biçim­de olmasına karşılık Asya-Türk minare­lerinin yuvarlak gövdeleri vardır. Mina­relerin süslemeleri de ülkelere göre de­ğişik olduğu gibi sayıları ve cami binası­na göre yerleştirilmeleri de farklılıklar gösterir.

İslâmiyet güçlendikçe fethedilen top­raklardaki diğer dinlere ait ibadethane­lerin cami haline getirilmesinden de ka-çınılmamıştır. Hatta başlangıçta bazı es­ki ibadet yerleri paylaşılmak suretiyle hı-ristiyanlarla beraber kullanılmıştır. Hu-mus'ta loannes Kilisesi'nin dörtte biri. Halep'te bir kilisenin yarısı müslürrtan-lar tarafından cami olarak kullanılmıştır. Hama'da ise Kenîsetü'1-uzmâ (büyük ki­lise) 636-637'de camiye çevrilmiştir. Ay­rıca yerli halkın çok eski devirlerden be­ri kutsal saydığı yerlerdeki binaların ca­mi haline getirilmesine veya buralarda yeni bir cami kurulmasına da özel bir önem verilmiştir.



B- Erken İslâmî Dönem. Erken İslâmî devirdeki camilerde Arap sanatı unsur­ları hâkim olduğundan bu dönemdeki camilere "Arap âlemi camileri" de deni­lebilir. Bu ilk safhayı, birbirini takip eden iki büyük İslâm devleti zamanında coğ­rafi bölgelere göre ele almak gerekir.

1- Emevîler Devri. İlk İslâmf ibadet yer­leri son derece gösterişsiz ve sade. yal­nızca namaza duran müminleri dış te­sirlerden korumak gayesiyle yapılmış tesislerdi. Emevîler döneminde (661-749), Antikçağ'ın büyük eski sanat mer­kezlerini ele geçirerek yayılan bu devle­tin sınırları içinde öncekilerden daha id­dialı ve sanat eseri hüviyetine sahip ya­pıların meydana getirildiği görülmekte­dir. Bu durum, muzaffer İslâm inancı­nın ele geçirilen yabancı topraklarda temsil edilmesi için haşmetli ve ifadeli yapılara ihtiyaç duyulmasıyla açıklana­bilir. Başşehrin 661'den itibaren Şam'a nakledilmesiyle başlayan imar çalışma­larında çevredeki yerli halktan olan us­talardan da fayda la nılmıştı. Bizanslı Or­todoks, Suriyeli Nestûrî ve Süryânî. Mı­sırlı Kopt, İranlı SâsânT usta ve sanatçı­lar bu yeni yapılarda sahip oldukları bil­gi ve tecrübelerini ortaya koyarlarken aynı yerdeki veya yakın çevrede bulu­nan Eskiçağ'lara ait işlenmiş parçaları da devşirme malzeme olarak tekrar kul­lanmaktaydılar.

a- Doğu Akdeniz - Arap Yarımadası. İlk fetih yıllarında acele olarak yapılan or­dugâh camileri, Emevîler döneminde daha esaslı biçimde yeniden inşa edil­miştir. Böylece beş sıra sütunlu, tavanı tik ağacından kirişli ve duvarları tuğla­dan Basra Camii 665'te, kemersiz, ta­van kirişleri doğrudan sütunlara otu­ran, beş sıra sütunlu Küfe Camii 670'te, Amr b. Âs Camii 673'te ve Medine'de­ki Mescid-i Nebevi 709'da yenilenirken başka yerlerde de büyük ölçülerde te­melden yeni ibadet yerleri yapılıyordu. 717-720 yılları arasında yapılan Rem­le Camii'nin muazzam bir mihrabı ile ka­re planlı yüksek bir minaresi vardı. Yal­nız burada iki istisnaya da işaret etmek gerekir. Aslında Kur'an'ın ifadesine göre yeryüzündeki ilk ibadethane olan Mek­ke'deki Kabe ile510, et­rafını çevreleyen revaklı büyük bir avlu ve minarelerden meydana gelen Mes­cid-i Haram bir cami sayılamayacağı gi­bi Emevîler döneminin önemli eserle­rinden yanlış olarak Ömer Camii olarak da adlandırılan Kudüs'teki Kubbetü's-sahre de yapı bakımından gerçek bir cami değildir. Mervân'ın oğlu Abdülme-lik'in buradaki kutsal kayanın üstünde 691'de kurdurduğu Kubbetü's-sahre Kabe gibi bir ziyaret ve tavaf yeridir. Geç İlkçağ ve Bizans mimarilerindeki merkezî planlı yapılar tipinde inşa edi­len bu önemli bina. ancak yapılış gaye­sinin değişik oluşu yüzündendir ki bu dönemin cami mimarisinde bir tesir gösteremeyerek tek kalmıştır. Fakat yi­ne Kudüs'te, bununla aynı yüksek düz­lük üzerinde bulunan ve evvelce Bizans İmparatoru lustinianos zamanında (527-565) yapılan Meryem Kilisesi'nin yerinde yine Abdülmelik tarafından 702'de yap­tırılan Mescid-i Aksa, kıble duvarına di­key olarak uzanan birçok sahnlı bir ya­pıdır. Bu bakımdan erken hıristiyan mi­marisindeki çok nefli bazilikaları andı­rır. 771, 831, 1187 ve 1236 yıllarında çeşitli tamirler gören ve genişletilen bu büyük caminin kıble duvarı boyunca en­lemesine uzanan bir sahnı olup hıristi­yan yapılarının "transept” adı verilen mekânını hatırlatır. Bunun tam ortada, mihrabın hizasında ana sahnla birleşti­ği yerde meydana gelen kare planlı bö­lüm bir kubbe ile örtülmüştür. Halifeye mahsus bir maksure olduğu bilinen bu kısım, bu şekliyle uzun süre cami mi­marisinin ön planda gelen bir unsuru olarak İslâm mimarisine yerleşmiştir.

Şam'da 1. Velîd'in. evvelce Roma dö­nemine ait bir Jüpiter mabedinin yerin­de kurulmuş olan Hagios loannes Prod-romos Kilisesi'ni yıktırarak 706'da yap­tırdığı. Emeviyye Camii de denilen Ümey-ye Camii, cami mimarisine geniş ölçüde tesir eden en eski Emevî camilerinden biri olarak kabul edilir. Cami 1894'te yanmış ve İstanbul'dan gönderilen Türk mimarlar tarafından tamir edilmiştir. Burada genişliğine yayılan içten dört tarafı revaklı bir avlu mevcuttur. Dışarı­dan avluya açılan cümle kapısının üs­tünde masif bir kule halinde bir minare yükselmektedir, diğer minareler daha geç devirlere aittir. Harim kısmı, at nalı biçimindeki kemerleri taşıyan iki sütun dizisi ile kıble duvarına paralel, üstü ahşap çatılı511 üç sahn halinde eni­ne doğru uzanır. Harime açılan cümle kapısından oldukça süslü mihraba uza­nan ana eksen, caminin orta kısmını esas sahnlara çapraz bir sahn halinde kesen bir dehlizle belirtilmiştir. Bunun mihrap önündeki ucunda, dört payeye dayanan dört kemerin taşıdığı kubbeli bir maksure yer alır. Eksen üzerindeki uzun ve daha yüksek çatısı ile önemi belirtilmiş olan sahn, kubbeli maksure ve bunun da nihayetindeki mihraptan meydana gelen mimari kompozisyon, bütün Emevîler devri cami tipinin ka­rakteristik bir unsuru olarak daha son­raki camilerde de tesirini göstermiştir. Ancak bu mimari kompozisyonun, kökü Helenistik sarayların kabul salonlarına dayanan Emevîler dönemi saraylarının ilhamı ile ortaya çıkmış bir özellik oldu­ğu yolunda J. Sauvaget tarafından 1947'-de ortaya atılan görüş, delillerinin yeter­sizliği yüzünden pek kabule şayan olma­mıştır. Emevîler dönemi cami mimarisi­nin karakteristik bir vasfı olan ana eksen üzerindeki geniş ve çatısı binayı örten diğer çatı seviyelerinden yüksek olan boyuna sahnın. hıristiyan bazilikalarının mimarisine bir benzerlik göstermesi bakımından bu camilerde bir dereceye kadar bir bazilika karakteri de olduğu ileri sürülmüştür. 670'te yenilenen Küfe Camii'nin kemersiz olarak doğrudan doğ­ruya beş sıra sütuna dayanan ahşap düz tavanlı olmasına karşılık bu dönemin he­men bütün camilerinde eksen üzerindeki yüksek çatılı sahn veya dehlizin mevcudi­yeti tesbit edilebilmektedir. Velîd b. Abdülmelik veya kardeşi Süleyman devri­ne ait Halep Ulucamii (XV. yüzyıldaki du­rumu], Rusâfe Camii (728), II. Mervân'ın (744-750) yaptırdığı Harran Ulucamii. II. Yezfd'in 720-721'de yaptırdığı veya mi­nare ilâvesiyle tamir ettirdiği Busrâ Ca­mii ve tarihi bilinmeyen Der'â Camii hep bu özelliği gösterir. Ancak bunu umumi-leştirmenin doğru olmayacağı da mu­hakkaktır. Nitekim Bağdat ile Basra ara­sında Haccâc tarafından 702'de yaptırı­lan Vâsıt Camii kalıntılarında, ortada geniş bir eksen sahnı izine rastlanma­mıştır. Burada 103 x 104 m. ölçüsünde-ki revaklı kare bir avluyu, eşit aralıklı beş sıra direkli bir harim kısmı takip etmek­tedir. Kıble duvarında herhangi bir mih­rap izine rastlanmamış olmasına karşılık burada bir maksure bulunduğu tahmin edilmektedir. Vâsıt Camii, 1009 ve 1343'-te tamamen yeniden iki defa daha ya­pıldığından ilk mimari karakterini daha fazla tesbit mümkün değildir. Cami 916-da yapılan minaresiyle birlikte 1009'da yıkılmış, kıble yönü değiştirildikten son­ra aynı mimari biçimde tekrar inşa edil­miştir. Son Emevî halifesi Me'mün'un oturduğu Harran'da II. Mervân'ın yaptır­dığı ve Selâhaddîn-i Eyyûbrnin tamir et­tirdiği büyük camiden İbn Cübeyr de bah­seder. Geniş kemerleri olan bu caminin paralel dört sahnı, geniş bir avlusu var­dı. Minaresi ise avlu cephesi dışında ek­sene uyulmaksızın yapılmıştı. Günümüze bazı izleri kalan bu çok eski caminin ka­lıntıları son yıllarda ortaya çıkarılmıştır. Bu döneme ait kare planlı, dış cepheleri pencereler ve mimari süslemelerle be­zenmiş, yüksekliği 30 metreyi aşan bir minare, cami kısmı ortadan kalkmış ola­rak Remle'de bulunmaktadır.

Süleyman veya Velîd'in yaptırdığı Ha­lep Ulucamii ise 962'de Seyfüddevle, 1169'da İsmâilîler tarafından yakılması üzerine Nûreddin Zengî tarafından ta­mir edildikten sonra 1285'te bir tamir daha görmüş, eksendeki çatısı XV. yüz­yılda yükseltilmekle beraber esas mi­marisini günümüze kadar korumuştur. Emevîler döneminde yapılan pâyeli ve düz damlı camilerin yüksek minareleri­nin günümüze kadar gelmelerine karşı­lık esas cami binalarının ancak kazılar­da kalıntıları tesbit edilebilmiştir. Fırat ırmağı kıyısında Rakka'da yapılan kazı­larda biri sur içinde Abbasî dönemi, di­ğeri sur dışında Emevî dönemine ait ol­mak üzere pâyeli iki cami kalıntısı bu­lunmuştur. Emevîler devrine ait kasır-lardaki camilerin ise çok küçük ölçüde olmakla beraber bir mihrap ile kıble du­varına paralel bir veya iki kemerle ayrıl­mış sahnlardan ibaret oldukları Kusay-rü'1-hallâbât, Hırbetü'l-minye, Ümmü'l-Velîd ve Cebeliseys kasırlarında görülen örneklerden anlaşılmaktadır.



Yüklə 1,28 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   17   18   19   20   21   22   23   24   25




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©www.genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə