Aşkın Gözyaşları I -şems Tebrizi



Yüklə 0,68 Mb.
Pdf görüntüsü
səhifə49/50
tarix15.10.2018
ölçüsü0,68 Mb.
#74403
1   ...   42   43   44   45   46   47   48   49   50

 
 
Âşık odur ki, Allah’tan aldığı aşk emanetini Allah’a verir.
Aşk mezhebinde her şey Yüce Aşk’a kurbandır.
 
Akşam  ezanları  diğer  akşamlara  nispetle  bir  başka  makamdan  okunuyordu  Konya’da.
Havanın  soğukluğundan  değil  ecelin  ayak  seslerinden  ürken  kuşlar  yoktu  bu  akşam
şadırvanlarda. Şehir, cinayetin haberini önceden almışcasına ketumdu. Moğol istilası öncesi
bile,  bu  denli  kasvetli  karamsarlık  çökmemişti  sokaklara.  Dumanlar  bambaşka  tütüyordu
bacalardan.  Asuman  yıldızsızdı,  Süreyya  yıldızı  dahi  güneşin  matemine  hazırlıyorlardı
kendilerini. Medresede dervişlerin hepsinde de bir burukluk vardı, sebebine kendilerinin bile
anlam  veremedikleri...  Her  derviş  sus  pus  olmuştu,  sanki  hepsi  bir  yerden  aynı  haberi
duymuş  da  dilleri  lâl  oluvermişti  oracıkta.  Havada  ölüm  kokusu...  gök  hırçın...  toprak
bıçkın...  rüzgâr  hoyrat...    İlikleri  donduran  soğuk  havayı  boğan  bir  gizemli  güç  var  sanki.
Takvimler Aralık 5’i gösteriyordu.
O  günün  sabahında  içinde  bir  daralma  ile  akşamı  zor  eden  Mevlâna,  akşam  namazı  için
Şems’i  beklemişti.  Cemaatle  kılmadı  namazını.  Bekledi  Maşukunu,  Hamuş’u.  Bilemezdi
dostunun  aşk  uğruna  bu  gece  delik  deşik  bir  post  olacağını.  Dervişler  dün  sabah  sütçünün
geldiğini, bir dervişin Şems tarafından çarşıya gönderildiğini Mevlâna’ya söylemişlerdi. Bütün
bu  olup  bitenler  Şems  için  alışılagelmiş  şeylerden  değildi.  Endişesi  artmıştı.  Ne  oluyordu?
Yoksa…  Yoksa  Şems  Konya’dan  tekrar  çekip  gitmiş  miydi  bir  daha  dönmemek  üzere?
Merakta kaldı. Dergâhın dış kapısına çıktı. Sırtında ince bir gömlek... Üşüyordu. Titriyordu
dudakları...  Dervişler  durumu  Sultan  Veled’e  bildirdiler.  Koşarak  babasının  yanına  geldi.
Yanında  getirdiği  şilteyi  babasının  sırtına  örttü.  O  da  korkuyordu  Şems’in  Konya’yı  terk
etmesinden.  Korkusunu  seslendiremedi  babası  paniğe  kapılmasın  diye.  Şems  günler  önce
demişti:
-”Yıprandım...  Bir  gün  alıp  başımı  öyle  bir  kaybolacağım  ki  mahşerin  habercileri  arasa
bulamayacak beni” diye.
Sislerin arasından bir gölge gibi sureti gözüktü Şems’in uzaktan. Geliyordu gelmesine de
bitkin  bir  hali  vardı.  Sanki  günlerdir  uzak  yollardan  durmadan  yürüyerek  gelmişçesine.


Sarıldı  Mevlâna’ya.  Mevlâna  titriyordu  sarılmanın  sarsılışı  ile.  Mevlâna,  bir  şeyler
söyleyecekti  ki  parmağını  sus  manasında  dudağına  götürdü  Şems.  Namaz  kılmak  üzere
Mevlâna  ile  kol  kola  odaya  geçtiler.  Mevlâna  Şems’i  her  zamanki  gibi  imamet  için  kolundan
öne doğru çekerken, Şems elini tutarak:
— Aşkın  imamı  namazımızın  da  imamıdır  dedi.  Mevlâna  imam,  Şems  ve  Sultan  Veled,
cemaat  namaza  başladılar.  Bu  namaz  çok  anlamlıydı  Şems  için.  Mevlâna  ile  birlikte
kıldıkları son namazdı. Namaz, Hz. Muhammed için “Gözünün nuru idi”. Şems içinden şöyle
diyordu: “Gözün nuru namazı, gönlümün nuru Mevlâna ile kılmak ne güzel.” Namaz sonrası
Mevlâna:
— Açsındır, Ateşbaz da yok. Kendi elimle sana aş hazırlasam. İrmik helvası da yapalım
afiyetle ye! Çok düşkün halin var, kendine gelirsin. Benzin neden sarardı dost?
— Üşümüşümdür, tasa etme kanımız damarını bulur. Helvamızı yersin bir gece vakti kim
bilir.  Hamuş’um  seninle  baş  başa  kalmak  istiyorum,  evladımız  müsade  buyurur  mu?  Sultan
Veled destur alıp odadan çıktı. Şems Hamuşunun dizine dayadı başını. Öylece yarım saate
yakın durdular. Şems daha sonra Mevlâna’ya olup bitenleri anlattı. Ağlamaya başladı dost.
Susturmaya çalıştı dost.
—  Şam’da  Rabbime  yalvarmış,  aşkımı  seyredeceğim  bir  ayna  istemiştim.  Rabbim  seni
verdi, sende seyrettim.
— Gitme...
— Telaşlanma, verdiğimiz sözü tutma vakti gelmiştir.
— Ne sözü?
—  Seni  kısmet  etmesi  için  dualar  okumuştum  Rabbime,  “Rabbim  de  bana  demişti  ki,  o
aynayı  verirsem  ne  bağışlarsın?  Tereddütsüz  şöyle  demiştim;  başımı  veririm!”  Aşk  için
başımı adamıştım. İşte o söz.
Mevlâna ağlıyordu, bayılmak üzereydi, elleri, dudakları her yeri titriyordu.
—  Ağlama,  sus  dost!  Sesin  dışarı  çıkmasın.  Telaşlandırma  dergâhtakileri.  Anla,
gitmekten başka yol mu var?
— Sen Hz. Osman’ın şahadetini hatırlar mısın? Bir de benden duy Mevlâna’m.
Hani  biliyorsun,  asiler  Medine’ye  baskına  geldiler.  Allah  için  kutsal  şehirde  kan
dökeceklerdi.  Sözde  cihad  yapıyorlardı  serseriler.  Üç  ayrı  grup  halinde  üç  İslam  şehrinden
geldiler. Niyetleri belliydi: Hz. Osman’ı şehit etmek. Medine halkı seyirci kaldı. Bir tek Hz. Ali
ve çocukları Hz. Osman’ı koruyorlardı. Ali, Hz. Osman’ın yanına geldi bir akşam üzeri.
— Ey Osman... İzin ver şu çapulcuları def edeyim buradan.
—  Olmaz  Ali,  yarın  arkamdan  Osman  Peygamber  şehrinde  kan  döktürdü  demelerini
istemiyorum.
—  Ama  onlar  senin  kanını  dökecek.  Bunu  bile  bile  niye  onları  tepelememe  izin
vermiyorsun?


—  Ali  otur  da  beni  dinle.  Akşam  namazını  kıldıktan  sonra  duvara  yaslanarak  oturdum.
İçim  geçmiş.  Rüya  gördüm.  Rüyamda  bu  odada  bir  sofra  kurulmuş.  Sofrada  Hz.
Peygamberimiz  oturuyor.  Sağında  Hz.  Ebubekir,  solunda  Hz.  Ömer  oturmakta.  Sofrada
sadece  bir  tas  çorba  var.  Öylece  bekliyorlar.  Sanki  birisi  gelecek  de  öyle  başlayacaklar
içmeye. Derken ben giriyorum içeriye. Hz. Peygamber tebessüm ederek:
— Ey Osman, nerede kaldın seni bekliyorduk, dedi: Uyandım. Anladım ki şehit olacağım.
Şimdi Ali söyle sevenleri bekletmek doğru mu?
İşte...  Hz.  Osman  aşkın  kefareti  için  bile  bile  şahadete  yürüdü.  Şimdi  sıra  bende
Mevlâna’m.  Şimdi  ey  Hamuş’um…  Her  aşkın  bir  kefareti  var.  Osman  isterse  başını
kurtarırdı;  ama  ya  ruhu?  İcazet  ver.  Kabullen.  Sevgili  Muhammed’im.  Bu  seninle  son
ziyafetimiz.  Şu  içtiğim  son  bardak  su.  Diyeceksin  ki  sofrada  tatlı  eksik.  Helvamı  yine
yiyeceksin, şimdi ayrılığın acısı ile helva ağzını tatlandırmaz…
Mevlâna dostunun dışarı çıkmasını istememişti. Çünkü son belliydi aslında. Bu biliniyordu
ve  önceden  yazılmıştı  yaşanılacak  olan.  Mevlâna  güneşine  “gitme”  demişti  sessizce.
Boğazında düğüm düğüm oldu soluğu. Mevlâna sesini biraz daha yükseltti:
— Gel gitme. Gel eyleme. Şems:
— Bırak beni, uyuyamıyorum; çünkü ruhum aşkla sarhoş ve cesedim üzerine yasemin ve
gül yaprakları serp ve ölüm eliyle alnıma ne yazdıysa, onu oku bana.
Ney ve kudümün sesiyle solmakta olan yüreğimin etrafına bir örtü ört.
Mevlâna ağlamaya başlar. Şems:
—  Gözyaşlarını  sil,  beni  kalabalık  mezarlığa  götürmeyin  ki  uykum,  takırdamakta  olan
iskelet  ve  kafatası  sesleriyle  dağılmasın.  Cesedimi  dergâhına  taşı  ki,  şafak  vaktinde
gölgeler gelip yanı başımda otursun. Derince gömün ve üstümü yumuşak toprakla örtün, gül
ve  leylaklar  serpiştirin...  Onlar  havaya  yüreğimin  güzel  kokularını  salacaklardır;  iç
huzurumun  sırrını  açığa  vuracaklardır,  hatta  güneşe  kadar  bile.  Beni  Allah’a  bırakın  ve
yavaşça çekip gidin buradan, beni huzura terk edin.
Mevlâna  dondu...  Zaman  dondu...  Mekân  dondu.  Şems  gözleri  tebessümle:  “Elveda
yoktur âşıkların makamında biz hiç ayrılmadık ki…” diyerek kayboldu karanlığın perdelerini
sererek.
Her şey zamanında güzel ve zamanında anlamlı.
O anı kaçırdıktan sonra tekrar o anı yaşamanın bir anlamı yok ki.
Şimdi git...
Âşıklık töresini, âşıklık geleneğini, maşuk gidişatını bozma.
 


Yüklə 0,68 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   42   43   44   45   46   47   48   49   50




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©www.genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə