orta yerinden ikiye. Öncesinde Mevlâna ne idiyse artık o değildir. Temkinliyse temkini
bırakır, makul idiyse aklın sınırlarını çatlatır.
Şems sükûnet değildi. Mevlâna bu kadar fırtınayı nasıl taşıdı? Nasıl bu kadar yandı da
yanmadı?
Şüphe yok ki Tebrizli’nin bariz vasfı karanlığıdır. Ama onun karanlığı, karanlık değil, sır
olduğu için böyle aydınlatıcıdır. Kim olduğu, ailesi, sülâlesi, mahiyeti belli olmamakla birlikte
bu harikulade karanlığa en uygun düşen isim yine de Şems’tir. Şems... Söylemiştim ki güneş
demektir. Belki de bu yüzden Mevlevî ayininin rengi önce siyahtır, beyaz tennure sonra
açılır.
Adı: Muhammed, babası: Ali, memleketi: Tebriz.
Sadece bu kadar. Başka hiçbir şey yok. Ne olur öyle kalsın!
Çünkü başkasına gerek yok. Bu ne kadar içli bir kelâmdır böyle. Ve, Şems’e ne kadar
yakışmaktadır.
İki kubbe var İslâm âleminde; ki, ikisi de yeşil, Kubbe-i Hadra. Biri Peygamber’in, biri
Mevlâna’nın. Şimdi Mevlâna, Kubbe-i Hadrası’nın altında. Babası, oğlu, çelebisi ve kâtibi,
Selâhaddin’i ve Hüsameddin’i ile üzerine titreyen zarif kalabalığının arasında. Dokunmaya
kıyılamayacak denli soylu bir gül; nazlıdır, nazında. Vakurdur, vakarında. Şehirlidir,
inceliklidir; nezaketinde, zarafetinde. Ve daha fazlasında, zamana uzanırken. Şems, uzakta.
Karanlığında. Bir köşede. Tenhalığında. Yalnız yatıyor.
Yalnızlık aşkın vekâletidir. Ölüm aşkın kefaretidir.
Her aşk bir baş götürür. Bu kez baş veren Şems olmuştur.
(Nazan Bekiroğlu/ Cümle Kapısı)
Ailem
Her şey insanoğluna feda iken,
insanoğlu ise kendine cefa olmuştur.
Ben Ali oğlu Muhammed. Tarihin andığı üzere: Tebrizli Şems. Dedem Azeri Türküdür.
Babam Melekdadoğlu Ali.
Dedem Horasanlıdır. Dedem Alamüfte yetişip büyümüş daha sonra, Hasan Sabbah’ın
talebelerinden olmuştur. Horasan’da dedemin ticari bir husumeti nedeniyle ailem Tebriz’e
göç ederek oraya yerleşmiş. Ben burada 1183 yılında dünyaya gelmişim. Bana Muhammed
ismini vermişler.
Soyum Şia’nın İsmailiyye mezhebinden, fıkhi olarak da Caferiyye ekolünü
benimsemişlerdir. Dedemin çok hırçın, sivri dilli olduğunu söylerler. Çocukluğumda çok
kavgacı ve sözünü esirgemeyen bu yapımdan dolayı annem beni hiç göremediğim dedeme
benzetirdi. İnsanların iki yüzlülük ve yalakalıklarına tahammül edemiyordum. Yanlış yapanı
gördüğümde öfkeleniyor lâfımı esirgemiyordum. Babam bu özelliğimden dolayı:
— Deden dilinden belaları üzerimize çekti. Hiç kimse ile geçinemediğinden oralardan
buralara göç etmek zorunda kaldık. Bari sen dilini tutmayı bil oğlum, derdi.
Babam iflah olmam ve eğitim almam için beni medresede Kur’an öğrenmeye yolladı.
Yaşıtlarım doğru dürüst cümle kuramazken ben yedi yaşında hafızlık eğitimine başlamıştım.
Medrese hocası bana sıska ve çelimsiz olduğumdan “tarla kuşu” lakabını vermişti. Oysa
ben başlangıçta şahinleşecek sonra rüyalar kuşu üveyik olacaktım, onların haberleri bile
yoktu. Sınıftakiler bir ayda cüzden Kur’an’a geçememişlerdi. Ben geldiğim günün ertesi
Kur’an-ı Kerim’e başlamıştım. Hocam şaşırdı. “Sen normal değilsin tarla kuşu” demeye
başladı. O gece babam teheccüd namazı kılmaya kalkmıştı. Ben de abdest aldım,
arkasında namaza başladım. Selamdan sonra:
— Oğlum teheccüd cemaat namazı değildir, uykudan kalkınca kılınır, üstelik sen mükellef
yaşta değilsin. Ama namazı kılmana sevindim, diye yanağımdan öperek odasına geçti.
Rahlenin üzerindeki Kur’an’ı elime aldım, okumaya başladım. Gecenin ortasında başladığım
Kur’an’ı güneşin doğuşuna yakın bitirmek üzereydim. Gözüm yoruldu, dinlenmek için
uzandığımda içim geçmiş, rüyamda melekler bana okuduğum âyetleri okuyordu. Uyandım...
İçim sevinç dolu uyanışımla Kur’an’ı kapattım. Okuduğum âyetleri unutmamak üzere
ezberlediğimi fark ettim. Kur’an’ı tekrar elime aldığımda parmağım tevâfuken Şems
Sûresi’ni açtı. Âyetleri okurken onuncu âyete gelince göğsümün balon gibi şiştiğini hissettim.
Orada bayılmışım. Kendime geldiğimde parmağım hâlâ onuncu âyetin üzerinde duruyordu.
“Onu arındırıp temizleyen gerçekten felâh bulmuştur. Ve onu (isyanla, günahla,
bozulmalarla) örtüp saran da elbette yıkıma uğramıştır.” Bu âyete çarpıldım... tutuldum..
vurgun yedim. Şems Sûresi’ne âşık oldum. Bu âyetteki arıtmayı herkes nefsi köreltme anlar.
Oysa nefsi olgunlaştırma şeytanı tökezletmedir. Toprağa tohum ekildiğinde yabancı her
şeyden arıtıldığı gibi nefis de ilâhi ümitlerle arınır ve Allah’ın lütuf ve inayetine bırakır
kendini.
Sabahleyin aileme:
— Bugünden sonra bana Şems diye seslenin. Kur’an’daki Şems Sûresi’ne âşık oldu
evladınız. O günden sonra ismim Şems olarak anıldı. Doğum yerimden dolayı Tebrizli Şems
olarak tanındım. Dîni ilimler hocam Rukneddin Secasi, derslerden sıkılıp pencereden
bahçeye kaçtığım için, uçan mânasında Pârende demeye başladı. Haklıydı da. Ömrüm
boyunca hiçbir yere bağlanmaksızın oradan oraya uçan bir Şems-i Pârende olacağımı
sezmiş olmalıydı.
Benim yetişmemde emeği geçen hocalarım: Ebu Bekir Selfebaf, Şeyh Kirmâni ve
Rukneddin Secasi’dir. Ancak hocalardan faydalanmam ders tarzından ziyade, sohbet
ortamında soru-cevap şeklindedir. Genelde de münazara şeklinde geçiyordu ilim meclisimiz.
Ruhumu tam mânası ile doyuran tek hocam Mevlâna’dır. Hoca dediğin hem öğrencin olmalı
hem öğretmenin. Dostun olmalı, sırdaşın olmalı. Hoca dediğin gönüldaşın olmalı. “Ben
söyleyeyim sen dinle” dememeli. Söylemeden anlamalı. Hoca dediğin hâldaş olmalı. Vaaz
verir gibi konuşmamalı. Gönlüne ipotek koymamalı. Bazen hamur etmeli mânayı. Bir kelime
söylemeli ki ciltlerce kitaplardaki mânayı akıtmalı. Damlada deryayı sunmalı hoca dediğin.
Arayan olmalı, aranılan olmalı. Hoca dediğin adayan olmalı kendini. Ezber bozan
olmalı.Ketumluğa boğmamalı.
Dostları ilə paylaş: |