sonrasında buraya buyuracak…
Çocukluğumdan bu yana karşılaştığım her dervişe, müride selamdan sonra bir soru
yöneltirdim. Bazen teke tek muhabbetlerde, bazen sohbet meclislerinde. Sorumu dinleyenler
bu soru deli sorusudur, diye düşünürdü. Oysa veli sorularıydı sorduklarım. Cevabı da veli
olan verebilirdi. Halk veli ile deli arasındaki farkı bilmiyorsa ben ne yapayım?
Günü geldi, sorularım bana döndü. Sınavlarım bumerang misali bana çevrildi. Hakkından
geldim soruların ve sınavların. Tek bir sınavım kalmıştı. Başımın gövdemden koparılması.
Vakti gelince aşkın kefaretine baş verecektim, aşk ile.
Yedi ayrı soru sorulmasını istedim. Her bir hücrede bir derviş olsun. Her biri sorusunu
sorsun. Yedi kapılı sorular, yedi başlı ejderhaydı. Hangi derviş cevabımı beğenmezse o
alsın canımı. Talebimi alan dervişler aralarında sorular hususunda epey tartışmışlar ve
kendilerince en can alıcı soruları hazırlamış, beni beklemişler.
Birinci kapı. Girdim içeriye. Derviş sordu:
— Beyazid Bestami altmış sene kavun yemedi. Sordular: Niçin yemiyorsun? “Mustafa
Muhammed’in o kavunu nasıl kestiğini bilmediğimden yemiyorum” dedi. Sen bu cevabı nasıl
buldun?
Dedim ki: Bir kavunun nasıl kesildiğini bilmeyen Bistami, bundan daha çetin ve gizli
ilimlerden nasıl bilgi sahibi olur, nasıl haber verebilir?
Derviş ayağıma kapandı. Dışarı çıktı. Avludaki havuza elbiseleriyle atladı.
İkinci kapı:
— İblis kimdir?
Dedim ki: Sensin, çünkü biz bu saatte İdris’te gark olmuşuz. Eğer sen İblis değilsen niçin
İdris’te gark olmadın? Eğer sende İdris’ten bir eser varsa İblis’ten niye korkarsın… Derviş
bağırarak, saçını başını yolarak avluya kaçtı.
Üçüncü kapı:
— Mezhebin nedir? Aslına niçin karşı geldin?
Dedim ki: Âşıkların mezhebi olmaz, meşrebi de. Fıkıhçılar neyin imamıdır ben karışmam.
Ben aşkın İmamı Mevlâna’dan başkasını tanımam, biat etmem. Aslım aşka kurban olmaktır.
Esas dönekler sizsiniz. Derviş duvardaki Kur’an’ı alıp öperek odayı terk etti.
Dördüncü oda:
— Tevhit nedir?
Dedim ki: Şeyhe böyle bir soru sormak bidattır, gaflettir. Kim kendi vücudunu cefa ile
bilirse Allah’ını vefa ile, kim kendi vücudunu hata ile bilirse, Allah’ını ihsan ile bilir. Derviş
oracığa düşüp bayıldı.
Beşinci oda:
— Sema haram değil mi?
Sema Allah’ın tecellisidir. Bu âlemden makam âlemine yolculuktur. Ehline helâl, la ehle
haramdır. Sen, semayı yapmak bir yana, diline bile alma, ehilsiz. Derviş benzi solgun
ağlayarak odayı terk etti.
Altıncı oda:
— İnsan bu âlemde Rablık iddiasında bulunan yegâne varlıktır. Ama kulluk iddiasında
bulunan yegâne varlık da insandır. Bu ikisinin arasındaki fark nedir?
Dedim ki: “Allah, yalnız insanı cemalim ve celâlimle yarattım” diyor. Bazı insanda yalnız
celâli zuhur ediyor, ‘Ben Allah’ım’ diyor; Firavun gibi. Bazı insanda cemali zuhur ediyor, ‘Ben
kulum’ diyor; Hz. Peygamber gibi, ‘Seni layıkıyla bilemedim Allah’ım’ diyor. İşte celâli ve
cemali, ikisinin de zuhur ettiği yer olduğu için insan çok önemlidir. Allah celâl ve cemalini
bütünleyip cemaliyle celâlini örten, kendine benzeyen kullar istiyor ve buna kemal sahibi
diyor. Rahmetiyle gazabını örtmüş, kemal sahibi, güzel, iyi huylu kullar istiyor.
Derviş kılıcını kınından sıyırdı. Bana doğru gelmeye başladı. Elleri titriyordu. Kılıcı ile
sakalımı sıvazladı. Gözlerine bakmamı söyledi. Baktığımda sarsıla sarsıla ağlamaya
başladı. Allahhhhhhhhh diye bağırarak kılıcı duvara çarptı ve oraya baygın düştü. Kılıcın
duvardaki şakırtısı önce odada sonra bütün handa yankılandı. Dervişler hep birden odanın
kapısına gelip içeri baktılar, yerde baygın yatan arkadaşlarının halini görünce derin bir oh
çektiler.
Ve son kapı, son soru… Yedinci kapıdan içeriye girdiğimde diğer dervişlerden cüssece
iri, kaşları kalın, katran gözlü derviş, köşeye bağdaş kurmuş, elindeki kama ile dişini
karıştırıyordu:
— Gel bakalım Tebrizli. Arkadaşlarımı cevaplarınla darmadağın ettiğine göre yaman
adammışsın belli. Bizim nereden geldiğimizi biliyorsun, neden geldiğimizi de biliyorsun.
Deden gibi neden teşkilâta hizmet etmek varken burada miskince yaşıyorsun?
— Sizin gibi çapulcu olmaktansa Konya sokağında çamur olmayı yeğlerim.
— Çamur olurum Konya’ya diyorsun ama Konya’nın ayakları seni hiç sevmiyor. Seni
öldürmek için civar şehirlerden kiralık katil aradıklarını duyduk. Elimizi çabuk tutmuşuz ki tez
geldik onlara fırsat vermeden.
— Onlar kuru gürültüden başka bir şey bilmezler. Şimdi merak ediyorum Konya’dan
ayrılıp Tebriz’e döndüğünde şeyhimize yaptığın densizliği hatırlıyor musun?
— Siz İblis’in tohumuna şeyh mi diyorsunuz?
— Peki, Tebriz’den Şam’a niye kaçtın?
— Kaçmadım, sevgilinin kokusuna koştum.
— Şam’dan buraya neden geri geldin o hâlde?
— Hamuş’umu dillendirmek için.
— Mevlâna’mı?
— Aşığa aşkı mı soruyorsun?
— Aşkın için kefaretin ne pekâlâ?
— Başım.
— Şimdi vermeye hazır mısın?
— Elbette, amenna.
— O zaman avluya çıkalım.
— Bir arzum olacak.
— Nedir? Bağışlanman mı? Dilersen tek şartla başını bağışlarız. Mevlâna ile sen fark
etmez.
— Asla… Değil, onun başına bir bela gelmesi, bir toz zerresinin saçını kirletmesine
gönlüm razı gelmez. Ona ve ailesine bulaşmadan işinizi benimle halledip defolup gidin
Tebriz’e.
— O hâlde isteğin ne?
— Hamuş’umla vedalaşmaya müsaade istiyorum.
— Kaçacaksın değil mi?
— Kaçacakmış gibi mi görünüyorum. Âşıklar ölüme koşar. Ölümden korkan fırsat varken
önceden de kaçmaz mıydı?
— Tamam. Gece aşkın infazını bekliyoruz.
Dostları ilə paylaş: |