www.altinicizdiklerim.com
25
önemli bir siyasi başarı kazanmışlardı. Fakat bu da bir Yahudi devletinin kurulmasını
engellemeye yetmedi.
Yahudi Ulusal Yurdunun kurucuları genelde Yahudi halkından destek alıyordu;
Hitler Avrupa’sından Yahudilerin çektiği acılar bilinmeye başlandıkça tüm Hıristiyanlık
dünyasının suçlulukla karışık muazzam bir acıma duygusundan yararlandılar. Filistinli
Araplar da önceleri şöyle ya da böyle yalnızdı, emperyalist güçlere karşı kendi
mücadelelerine dalmış olan liderlerin bulunduğu Arap dünyasının, bu mücadeleye ilgisi
sınırlıydı.
Milletler Cemiyeti tamamen Avrupalı güçlerin egemenliği altındaydı. Sonunda bu
örgütü yok olmaya kadar götürecek sert tartışmalar yaşansa da, bunlar, birbirine rakip
olan Avrupa İmparatorlukları arasında meydana gelmekteydi. Dolayısıyla Filistinli
Arapların, davaları için sempati ve destek kazanmak ve Filistin Ulusal Yurdunun
kurulmasını engellemek üzere başvurmak zorunda oldukları adres Hıristiyan Avrupa
dünyasıydı. Bu durum hem davalarının içeriğinde hem de bu davayı sunma tarzlarında
köklü değişiklikler gerektiriyordu.
Siyonizm ve Bolşevizmin aynı Yahudi darphanesinden çıkan bir demir paranın iki
yüzü olduğu düşüncesi münhasıran olmasa da özellikle Arap dünyasında dikkat çekici bir
süreklilik gösterdi. Öldüğü güne kadar Suudi Arabistan Kralı Faysal’ın amentüsü olarak
kalan bu düşünce, Cumhurbaşkanı Nasır tarafından da, rejiminin ilk yıllarında kullanıldı.
Günümüzde de tutucu Arap ülkelerinin ortak temasıdır.
1948 ve sonrasında Arapların Filistin’den ayrılışlarıyla ilgili olarak Arap ve İsrail
iddiaları arasında ihtilaf bulunmaktadır. Araplara göre Filistinliler (Araplar) İsrailliler
tarafından sürülmüşlerdir. İsraillilere göreyse, bazı bölgelerde Araplara, liderleri
tarafından kalmaları talimatı verilmiş, diğer yerlerde ise Araplar, savaş alanlarında
genellikle sivil halkı etkisi altına alan bir tür bulaşıcı panikle kaçmışlardır. Yahudiler
kalmıştır çünkü gidebilecekleri bir yer yoktur. Araplar ise Arap devletlerine
sığınabilecekleri umudunu taşımaktadırlar. Her iki taraf da anlatımlarını desteleyecek
kanıtlar ileri sürmekte ve tüm açıklamalar ülkenin farklı kesimleri için doğru
gözükmektedir.
1948-1949’daki, ilk Arap-İsrail savaşında meydana gelen ağır çatışma ve ciddi
kayıplar ortamında İsrailliler hayatta kalmayı başardılar ve konumlarını bir ölçüde
geliştirdiler. 1956 yılında, Nasır’ın Mısırı’na karşı verilen savaşta, yüz saat içinde Sina
Yarımadası’nın tamamını ele geçirmeyi başardılar ve Mısır ordusunu ağır bir yenilgiye
uğrattılar-özellikle yeni askeri rejim için çok utanç vericiydi. 1956 savaşında Fransa ve
İngiltere, İsraillilere bazı lojistik ve dolaylı askeri destek sağladılar. İsraillilerin, bu
sefer tek başlarına Mısır, Suriye ve Ürdün ordularını, altı gün içinde birbiri peşi sıra
yenerek büyük toprak parçalarını ele geçirdiği Haziran 1967’deki savaşta böyle bir
mazeret de yoktu. 1967’deki savaşta İsrailliler Mısır’dan Sina yarımadası ve Gazze
Şeridi’ni, Ürdün’den Batı Şeria ve Doğu Kudüs’ü, Suriye’den ise Golan Tepeleri’ni aldı.
İsraillilerin zafer kazandıktan sonraki ilk günlerde Doğu Kudüs hariç hemen hemen
kazandıkları tüm toprakları, tanınma ve barış karşılığında Arap devletlerine geri vermeye
hazır oldukları iddia edilir-kanıtlar tartışmalıdır. Fakat bunların hiçbiri teklif edilmedi ve
www.altinicizdiklerim.com
26
İsrailliler, yeni kazandıkları toprakların kendilerine sağladığı avantajlara çabuk alıştılar.
Dezavantajlarını anlamaları içinse daha uzun bir süre gerekecektir.
Bazı tereddütlerden sonra Arapların tepkisi ünlü “Hartum Hayırları-No’s of
Khartoum-“ adlı belgeyle formüle edildi-1 Eylül 1967’de Hartum’da Arap liderleri
arasında gerçekleştirilen zirve toplantısında “tanımaya hayır, müzakereye hayır ve barışa
hayır” sloganıyla formüle edilen uzlaşı. Bu, 1978’e kadar tüm Arap hükümetlerinin resmi
tavrı olarak kaldı.
Altı Gün Savaşı, durumu köklü bir biçimde dönüştüren başka değişikliklere de yol
açtı. Yahudi devletinin doğuşunu ve egemenliğini kabullenmek Araplar için çok zordu. Çok
daha zor olan ise, bu yeni devletin kazandığı ezici zaferler ve bu zaferlerin sonucunda
gelen önemli sayıdaki Arap nüfus üzerindeki Yahudi egemenliğiydi.
1964 yılında Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) kuruldu, fakat 1967 savaşının
sonrasına kadar siyaset sahnesinde bir faktör haline gelmedi. 1967’den sonra FKÖ,
Arapların İsrail’e karşı verdikleri savaşta önemli, bazılarına göre, lider bir rol oynadı.
Arap devletleri artık birincil olarak, kendi ulusal çıkarlarını gözeterek kaybettikleri
topraklarını yeniden almakla ilgileniyorlardı.
1973 ve 1982 savaşlarında İsrailliler daha önce alıştıkları kolay ve ezici zaferler
kazanmadılar belki ama yenilmediler de. Bu savaşlardan sonra ortaya çıkan sonuçlar Arap
devletlerini tatmin etmekten bir hayli uzaktı.
1982’deki savaş da İsrail’e ne askeri zafer ne de siyasi yarar getirdi ama bir kez
daha Arapların zayıflığını ve parçalanmışlığını gözler önüne serdi. Savaş alanındaki, üst
üste gelen İsrail zaferleri ve Arap yenilgileri derin sosyolojik, psikolojik ve tarihsel
sorgulamalara yol açtı.
Arap dünyasına kıyasla çok zayıf olan ve kurulduğunda yaklaşık yarım milyon olan
nüfusu ancak üç buçuk milyona çıkan İsrail devleti, kendisinden hem sayı, hem kaynak,
hem de silah gücü olarak üstün olan bir değil birkaç Arap devletini yenilgiye uğratmıştı.
Böyle bir şeyin meydana gelmiş olması ülkelerinin durumundan ve geleceğinden endişe
duan Arapları acı verici bir ikileme maruz bırakıyordu.
YAHUDİLERE KARŞI SAVAŞ
1979 yılında, Müslüman Kardeşlerin yayın organı, Kahire gazetesi (Çağrı), hem ana
gazetede hem de çocuk ekinde yetişkin ve çocuk okuyucularını İslam dünyasını tehdit
eden tehlikelere karşı uyarmak için hazırlanmış bir dizi makale yayımladı. Çocuk ekindeki
“Düşmanınızı Tanıyın” başlığıyla verilen makalelerde Müslümanların kendilerini koruması
gereken dört tane düşman sayılıyordu: Haçlılar, Yahudiler, Marksistler ve Laikler.
Haçlı,
Hıristiyan olduğu için değil Haçlı olduğu için düşmandı. Haçlı, yani militan ve
saldırgan olmadan Hıristiyan olunabilirdi. Makalelerde, bütün Hıristiyanların Haçlı
olmadıklarına dikkat çekiliyordu.