çevresine toplanıp, ellerinden geldiğince, dilleri döndüğünce ikna etmeye çalışmışlardı. Acı bir
tebessümle bakmıştı onlara, kurumuş dudaklarına, yalnızlıktan korktukları için dört elle
sarıldıkları geleneğin halatına. İlla da birilerini ikna etmek istiyorlarsa, İsak'ın gözlerine yansıyan
Isabel'in gözlerini ikna etmelilerdi. Kösem'in mührünü, şehrin aynalarını, dönemeçte soluklanan
yolcuyu ikna etmeleri gerekiyordu, İsak Pereira'yı değil.
Oruç tutuyordu Isabel. Konuşmuyordu. İsak'la birlikte beş kişilik heyetin önünde dikiliyordu.
Yaşlılar İsak'ı ikna edemeyeceklerini anladıklarında, harekete geçti Isabel. Yaşlıların ve
hahamların huzurunda, levirin yanına gitti. Çömeldi. Bir müddet öylece durdu, başı önünde.
Sonra, küçük balıklarla dolu bir ağı sulardan çeker gibi ağır ağır başını kaldırdı. İsak'ın sağ
ayağını sol eline aldı, bağcıkları çözdü; deri ayakkabıyı çıkarttı ve bir kenara koydu. Yere
tükürdü.
"Kardeşinin evini kurmayı reddeden adamın lâyıkı budur!"
Haham Yakup üzüntüsünü ele veren bir sesle mırıldandı. "Tanrı, İsrail'in kızlarını Halitzah
törenine muhtaç etmesin!"
Tören bitmişti. İsak Pereira hiç kıpırdamadan öylece duruyordu. Isabel'in ne zaman gittiğini
fark etmemişti. Merak etti. Giderken, dönüp de arkasına bakmış mıydı acaba? Ve eğer baktıysa,
bir veda mektubu var mıydı Kösem'in mührünü taşıyan bakışlarında?
Yalnız kalmıştı. Güneş battı, ay çıktı, yıldızlar çoğaldı.
Yapayalnızdı.
Sır
Kimseye söyleme ama
dünya yusyuvarlak.
Tom Robbins, Parfümün Dansı
Isabel'in ellerinin arasından kayıp gitmesinden üç gün sonra, aylardır ilk defa sokaklarda
dolaşmaya çıktı İsak Pereira. Neşeli görünüyordu. Senelerdir söylemediği bir şarkıyı
mırıldanarak, her nağmede biraz daha ferahlayıp açılarak, kurşunî gökyüzünün altında yürümeye
koyuldu. Yol boyunca karşılaştığı imamları, hahamları, papazları, sofuları, imansızları karşılık
beklemeksizin selamlayarak; karayağız külhanilerin, iki dirhem bir çekirdek beylerin, ağzı bozuk
Çingenelerin, surat yoksulu yankesicilerin, ateşin ve nazenin aşiftelerin, feneri nerede
söndürdüğü meçhul bedmestlerin, asık suratlı yeniçerilerin, yemek niyetine elâlemin artıklarını
dişleyen pejmürdelerin, fermanlı delilerin halini hatırını sorarak; kılsız dervişlerin keşküllerine,
çocukların kınalı ellerine, bitişik nizam dizilmiş evlerin eşiklerine fındıklı lokumlar bırakarak ve
bu marazi neşvenin sebebini anlamaktan köşe bucak kaçarak; çınarlı meydanları, dolambaçlı
sokakları, loş avluları, ışıl ışıl çarşıları, fıkır fıkır pazarları dolaştı. Cumbalı evleri, nohut oda
bakla sofa viraneleri, billûr köşkleri, fiyakalı konakları, göz alıcı yalıları, nefes kesici
sahilsarayları seyredaldı. Nihayet yukarı mahalleye geri döndüğünde, iskeleye uzanıp, Hasköy
ile Balat arasında gidip gelen kayıklara bakakaldı. Güneş batarken, saatlerdir üzerinde oturduğu
kayanın üstüne çıktı. Saygıyla eğilerek, iki yakası asla bir araya gelmeyen şehre seslendi.
"Heeey! Beni hatırladın mı?"
İstanbul, talihsiz terzinin mavi göğe makasını daldırdığı yere yerleştirdiği aynada kendini
seyretmekteydi o esnada. Oralı olmadı. Şehrin vurdumduymazlığı küplere bindirdi İsak'ı. Ellerini
beline koyup, avazı çıktığı kadar bağırmaya başladı.
"Sen... sen ne sandın ki beni? İz bırakmadan geçip gideceğimi mi sandın? Söylesene neyim
senin gözünde?"
Şehr-i şehir gözlerine sürme çekmeye çalışmaktaydı. Şaşkınlıktan elleri titreyince sürmeyi
taşırdı. Şimdi sinirlenme sırası ondaydı. Tam yakası açılmadık küfürlerle verip veriştirmeye
hazırlanıyordu ki, az evvel avaz avaz meydan okuyan genç adamın artık kendisiyle
ilgilenmediğini gördü. Sürmeyi bir kenara koyup dikkatle onu seyretmeye koyuldu.
Kayanın üzerine çıktığında bambaşka göründü dünya gözüne. Aşağıda kaldı koca şehir; bir
duman bulutu olup yere çöktü bitip dinmeyen tarrakası. Kaçırmadı bu fırsatı. Sırtını denize,
yüzünü insanlara dönüp tepine tepine bağırmaya başladı.
"Heeey! Nereye böyle? Durun biraz. Durun da beni dinleyin. Görmüyor musunuz,
beklediğiniz benim. Ester'in rüyalarına giren benim."
İnsanlar öbek öbek etrafında toplandılar. Haberler kulaktan kulağa yayıldı. Poyraz ateşi
körükledi. Haham Yakup yalımların sıcaklığını hissettiğinde yaşından beklenmeyecek bir
çeviklikle atıldı, iskeleye koştu. Nefes nefese kalmıştı. Tükeniyordu. Ok hızıyla İsak'ı çekip aşağı
indirdi.
"İsak, oğlum" diye fısıldadı.
"Sen de biliyordun. Sen de farkındaydın değil mi? Beklediklerinin benden başkası olmadığını
biliyordun. Beni görür görmez anladın ve bu sırrı kendine sakladın. Fakat bak hakikat geldi beni
yakaladı."
"İsak bunu yapma. Ateşle oynuyorsun. Sen Mesih filan değilsin. Sen... sen sadece mutsuz bir
adamsın." Sesi titriyordu Haham Efendi'nin. Konuşmakta güçlük çekiyordu. Buğulanan
gözlerine inat ağlamamaya çalıştıkça, kaşının gözünün seğirmesine, ağarmış sakallarının
titremesine mâni olamıyordu.
"Mümkündür" dedi yaşlı adamın acısını fark etmemişe benzeyen İsak. "Fakat sevgili ustam,
bence mutsuzlardan değil, hâlâ mutlu kalanlardan şüphe duymak gerekir."
"Yapma oğlum. Başına bela açacaksın. Hem kendi başını, hem de başkalarınınkini yakarsın."
Sabrı tükenmek üzereydi. "Çok düşman kazanırsın."
"Ben buna alışkınım" dedi buruk bir tebessümle. "Vicdanım buna alışık, ben buna alışığım."
Sonra bir müddet düşündü ve ekledi. "Otların düşmanı yoktur; böceklerin de. Yaşayıp giderler
çünkü. Bir de bana bak. Ota benziyor muyum hiç, ya da böceğe?"
Kollarını iki yana açarak bağırdı. "Öfkeyi seviyorum, öfke de beni. Öfkesi olmayanın
aklından şüphe ederim zaten, ruhundan da. Gönlüm o kadar geniş ki dilediğiniz kadar öfke
verebilirim sizlere. Avuç avuç, çil çil, gani gani... Gelin! Hadi gelin!"
Kâh limon kadar sarı, kâh narçiçeği kadar kırmızı, kâh kar kadar beyaz ve kâh korku kadar
neftîydi Haham Efendi'nin kırış kırış yüzü. İsak birden sarılmak istedi ona; sarılıp kucaklamak,
avutup ısıtmak, Tanrı'nın da çoğul konuştuğunu hatırlatmak... Kayanın üzerinden indi. Gözlerini
gözlerine dikti.
"Anlamıyor musun? Bir tuhaflık görmüyor musun? Bunca acı, bunca hüsran, bunca buhran...
niçin hep benim başıma geliyor? Niçin başkaları değil de ben, hep ben ve benim sevdiklerim...?
Bir izahı olmalı muhakkak. Bütün bunları nasıl izah edeceksin? Beni ikna etsen bile, öfkemi
nasıl ikna edeceksin?"
Haham Yakup birazcık sakinleşmişti. İsak'ın, buz gibi olmuş ellerini sıkıyordu. Sesi
yumuşacıktı. "Oğlum, evladım. Acılar hepimiz için, bütün insanlar için. Fakat her acının bir
mükâfatı vardır muhakkak."
"Hayır!" diye inledi İsak. "İçimi görmüyor musun? Bu kap alabileceğinden fazlasını aldı.
Artık tek bir damla bile yeter. Akmak istiyorum."
Seyirlik bir şeyler bulabilmenin sevinci ve heyecanıyla onu dinleyen insanlara sırtını döndü.
Boğazında bir yumru durdu.
"Vaktiyle bir dostum, can dostum bana dünyayı gezip görmek istediğini söylemişti.
Gülmüştüm ona. Fakat sonra hak vermiştim. Evet, o dünyayı gezip görmeliydi. Oysa ben... ben
öyle değilim. Ben zaten dünyayım. Ben neredeysem dünya orada. Gelip beni görmeliler. Beni
gezmeli insanlar. Bende kaybolmalılar." Giderek kısılıyordu sesi. Gene de konuşmaktan
vazgeçmedi. "Hepimizin acı çektiğini söyleyerek avutmaya alışmışsın herkesi. Oysa bu beni
avutmaz. Beni ancak benden başkasının benim kadar acı çekmediğini bilmek avutabilir."
Dostları ilə paylaş: |