Şehrin Aynaları



Yüklə 1,04 Mb.
Pdf görüntüsü
səhifə64/71
tarix30.10.2018
ölçüsü1,04 Mb.
#76334
növüYazı
1   ...   60   61   62   63   64   65   66   67   ...   71

Öfke
Arzın kaderini değiştirenler,
kaderlerinden utananlardır.
 
                    Cemil Meriç
 
Yol  boyunca  karşılarına  çıkan  insanları  seyrederek,  gördüklerini  birbirlerine  anlatarak  o
kadar  keyifle  sohbet  etmişlerdi  ki,  tekkeye  uzanan  yokuşa  vardıklarında  Haham  Yakup  yolun
sona  ermiş  olmasına  içerlemiş  gibiydi.  Sanki  yol  hali  bu  kadar  keyifli  olunca,  ne  amaçla  yola
çıktıklarının hiçbir önemi kalmamıştı. İsak da en az onun kadar mutlu görünüyordu. Aylardır eve
kapanıp,  kitaplara  gömüldükten  sonra  ilk  defa  dışarıya  çıkmış  ve  çok  geride  bıraktığını  sandığı
sokaklarda  dolaşma  tutkusunun  içinde  yeniden  alevlendiğini  görmüştü.  Nereye  gittiğini  hiç
düşünmeden böyle saatlerce yürüyebilirdi. Fakat yokuşun tepesine vardıklarında Haham Yakup
oymalı,  demir  parmaklıklı  kapının  önünde  duruverdi.  Bugün  İsak'ı,  can  dostu  Şeyh  Süleyman
Sedef Efendi'yle tanıştıracaktı.
İsak  Pereira  oymalı,  demir  parmaklıklı  dış  kapıdan  içeriye  adımını  attığında  soluğunun
kesildiğini hissetti. Burası yemyeşildi. Haham Yakup, kendilerini kapıda karşılayan kısa boylu,
sıska bir dervişe hal hatır sordu. Onlar önden giderken İsak arkada kalmış, meraklı gözlerle etrafı
inceliyordu. Solda, az ileride, bir başka demir kapının ötesinde mezarlık vardı. Tam karşılarına
denk  düşen  büyük  yapı  semahaneydi.  Onun  hemen  yakınındaki  de  mescit.  İsak  semahaneye
bakmak istediğini söylediğinde, sıska derviş ona eşlik etmek için Haham Yakup'tan ayrıldı.
Semahanenin kıbleye bakan kapısından içeri girdiğinde, ilk dikkatini çeken buranın dışarıya
göre  çok  daha  serin  olmasıydı.  Sanki  bir  yerlerden  serin  bir  yel  doluyordu  içeriye.  Ortadaki
cilalı, çivisiz tahtalarla döşeli çemberin etrafındaki daracık yoldan ilerlemeye başladılar. Bu dar
yol kilimlerle döşenmişti. Kilimlerin alacalı bulacalı renkleri ve desenleri semahanenin tamamına
hâkim  olan  toprak  rengine  ve  yuvarlak  hatlara  tamamen  teslim  olmuş  gibiydi.  Derviş  bu
kilimlerde,  dışarıdan  gelen  ama  kendilerini  içerden  sayanların  oturduklarını,  oturup  da  semayı
izlediklerini anlattı. Kapının tam karşısında bir mihrap vardı. İsak mihrabı incelemek için başını
kaldırdığında  semahanenin  üst  tarafında  başka  bir  kısım  olduğunu  gördü.  Buraya  dışarıdan  bir
merdivenle  çıkılıyordu.  Sohbet  etmeyi  sevdiği  her  halinden  belli  olan  derviş  bu  kısıma  mutrıb
isminin verildiğini ve burada ney, kudüm gibi çalgıları çalanların, ayin okuyanların oturduğunu
anlattı. O anlatırken İsak kenardaki türbeye yaklaşmıştı. Gördüğü şey merakını öyle kabartmıştı
ki,  dervişin  anlattıklarının  çoğunu  işitmemişti.  Türbe,  neredeyse  boyuna  gelen  demir
parmaklıklarla  semahaneden  ayrılmıştı.  Sandukaların  başlarında  destarlı  sikkeler,  üstlerinde
çuhadan  örtüler,  önlerinde  şamdanlar  ve  cephelerinde  tezhipli  levhalar  ve  rahleler  vardı.
Parmaklıkların arasından kafasını uzatıp baktığında arkadan buraya açılan bir başka kapının daha
olduğunu anladı. Derviş burada dergâhın büyük şeyhlerinin gömülü olduğunu söyledi ve sustu.
İsak o zaman semahaneye dolan serin yelin bu taraftan geldiğini fark etti. Gerçi ne arkadaki kapı
açıktı, ne de bir pencere vardı ama belli ki yel oradan esiyordu.
Semahanenin arka tarafına geçtiklerinde uzunca bir koridor boyunca karşılıklı dizilmiş derviş


hücreleri  gördü.  Küçücüktü  hücreler.  Boş  olan  hücrelerden  birine  girdiler.  Girişteki  küçük
bölmede  ayakkabılarını  çıkartıp,  küçük  bir  basamak  çıktılar.  Yerde  rengârenk  desenli  kilimler,
halılar vardı; duvarın kenarında da bir sedir. Boy şiltesi ve boy yastığı öteki duvara dayanmıştı.
Duvardaki  oyukta  bir  lamba  ve  birkaç  kitap  duruyordu.  Bir  tarafta  da  küçük  bir  kahve  ocağı
vardı. Sıska derviş, hücrenişîn dedenin bu ocakta kahve pişirip misafirlerine ikram ettiğini, ama
şu anda burada bulunmadığı için kahvesini içemeyeceklerini söyledi.
Dışarı  çıktıklarında  İsak  tekrar  mezarlığa,  mezarlıktaki  sikkeli  taşlara,  selvilere,  çınarlara,
biraz  ilerideki  bostana,  kapılardaki  kitabelere  baktı.  Aslında  aklı  mezarlıkta  kalmıştı  ama  daha
fazla  gecikmek  istemediği  için  sıska  dervişin  peşine  düşüp,  ses  çıkarmadan  selamlığın  yolunu
tuttu. Sedef Efendi konuklarını burada ağırlıyordu.
Selamlığa yaklaşırken aniden irkildi. Yukarıdan bir yerlerden izleniyordu sanki. Üzerindeki
nazarın  kaynağını  bulabilmek  için  hasbelkader  bir  yön  tayin  etti  kendine.  Hızla  dönüp  baktı.
Bakar  bakmaz  da  yaşlı,  suskun  ağaçların  yaşlı,  suskun  dallarıyla  göz  göze  geldi.  Her  yerdeydi
ağaçlar;  dört  bir  yana  uzanmıştı  butlu  kolları,  etli  parmakları.  Diledikleri  zaman  sızdırıyorlardı
ışığı; dilediklerinde her yer zifiri karanlıktı. Yapraklarının ortasında gözler vardı, irili ufaklı, tatlı
şaşı. Onlarca ağaç, yüzlerce dal, binlerce göz, üstüne üstüne geldi. Tepeden tırnağa ürperdi. Yeni
bir nöbete mi yakalandığını yoksa gerçekten birisi tarafından mı izlendiğini anlayamadan kendini
selamlıkta  buldu.  Derin  bir  soluk  aldı.  İçeride,  Şeyh  Süleyman  Sedef  Efendi  ile  Haham  Yakup
koyu bir sohbete dalmışlardı.
Haham Yakup, İsak'ı Sedef Efendi'ye tanıtırken heyecanını saklayamadı. En çok sevdiği iki
kişiyi  bir  araya  getiren  pek  çok  insan  gibi  tanıştırdıklarının  birbirlerine  hemen  ısınmalarını
bekliyor  olmalıydı.  Oysa  Sedef  Efendi  biraz  mesafeli,  İsak  ise  alabildiğine  gergindi.  Neyse  ki
çok geçmeden Zişan Kadın girdi içeri. İçine yabani otlar koyarak pişirdiği bohça börekleri ikram
etti. İsak böreği yerken, hâlâ dışarıda hissettiği nazarı düşünüyordu. Aniden boğuk bir ses çıktı
ağzından.  Yutkunmaya  çalıştı  ama  başaramadı.  Nefes  alamıyor,  kıpırdıyamıyordu.  Morarmaya
başladı. Haham Yakup ters giden bir şeyler olduğunu daha yeni fark etmişti ki, Şeyh Süleyman
Sedef  Efendi  büyük  bir  soğukkanlılıkla  atılıp,  genç  adamı  arkasından  kavradı.  Göz  açıp
kapayıncaya kadar Sedef Efendi, İsak'ın midesine tam üç kez üst üste sertçe bastırdı. Darbelerin
etkisiyle İsak'ın hem boğazında takılan lokma, hem de boynunda asılı duran taş yerinden fırladı.
İsak  öksürükler  arasında  kendine  gelirken,  rengi  mordan  kırmızıya,  kırmızıdan  sarıya
dönüşürken,  bu  sefer  renkten  renge  giren  Sedef  Efendi  olmuştu.  Şeyh  Süleyman  Sedef  Efendi,
büyük  bir  şaşkınlıkla  yere  düşen  sütbeyaz  taşa  bakıyordu.  Nice  sonra,  zangır  zangır  titreyen
elleriyle taşı kavradı. Gözlerini yumdu, tekrar açtı. Avucundaki taştan ürkmüş gibi bir hali vardı.
"Vaktiyle  bu  taşı  görmüştüm"  dedi  titrek  bir  sesle.  Sonra,  sorgulayan  gözlerle  İsak'a  baktı.
"Söylesene bunu nereden buldun? Nasıl geçti senin eline?"
Bu  sorgulamadan  hiç  hoşlanmayan  İsak  telaşla  ayağa  fırladı.  Sedef  Efendi'nin  dikkatle
avuçlarında  tutup  üzerine  titrediği  taşı  geri  aldı;  hışımla,  hoyratça.  Tekrar  yerine  oturduğunda
burnundan soluyordu hâlâ.
"Bu taş benim. O bir aytaşı." Sonra başını arkaya atıp, gururla ekledi: "Benim aytaşım!"
"Kanımca o taş kimseye ait değil. Sen de onun için sadece bir duraksın."
İsak  küplere  binmişti.  Ses  tonunu  alçaltmaya  lüzum  duymadan,  beti  benzi  atan  Haham
Yakup'un onu durdurmaya çalıştığının farkına dahi varmadan, deliduman konuşmaya devam etti.
"Niçin? Niçin başka türlü olmasın? Belki de bu taş ömrü boyunca hep beni aradı durdu. Bana
ulaşmak için onca yolu tepti. Olamaz mı? Yoksa beni aytaşına lâyık bulmuyor musunuz? Şu... şu
bakış  var  ya...  Hani  dünyada  görülecek  ne  varsa  gördüğünü,  bilinecek  ne  varsa  sırrına  erdiğini
zannedenlere  mahsus.  Ağır,  oturaklı,  anlayışlı.  Hiç  hata  yapmayanların,  ayağı  kaymayanların,


Yüklə 1,04 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   60   61   62   63   64   65   66   67   ...   71




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©www.genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə